“Çok sesli şiir” ya da “çoğul ses”, dendiğinde ilkin akla gelen şey, şiirin kimi eyleyenleri arasındaki bağıntılar ve bu bağıntıların nedensellik ilkesiyle ortaya koydukları akıl ve algı süreçlerinin çokluğudur. Bu kavramı öne çıkaran Eliot’a göre şiirdeki çok sesliliği ortaya koyan bilinç, dramatik monolog ya da diyaloglarla örülmüş şiirin üst yapısını oluşturan bir üçüncü ses yani şairin kendi sesi ve bunların oluşturdukları bağıntılardır. “Eğer şair şiirinde kendisiyle konuşmasaydı, sonuç, mükemmel bir hitabet olsa bile şiir olmazdı” der, örneğin.
Eyleyenler arasındaki bağları, ilişkileri düzenleyen aklın yardımıyla ortaya çıkan şiirin bu sebeple dizeye bağımlı kalmaması, düzyazıdaki akla doğru akışıyla sonuçlanır. Nitekim düzyazı-şiir eğer Baudelaire gibi bakarsak gündelik hayatın bir yansımasıdır. Onun samimiliğini, iç-döküşünü, isyanını verir bize. Bu anlamıyla düzyazı şiir, bir anlamda sınırlılığa, kurallara bir karşı çıkış, bir itirazdır. Şairin kendi sesini daha çok duymak istediği bir karşı çıkış alanıdır. Dönem Dergisinin Şubat 1964 tarihli sayısında Edip Cansever, bu bağıntıyı en yalın haliyle şu şekilde dile getirir: “Öyleyse şiiri okumalı, şiiri, usla biriktirmeli artık; mısra ile değil. Diyeceğim ille de bir ölçü gerekliyse bu, düşünsel, ussal bir ölçü olmalı. Tek sesli şiirden, çok sesli bir şiire yönelişteki en kapsamlı ölçü de budur sanırım.” Lautremont, Baudelaire, Rimbaud, Fransız şiirinde bu yönelişin önemli isimleriyken bizde de özellikle İkinci Yeni akımının temsilcileriyle ve sonrasında İlhan Berk, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, İsmet Özel, Lale Müldür, Murathan Mungan gibi isimler bu yolu denerler.
Şiiri poetik art alanlarıyla birlikte düşünen Hayriye Ünal da şiirinde düzyazı şiirleriyle tanınan şairlerdendir. Bu kavramı derinleştirirken ya da benimserken bulduğu kaynaklar en az şiirin tarihi kadar derin ve kuşatıcıdır. Ancak onun temel güdüsü, şiirin sahihliği öngörmesi ya da bunu bir zorunluluk olarak görmesidir. Bunun için de şiirin tabiri caizse şairanelikten uzaklaşarak kendiliğine dönmesidir. Bir başka açıdan bakıldığında anlamla şiiri oluşturan biçimdeki dilin bir bütün olarak algılanması ve türlü kayıtlardan, kurallardan azat edilmesidir.
İkinci Yeni’yle ortaya çıkan tartışmaların temelinde şiirsel öznenin şairle olan mesafesinin daralması ve nihayetinde öznenin ‘bu dünya’ ile ‘insan’ kavramlarına inancının kalmaması yatar. Söyleyişin aradan çekilip “ne, neyi” sorularının cevaplarının öne çıkışı, şiiri ister istemez felsefeyle, düşünceyle buluşturur. İşte tam da bu noktada Hayriye Ünal’ın da öngördüğü gibi şiir, “hesaplaşma” ilkesine yaslanmalıdır. Çoksesliliğin de öngördüğü bu yaklaşımda klişe dilden uzaklaşmak gerekir. Çünkü hesaplaşma, açık oynanan ve tarafların kıyasıya çatıştığı bir alandır. İnsanın en çok kendisiyle hesaplaştığı bir çağda, yapaylıktan uzaklaşma ve dahası maskeleri ortadan kaldırma çabası, şiirin, düzyazı şiirin görevidir. Bu düşüncelerin çerçevesinde poetik evrenini kuran Hayriye Ünal, Saçları Vardır Aşkın (2000) Âdemin Kızlarından Biri (2003), Sert Geçecek Bu Kış (2006), Gerekli Açıklama (2010) ve Şimdi Aşk Ebediyen Değişir (2013) adlı şiir kitaplarının yanında Eşikteki Özgürlük adlı deneme ve yazılarını derlediği bir çalışması ile tanınır.
Sinan Paşa ve Akşemseddin’in ek küçük oğlu Hamdi gibi şairleri birlikte düşünmemize imkân tanıyan ortaklık, her ikisinin de tecrübelerini şiirlerine ya da eserlerine yansıtmış olmalarıdır. Bu tecrübelerin çoğu acıdır. Bir başka ortaklıkları ise hemen hemen aynı devirde yaşamış olmalarıdır. Fatih devrinin önemli ismi olan Sinan Paşa, hocalığını yaptığı Fatih’le anlaşamaz ve hatta zindanda eziyet görür. Eserlerinde Divan şiirinin genel eğilimiyle telmih sanatına sıkça başvuran Hamdi, Yusuf’un kuyuya düşüşünü kendi çaresizliğine benzetir. Çünkü o da kendi kardeşlerinden çekmiştir. Bu bağlamda Divan şiirinde yaşantı ve şiir bağıntısının söylenenin aksine güçlü olduğunu da eklememiz gerekmektedir.
Bu şairlerin Hayriye Ünal ile bağıntılarına gelince onun da hayat ve şiir arasında böyle bir ilişki kurduğunu belirtmemiz gerekir. Ancak buradaki bağıntı, doğrudan özne-nesne üzerinden değil bizzat özneye ve nesneye dair “dil”ler üzerinden şekillenir. Kimi zaman argo ve eril dil, bu çabanın birer yansımasıdır. Bir başka deyişle Ünal, şizofren bir dilden farklı olarak çok sesli anlam katmanlarıyla şiirinin sembolik anlam alanını genişletme çabasına girişir. Kendiliğini aradan çekmeksizin, mitoloji, Kur’an, tarih ve nihayet modern toplumların sosyolojik ve psikosomatik ilişkiler ağı, Ünal’ın bilincinde yeni bir imgelemsel alana dönüşür. Lale Müldür’ün örneklediği gibi entelektüel bir zemine oturan bilinç, bireysel kalmanın olumsuz yönünü bertaraf etme yoluna gider.
Modern bilincin çok katmanlılığı, öznenin içsel alanını daraltırken şiirsel bilincin muhayyilesini genişletir. Bu muhayyilede nesneler bir ‘göstergeler imparatorluğu’na dönüşürken şiirsel özne, bir bakış çoğulluğuna kavuşur ister istemez. Hayriye Ünal’ın özellikle ilk kitabı Saçları Vardı Aşkın’da bu bakışa mitik bir edanın da katıldığı, mayasına giderek kimi kıssaların da eklendiği gözlemlenir.
Bir soruyla başlayan kitabın belirgin ilk özelliği, bu sorunun ardından gelen cevabın birden çok bakışı barındırmasıdır. Tragedyaların dilini andıran ilk şiirlerde dil aracılığıyla elde edilen bir cevaplar silsilesi göze çarpar. Bilen, farkında olan, hisseden bir şiirsel öznenin Ödevlerin değişebileceğini çivi çakarken kavrar /Kralların düşebileceğini birinci ilkeden çıkarır (Tirad II) dizelerinde olduğu gibi felsefî çıkarımlarla elde edilmiş bir sonuca ulaşabileceğini kestirebiliriz. Hayriye Ünal’ın kitabın geriye kalan çoğu şiirinde bu üsluptan hemen ayrılarak sonraki kitaplarında görebildiğimiz yeni bir yola saptığını söyleyebiliriz. Kültürel bir dil kodlamasına ait kimi kelimelerin de sıkça görüldüğü bu şiirlerde halk şiirinin sesini kullanırken şairin zorlanmadığı aksine kimi şiirlerde alaylamanın da katılmasıyla bu koda ait söyleyişe de yanaştığı görülür: Sedef olsa sapı bıçağın /Acısı güzelce midir /Kaynamış suyun amanın ballı gelin /Bereketli toprağın iyi sakın (Le Poem Noir)
Âdemin Kızlarından Biri adlı ikinci kitap ise Bahtin’in ‘kaynaşmamış bilinçler çoğulluğu’ olarak özetlediği çoksesliliğin bir yansıması gibidir. İkinci Yeni şairlerinin çokça başvurduğu Tevrat’ta da sözü edilen İbrahim kıssasına yer veren kitabın asıl mihenk noktası, şiirsel öznenin aynı anda hem ölüme /kedere hem de hayata ve bir kadının mutluluğun özüne varma çabasıdır. Bu çoğul bakış, geleneksel ve modern söylemlerin yardımıyla birbirinin çok uzağında kalan zamansal sıçramalarla örneklendirilmeye çalışılır. Bir başka deyişle şiirsel öznenin her zaman burada, şimdide oluşu ile kendiliğini konumlandırdığı zamansal aidiyet bir çelişki değil çoğul bir bakıştır. Yazgıların kardeşliği diyebileceğimiz bu aynileşme ama aynı zamanda benzeşmemeye yönelik çatışması bu kitabın bir başka çoğul bakışı olarak kayda geçer: Mallarım kurtaracak beni demişti lehebin babası /Oğullarım kurtaracak beni /Mallarım ev dolusu, çayırlarım, sürülerim, davarlarım /Oğullarım iki elin parmaklarından ziyade /Bu zamanın bu zaman içinde /Annemin annesinin çektiği çile boynuna doladığı ip /Solgun yüzünde nefti bir vejetaryen sıhhati /Geldim doksanlardan naifçe iki bine (Kemoterapi II)
Ebu Leheb’in şahsında kötülük ve inanmaya direnme ile iki binli yıllar, aynı bilincin birden fazla zaman algısındaki görünümüdür. Zaman ile tarihin birbirinden ayrılarak elde edildiği bu zamandışı tutum, aslında mitik bir üsluba dayanır. Kimi şiirlerinde Melih Cevdet Anday’ın da yararlandığı bu üslupla Hayriye Ünal, bir söyleşisinde “şiir yazan öznenin şiirdeki özneden kolayca sıyrılabileceği söylenemez. Failin tarihselliği artık o şiirin tarihselliğidir, yazgılar çakışır” yargısını verir. Her yazgı, sonraya dairdir nihayetinde. Ama bu sonralık Hayriye Ünal’daki yazgı, başkalarının bakmadıkları noktalar ve söylemler üzerinden şekillenir. Birer öngörü halinde kitabın geneline yayılır. Dolayısıyla özellikle bu kitaptaki şiirler hem bir bireyin hem de sosyo-kültürel olanın bir kazı-bilimidir.
Kitabın en belirgin izleği de buradan itibaren belirginleşir: Aşk! Ancak aşka bakış, her izlek-imge ilişkisinde farklı bir yerde durur. Şair, aşka doğrudan değil dolaylı bakar. Nesneler üzerinden gidilerek elde edilen bakış uzamı, parçalanmış bir aynadır. Karşı tarafta ise önceki kitaplarda da gördüğümüz anlamayan/ anlamak istemeyen insanlar durur. Düşman kelimesiyle özetlenebilen bu insanlar daima hayatın keskin taraflarıyla örtüşürler. Karşı şiirsel özne olarak seçilen “sen”, aynı zamanda aşkın öznelerinden biridir. İki taraf arasında acımasız bir savaş vardır. Ve aşk, bu savaşta daima karşı tarafa, mücadele edilecek bir alana taşınır. Çünkü insanların anlamsızlaştığı bir çağda aşk da anlamsızdır. Aşkın anlamsızlaştığı çağda dil de kendiliğinden anlamını yitirecektir elbet: Şehrinden aldığım bir avuç toprakta /Bakteriler üremez saksıya koyamam /Keselerde saklasam /Kurur kalır ıslatsam olmaz /Tuzu azalıyor giderek kaç kış yedi (Kısas)
Şairin son kitabı Şimdi Aşk Ebediyen Değişir’de çoğu kez kendi içine kapanmış bir bilince ait örtük öyküler, bir şiirden diğerine devam edegelir. Bu, değişmeyen –kimbilir belki de değişemeyen- şiirsel öznenin aşka bakışı sayesindedir. Bu da kitabın bütünlüğünü açıklayan bir husustur. Evet, doğrudur, her şiir, önceki şiirlerin mirasını üstlenir. Söylenenler yahut söylenmeyenler hatta söylenemeyenler, birikir de bir sessizlik denizine dönüşür. Hayriye Ünal’ın bu son kitabını bir sessizlik kitabı olarak okumak gerek. Sert geçen bir kıştan yahut gerekli açıklamalardan sonra yorulan bir şiirsel öznenin değişen aşka karşı yenilgisi olarak okumak gerekir: Onun için bir şey yapılamaz /Bir iskemleden daha cansız ve iskemleye oturamaz /Ölüye bakılabilir baktıkça morardığını görürsün /Ve onu ben taşıdım bugüne değin (Sürsün) Bütün temennilere, dualara hatta küfürlere rağmen değişmeyen ve ebediyen değişmeyecek bir anlam kalmıştır geride. Daha doğrusu anlamsızlık üzerine kurulmuş bir anlam. Aşk, boşlukları doldurur gibiyse de ölü bir ölüden beklenecek bir ses yoktur. Araya girecek bıçaklar, intiharlar, bungunluklar ve keder…
Hayriye Ünal, iç denen şeye bir tarih, mitoloji yahut kıssalarla örülü birkaç dünya sığdırsa da bir kadın kalbine değil bir insan kalbine dair çığlığıyla şiirlerini yazıyor. Dili de bu absürd dünyanın bir sonucudur. Tıpkı söylemi gibi… Ancak şurası muhakkak ki söylenmeyen ve belki de söylenemeyen sözlerden geriye kalandır bu şiirler. Kimi zaman bir çığlık kimi zaman da en ağır sözler… Ancak altından kalkılamayan argo dil değildir nitekim.