Gelenek mi Modernizm mi? Nedense artık günümüzde bu soru çok gerilerde kaldı, diye düşünürüm hep. Çünkü bir şeyi adlandırdığımız andan itibaren o şeyden uzaklaşmış, onun dışında kalmışız demektir. Çünkü adlandırmak onu dışsallaştırmak ya da onun dışında kalmak demektir. Bu bağlamda gelenek tartışması da bu yazgıyı yaşamak zorunda artık. 1990’lı yıllarda gecekonduların pencerelerinde fesleğenlere atıf yapmak köy hayatına, sadeliğe, modernizme karşı oluşu ifade eden bir imgeydi. Tanpınar’la biten Doğu Batı tartışmasının sayfaları bugün gelenek-modernizm çatışması için kapanmakta. İster istemez bunu kabullenmek zorundayız. Bugün artık herkes modernlik odasında oturmakta.
Peki, geleneğe ait izler nerede duruyor? Divan şiirinin biçimsel devamlılığından yana şiirlerinde mi yoksa hecenin girift kafiye arayışlarında mı? Hangisine gelenek demeli; ya da geleneğe içeriden mi yoksa biçimden mi bakmalıyız? Ya da soruyu şöyle sorsak daha mı doğru bir sonuca ulaşırız? Gelenek, biçimle sınanan bir yaklaşım mıdır ki yalnızca biçime ait yaklaşımları sorguluyoruz?
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölümü adlı romanı edebiyat dünyasında olduğu gibi akademik araştırmalarda da o denli popülerleşti ki hakkında ardı ardına onca tez ortaya çıktı. Halk edebiyatı açısından Sevgili Arsız Ölüm’de olağanüstülülüklerin peşine düşüldü. Kitap üzerinden gelenek tanımları üretildi. Oysa bir şey gözden kaçıyordu. Kitabın adı. Bu ad, yeniydi, moderndi ve gelenekle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu.
Biz, modernin içinde yaşıyor ve geçmişi / biz’i bir rüya gibi algılıyoruz çoğu zaman. Ama bunun farkında değiliz. 1950’li yıllarda bir kırılma yaşadık ve bunun sonucunda ortaya çıkan çatışmayla gelenekle modernlik arasındaki köprülerin yıkılışını seyrettik. Irmak, sel sularını biz farkında olmadan üzerinde durduğumuz köprünün yanına kadar sürükledi ve orada topladı, biz köprüdeyken de boşaltıverdi.
Biz görmek istemediğimiz şeyleri çabuk unuturuz. Hayal meyal hatırladıklarımızı da bildiğimiz kelimelerle ancak adlandırabiliriz. Oysa tecrübe ettiğimiz her şey yenidir ve selle gelenlerin ırmağın akışına engel olduğunun farkında değilizdir.
Nitekim Matur da bunu şöyle dile getiriyordu: “... Ben dilin organik olduğunu düşünürüm. Yaşayan bir şey ve doğanın bir parçası. Dil de organiktir -canlıdır ve bir hacmi vardır, yer kaplar, yaşar, eksilir, artar, dağılır, çürür. Kelimeler ve gramer kullanıyoruz biz dili var etmek için, ama dil bundan ibaret değil. Kelimelere giydirdiğimiz aura, orada yarattığımız etki, sadece kelimenin kendi aurası değildir. Onu biz oluştururuz. Kelimede kendiliğinden yoktur. Dili kullanan ölçüsünde değişkendir dil; kelimenin kapladığı alan ve etkisi dili kullananın kâinat algısı ve duygusuyla birebir ilişkilidir. Evet kelimeler bizimdir. Onları kullanırız… Bildiğimiz hayatın içinde farklı mecralarda farklı dillerle kuşatılırız; işte politik olanın alanı, medyanın dili… Ve şunu görürüz: Her dilin kendi üniforması vardır. Biz, yerine ve mecrasına göre kelimelere üniforma giydiriyoruz aslında. Böylece kelimeyi insani olandan uzaklaştırıyoruz. Sembolik hale getiriyoruz. Ya tümden kelimeyi kendi hayatiyetinden, varlığından, gerçekliğinden uzaklaştırıyoruz…”[1]
Dil, uzaklaşılan bir yer değil varılan bir yerdir Bejan Matur’da. Ancak son nokta da değildir. ‘Kendini bir şey anlatırken bulmak’ diyor buna Matur. Yani her söylenişte yahut imgesel her duruşta farklı bir anlam dizgesi elde etmek… Ancak her adım, bir bütün oluşa doğru bir ilerlemedir. Boşluktan, belirsizlikten belirliliğe ve anlama doğru bir ilerleme. Modern bireyin ihtiyacı olan bir ilerleme…
Söyleşinin devamında bu ilerlemenin yönü hakkında daha geniş bir bilgi verilir.
“Ben ritüelden varlığın arkaik referanslarını, başlangıç referanslarını anlıyorum daha çok. Kendi varlığını arayan öznesizliği de işaret ediyor sanki. Hani tek bir şeye odaklandığında, onu bütünsel varlıktan ayırdığın için o kendi iç anlamını yeniden talep eder ya, iç anlamını yeniden üretir. Öznesizlikten, özne oluşa geçer. Bu arayışın ritüeli var ettiğini düşünüyorum daha çok. Bu metni sessizce okuyup kapatmak mümkün değil. Bir mekân talep ediyor. Çünkü şiirin her zaman mekânı yoktur, şiir iç bir dil de olabilir.”
Ben ve senin karşıtlığı ayna ve su metaforlarıyla yüzeye çıkarılarak verildiğinde Matur, çoğu zaman zamansız, insansız belki henüz yaradılışın ilk anında bu karşıtlıkları rüya imgesinin içinde düşünür. Ancak bu ilk anda sanki iki insan değil iki ses var gibidir. İnsansız ama insan olmaya doğru cisimleşmeye başlayan iki gölge…
Onun şiirlerinde şiirsel öznelerin dışındaki figüratif kimlikler –anne ve babasının dışında- soluk görüntülerden ibarettirler çoğu zaman. Bir gölge, hatta tümüyle belirsizliktirler. Bu soluk görüntüler de genellikle siyah-beyaz değil sembolik olarak gece ve gündüzdür. Renkleri dönüştüren şairin bu tercihi, aynı zamanda rüya ve gerçeklik karşıtlığına yol açar. Bu karşıtlığa bir ad vermek gerekirse iç dünyanın umutla olan ilişkisini göz önünde bulundurmalıyız. Matur’un da belirttiği gibi:
“Bizler hayatımızı, mahremin, özel hayatın değer olarak kabul görmediği yerlerde, mekânlarda, kendini ifşa eden insanlarla birlikte, ya da onlara maruz kalarak geçirdik. İçimizi içimize hapsettik. Sanırım, yazarken o kadar içime hapsolmuş, güneş ışığı görmeyen bir yerden yazdım ve her şey o kadar kendiliğinden oldu ki...”
Nitekim şeyler arasındaki karşıtlık, aslında iç dünyada, bilinçte şekillenen bir karşıtlıktır. Bireyin dış dünyaya, nesneye bakışıdır. Bu sebepledir ki karşıtlıkların ifadesi, tıpkı imgede olduğu gibi bilincin de ifadesine dönüşür.
Bejan Matur’un imge evreninde anne ve baba da karşıtlıklarla belirginleştirilir. Bir çocuk olarak şiirsel özne, terazinin başındadır ve onlara ait imgeleri birer birer kefelere yerleştirir. Anne, rüyayı baba ise katı gerçeği yüklenir. Ölüm imgesi, bu üleştirmede rolünü unutturmaz ve şiirsel özne, anneyle mutlu rüyalarla varılabilen bir sonsuzluğa doğru yolculuğa çıkar. Oysa baba, tüm bunların aksine katı, somut bir ölümü hatırlatır.
Babanın cesedi en son gömülür
Bir gün ve geceyi yuvasında geçirmeli. Ve anlatmalı.
Oğullar ve kızlar kâbus görecek. Görmeli (Babanın Ölümü ve Bekletilmesi)
Bu şiirin hemen ardındaki şiirde de baba imgesinin katılığı göze çarpar. Orada kan, karanlık ve ıssız ev içleri vardır.
Baba ocağına dönen karanlığa dönecek
Sadece orada büyümek olan kan
Ev içlerinde…
Her şey hatırlanacak. (Baba Ocağına Dönen)
Şair, metafizikteki karşılığından ziyade toplumsal tecrübelerin ama daha çok da mutsuz bir çocukluğun sığındığı geleneksel Tanrı imgesini öne çıkarır. Zaman zaman bu bakış, karamsar bir havaya bürünür:
Annenin ve tanrının zulmünü hatırlatan,
Adalara saklanmış,
Bir rahme kapatılmış çocuklar (Akdeniz)
Masalların, mutlu biten rüyasının hemen ardından mutsuzlukla karanlığa gömülen çocukluğun en belirgin imgeleri bu yüzden anne, ölüm, çocukluk, gece ve siyahtır. Daha ötede “kadim” kelimesiyle türetilen tamlamalara ait imgeler de sık sık göze çarpar. Burada “eski”ye değil daha eski anlamına gelen “kadim” kelimesinin kullanımı, uzak bir geçmişi, belirsizliklere gömülmüş bir zamanı işaret eder. Sık sık tekrarlanan “hatırlamak” fiili bu imgeleri çepeçevre kuşatır. Şiirsel özneler, geçmişi bir yandan unutmak isterken bir yandan da en ince ayrıntıyı yazarak hatırlamaya çalışmakla bir başka çatışmaya kapı aralarlar. Belirli geçmiş zaman kipi, “hatırlamanın” bu şiddetini ortaya koyar. Matur, bu imgeyi daha ileriye taşır ve bir çatışmaya dönüştürür ister istemez. Matur’un imgeleri, unutmakla hatırlamak ve daha ileride uzaklaşmakla yakın olmak arasında bir yerde durur.
Matur, zamana gelenekle içli dışlı olan diğer şairlerden ötede kendine has bir şekilde bakar. Zaman, onda şimdi’den geçmişe doğru bir akış değil yalnızca geçmiş zamanda var olandır. Şimdiki zaman, bir sis perdesi arkasında ya da puslu bir aynadadır. Şeylerin silüetleri geçmiş zamanda olduğu için, şimdiki zamana ait her iz, bu izlerin konturlarını belirsizliğin içine çekmeye çalışır. Nesneler, neredeyse kendiliklerinden sıyrılmışlar, aynanın şekline, rengine bürünmeye başlamışlardır.
Bejan Matur, imgeleri tekilleştirir, bireyselleştirir. Hatta yalnızca kendi bilince münhasır kılar. Onun bu tavrı, bütün imgeleri için geçerlidir. Anne ve benlik imgeleri arasında kalp de çölleşir.
Aynaya dönüyorum
Değişmiş gözlerim.
Çölde kumlara bakan kadın
Kedere bakan
Artık benim. (Onun Çölünde)
Zamansızlığı ya da uzamsızlığı barındıran çöl, kederi de içine alacak şekilde genişler. Kederin sürekliliği, insanı bir ölüden farksız hale getirirken ayna ve çöl imgelerinin birlikteliği, birbirine geçkili iç dünyanın karşılıklı yansıttığı temel imge olan yalnızlığı akla gelir. Şiirsel özne, sonsuz bir yalnızlığa gömülen bir ölüdür artık.
Onun çölünde her gece
Fısıldadım kumlara.
Sordum nasıl yaptıklarını çölü,
Boğmadan koyun koyuna.
Onun çölünde ölüyüm ben.
Gelin ve kaldırın beni. (Onun Çölünde)
İç dünyayla birlikte düşünülebilecek kavram alanı içinde çöl, bilincin duyarsızlaşmasını akla getirir. Kuruluğu, sıcaklığı, sonsuz bir boşluğu ve ölümü hatırlattığı için olumsuz bir imgedir. Şairin kendi aynasından belirsizliği ifade eden “onun” zamiriyle varılan çölde, kumlara sorulan soru, aslında iki insan arasındaki katılığın, anlaşmazlığın nasıl elde edildiğine dair bir cevabı karşılar. Şairin gece, fısıldayış, çöl ve ölü imgelerini kullanışı, onun hem iç hem de dış dünyaya nasıl baktığına ait görsel bir cevaptır. Her şey kumların bir araya gelişi kadar açıktır. Her kelime, her davranış bir kum tanesidir ve bunlar, bu ölü kelimeler ve davranışlar bir araya geldiğinde bungun bir resim ortaya çıkar.
Matur’un şiirlerinde mitik, masalsı kahramanlar, ejderhalar, devler, şiirsel öznelerin bir sesine ya da duygu durumuna dönüşürler. Sıradan bir çocukluğun yerini alan bir çocuk dinginliği, bu unsurlarla çok evvelden beri tanışıyor izlenimi bırakır. Bu yüzden karşılaşılan her şeye karşı bir iştiyak ama hayretle varılan bir iştiyak söz konusudur.
Bejan Matur, modernliğe karşı oluşunu göstermekten geri durur. Tepkisi derinlerde yatar. Dolayısıyla bu tutum, dışta kimi şairlerde olduğu gibi yüzeyde bir çatışmayı barındırmaz. Söylemsel bir ajitasyona, göstermelik bir karşı duruşa prim verilmez. Ancak içe yöneldiğimizde iç, geleneğe yaslanmakla tercihini yapmıştır zaten. Dil oyunları da bu anlamda söylemsel değil içeriğe ait giriş niteliğinde kelimenin sembolik alanında aranır ki bu da kültürel bir derinleşmeyi zorunlu kılar. Okur açısından kimi zaman karşılık bulamayan bu derinleşme, yanlış bir yön arayışıyla ideolojik bir arayışı getirse de şairin cephesinden değişmeyen bir durum söz konusudur. Zaten şairin kaderi değil midir çoğu zaman yanlış anlaşılmak?
Her şeyin ilk olanına şahit olmak isteyen ve bunu şiirsel imgeleminde gerçekleştiren Bejan Matur’un şiirlerinde insanın birey olarak olayların içinde düğümlenen tutumları değil fıtrî olana yönelişle elde edilmiş bir metafizik tecrübe ama tasavvufun diliyle ifade edersek müşahede kudretinden söz edebiliriz. Şair, özellikle ‘İbrahim’in Beni Terketmesi’ adlı kitabındaki şiirlerde var oluşun o ilk sırrına vakıf olma, tabiatı, iktidarı ve nihayet aşkı içine alan sanatın ontik kaynağına inerek her üç alandaki insan olma niteliğini sorgulamaya girişir. İnsan, sık sık tekrarladığımız gibi var oluştan önce gelen özdür. Bir anlamda baştan başa nefstir. Şüpheler, umutsuzluklar, kaygı ve endişeler insan içindir. Hz. İbrahim’in şüphesi gibi.
Bejan Matur da bu şüpheden payını alır. Kendi ifadesiyle hanif bir tutumla baktığını söylediği İbrahim’e kendisi de hanif bakar. En saf haliyle. İbrahim, bütün bir insandır. Tamlığa ihtiyaç duyulduğu anda ilk akla gelen saflıktır. Ancak saf oluş da bir farkındalığı beraberinde getirir.
Sevgili varlık
Sana varlık derken bir kanat kopuyor
O acı meyveden yükselen his kalbi bulandıran.
Bana meleklerin inerken yüzünü göster
Bana meleklerin kanatlanıp karanlığı indirmediği
O geceyi anlat.
İpeklerin ve renklerin
Gökyüzüne ulaştığı o yolculuğu
Senin ellerinde büyüyen sözleri ve de. (Ve Melekler Sağ Omuza Konar)
Daha ötede kendi içinde genişleyen süreç, İbrahim’in şahsında insanın karşılaşacağı kararlılık yahut şüpheler için temel bir referans noktasıdır. Bu sebeple, zaman zaman zorluklarla karşılaştığında aşkın ilk hali olan oluş haline dönüşün hayaline sığınmakla kurtulabilirler. İnsanın umutsuzluğa düştüğü zaman kuvvet bulduğu geçmiş, bu sebeple sınırlı bir zaman dilimini barındırmasına rağmen habersiz olunsa da doğdukları güne değil Mutlak varlık karşısında “ol” hükmüne icabet ettikleri andır. Bu sürecin yoğun yaşanan gelgitleri, aynı zamanda zamandaki hareketliliğin ve dönüşmenin de en yüksek noktasını oluşturur.
Hemen hemen bütün şiirlerine yansıyan geçmiş yaşantıya dayalı gelgitlerin imgeleri, onun tarihsel arka planıyla kimi zaman bir üst okumayla evrensel insan algılarının da bir yansımasıdır.
Hayrettin Orhanoğlu
[1] http://www.denizgul.com/post/32216693223/bejan-maturun-deniz-gul-ile-soylesisi