1.Felsefenin Gölgesinde Şiir
Modern şiir yalnızca dilin bedeninde sunulmuş bir düşünmenin fiili varoluşu değil,
bu düşünmenin düşünülmesini sağlayan işlemlerin toplamıdır.
Alain Badiou
Şiir ve felsefe birlikteliği, özellikle son yüzyılda yeni bir mitik çağı ve onun kahramanının serüvenini başlatmak üzere postmodern bir tavır gibi anlaşılsa da gelenek ve modernizmin çatıştığı dünyada yeni bireyi yaratma arzusunda önemli bir işlev üstlenir. Eleştiren, yol gösteren, kimi zaman yıkıcı bir ahlâkî eylemin savunucusu bir çabanın bilgesi olan bir şiirsel özne giderek kendini kabul ettirmiştir. Şiirden sinemaya öyküden romana kadar hemen her türde bu arzu, bu yeni mitik çağın düşünsel arka planını oluştururken uzun şiirlerin öne çıkması kaçınılmazdır.
Buna bağlı olarak düşünce ve eylem arasında hakikatin yeri hiç kuşkusuz adalete olan inançla belirginleşir. Şiirsel öznenin içsel monologundan eyleme yönelmesinin bedeli, adalet ve özellikle eşitlik arayışıyla sonuçlanır. Bu açıdan bakınca her iki olgu da şiirle felsefenin yollarının aslında hiç ayrılmamış olduğunu kanıtlayan bir başka ifadedir. Bu yüzdendir ki felsefenin öngördüğü öznenin bütün eylemlerinde gün yüzüne çıkan yıkıcılığı ifşa eden keskin yolun dünyadan ve dolayısıyla nesneden geçtiğini söyleyebiliriz. Şairlerin nesnelerin soğuk ve keskin kenarlı yüzeyiyle durumlar ya da olguların gerçeğiyle okuyucuyu yüzleştirme arzusu, nesneyi ölümle eşitleme yoluna gider. Nesne ölümlü değildir oysa şair, varlığını teyit eden bütün çabalardan yani düşünce ve eylemlerinden kopup gidecektir!
Nesne, yalnızca imge alanının sınırları içinde değil aynı zamanda gerçekliğin de katı, keskin tarafında durur. Hegel’in tarihsel varlık olarak insanı tanımladığı yerde şairlerin önemli bir kısmı, Kant’ın pratik aklına yakın dururlar. İncelikli sözlerin rehberliğinde sanatı pratik sevgi ya da duyguların nesnel tarafıyla yorumunu isterler okuyucudan.
Varlık alanı itibariyle şiir, üç ana esasın peşindedir. Buna göre şiirin nesnelerle olan ilişkisi, şiirin temel imge alanı olan imgeleme (muhayyile) göre çeşitlenir ya da sınırlanır. Belirleyici değişkenlerden biri de nesnelerin imgelemde alımlanış şekli ve nihayet son olarak da nesnelerin gerçeklik değeri öne çıkar. İmgelem, nesnelerin değişkenlik tablosu ve gerçeklik değerleri, nesnelerin nesne değerinin dışında sanattaki görünümü arasında bir bağıntı olmakla birlikte birçok değişkenle ortaya çıkmakta; böylelikle nesne ve imgelem arasında sayısız bağıntı biçimi ortaya çıkmaktadır. İşte şairin de özgünlüğü de burada ortaya çıkar ve hem değişkenlerin öznesi hem de nesnesi olan imgeleminden kaynaklanan her imge, farklı bir anlam dizgesine kavuşur. Bir diğer deyişle şairin ayırıcı vasfı, imgeleminden kâğıda geçen süreç ve bağıntı şekilleridir. Mazmun ya da sembolden farklı olarak imge, bireysel ve değişkendir. Hatta aynı şairin farklı şiirinde bile imge, anlamsal bir farklılık göstermektedir ki bu da imgenin doğasından kaynaklanır.
İmgelem, nesnelerin, olgu ve tasavvurların uzamı olmakla birlikte zihne ait bellek ve akılla da ilişkili olarak zengin bir içeriğe sahiptir. Rasyonalist bir bağlanmadan ziyade zengin çağrışımlara dayalı içeriğinin temel eyleyenleri, Sartre’ın da ifade ettiği gibi algı, düşünce ve anılardır. Nesneler, imgelemde algı, düşünce ve anı görünümlerine bağlı olarak değişkenlik gösterirler. Birer anlam sferi kazanan nesnelerin şair ve okuyucuda farklı farklı anlam boyutlarına kavuşması da bundan dolayıdır. Nesnelerin değişkenlik göstermesi, her şeyden önce gerçeklik durumlarına göredir. Bir diğer deyişle nesneler, imgelemin gerçeklik düzeylerinde soyut ya da somut değerler yüklenebilirler. Bu da onların gerçeklik değişmelerine bağlıdır. Bu sebepledir ki şairin nesneyle olan ilişkisi, her şeyden önce dolaylıdır. İşte bu noktada şairin nesnelere olan mesafesi, bütün bu dolayımlılık sürecine bağlı olarak imgelerle ve dolayısıyla nesnelerle olan ilişki biçimini belirler.
Nesne, insanın dış dünyasını oluşturur. Nesneyle bağlantısı, aynı zamanda dış dünyayla olan ilişki biçimini dolayısıyla imgelem dünyasını da belirler. Bu sebeple sembolik düşünüşün aksine modern sanatta nesnenin varlığı, öznenin de varlığını teyit etmek içindir. Eşitlenen özne-nesne birer karşıtlık olarak değil eşit paydaş olarak tanımlanırlar. Çoğu kez de özneden önceye alınan nesne, bir varlık alanı kazanır ki soyut resimde renk ve biçimin öne çıkışı buna dayanır.
Nesnenin gerçeklik düzeyiyse algılarla anlaşılabilir. Kimi zaman yanıltıcıda olabilen bu algıların gerçekliğe yakın ya da uzak oluşu, şiiri de gerçekliğe yakın ya da uzak kılar. Örneğin yağmurun yağışı, kendi doğallığında ortaya çıkan bir algısal değer taşıyorsa gerçekçi; Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiirinde olduğu gibi sembolik ya da metaforik bir değer taşır.
2.Garip’ten Beride Özne ve Nesne Tasarımı
Şiir kendi sözcüklerinin anlamlı olacağı
önceden hazırlanmış bir bağlamla gelmez karşımıza.”
Terry Eagleton
İnsanı merkeze alan düşünüş biçimleriyle ortaya çıkan İkinci Yeni şairleri, modern sanatta tıpkı filozofların ilkin metafizikle olan zorunlu çatışmayı yaşamaları gibi nesneyle bir ‘varlık’ alanı mücadelesine girişirler. Bu, neredeyse dönem şiirini poetik arka planıyla düşünüşün gereklerinden biri olagelmiştir.
Ece Ayhan’ın nesnelerindeki tarihsellik, eklemlenmiş bir insanilik içerir. Kötücül, karamsar bir tarihtir bu. Seçilmiş olmasıyla nesneler, tabiatın içinden koparılıp alınırken şair, onlara tarihsel ve toplumsal bilincini ekler. Bu imgelem, tarihin dışına itilenlerle geçici de olsa iktidardan nemalananlar olarak iki zıt kutuptur genellikle. İmgesel açıdan sınırları belirlenmiş nitelikleriyle nesneler, tarihselliklerini giderek sembolik bir anlama doğru ilerlemekle elde ederler. “İki Alay” şiirinde sadrazam kayıklarının karşılaştırılması buna bir örnek oluşturabilir. Kayıklardan biri ölen sadrazama aittir, ‘kara’dır ve aşağıya doğru inmektedir. Diğeri ise şatafatlı süsleriyle saltanata doğru yani yukarıya doğru çıkmaktadır parlaktır.
İlhan Berk, nesnelerin doğal tarihselliğiyle uyumlu bir yol tuttururken ölümün katılığını öteler. Onun nesneleri tabiattan kopuk değildir. Aksine şeyler, oldukları yerde yani “her şey yerli yerinde”dir. Oradadırlar. Hareketsiz, bir düşünce eylemine girişmeksizin öylece dururlar. Tarihsellikleri, kendi nesneliklerinden kaynaklanır yani kendi süreciyle ağaç, kayaların arasında öylece durmakta ya da kendi sessizliğinde varlığını sürdürmektedir. Taşın düşme hızını inceliyorduk inimizde ve unnap ağacı dikenliydi.(Yaşlı Kakmacılar)
Edip Cansever’de nesne, kimi zaman dış dünyadan soyutlanarak imgelemin kaotik karmaşasında gezinir. Okuyucu, bu yüzden bir nesneyle değil nesnenin bir fotoğraf karesinde donup kalmış imgesiyle karşı karşıyadır. “Masa da Masaymış Ha” şiirindeki masa, Van Gogh’un darmadağınık odasındaki dünyayı tasvir etmesine benzer bir eğilimle yalnızca şairin kendi imgelemiyle sınırlı bir anlama sahiptir. Bir diğer deyişle Edip Cansever’in şiirlerinde nesneler aracılığıyla imgelemin dolayısıyla da bilincin tarihselliğini yoklayabiliriz. Pencere yanındaydı gökyüzü yanında/ Uzandı masaya sonsuzu koydu/ Bir bira içmek istiyordu kaç gündür/ Masaya biranın dökülüşünü koydu/ Uykusunu koydu uyanıklığını koydu/ Tokluğunu açlığını koydu.
Bu üç şairin şiirinde ortaya çıkan temel sorunsal, hiç kuşkusuz nesne aracılığıyla elde edilen tarihselliktir. Her biri kendi içinde nesne ve dış dünyayla çatışan, hesaplaşan bir bilince işaret eder. İnsanın merkeziliği, daha içeride bir iç insana doğru genişler.
- Şiirin Bulanığı: Nesne
“Baudelaire’in şiirsel üretimi bir göreve dönüktür.
O, içine kendi şiirlerini yerleştirdiği boşluklar görmüştür.”
Walter Benjamin
İsmet Özel, toplumsal hatta evrensel bir hesaplaşmanın tarafındadır. Temelini insan öznesinin adlandırdığı şiirsel özne tasavvuru, daha çok modern insana yöneliktir: “Bilimin kapsamına giren insan her ne kadar (henüz) bilinmeyen yönleri olsa bile formül bulunmuş, ölçüm aygıtlarına konuluk edebilecek bir nesnedir. Felsefenin kapsamı içine giren insan da biraz daha renkli biraz daha melodik de olsa aynı nesnedir. Ama şiir insana kendi içinden bilgi verir. İnsanı insanların dışına çıkabilmiş gibi betimlemez, açıklamaz, gidilecek yönü göstermez. Beşeri bir sestir o insan sesidir, hemcinslerine seslenir.”[1]
Şiiri yalnızca duygulanımların akışına bırakmayıp felsefenin alanına çeken İsmet Özel’e göre insan, dış dünyada özne konumuyla birlikte aynı zamanda nesnedir de. Ancak bu nesnelik, şiirde bilim ve felsefeden farklı olarak deneyim öznesi olma hali değildir. Daha ötede gözlemleyen, duyulan bir sestir. İsmet Özel’in şiiri de bu noktada “ses” olarak tanımlaması dikkat çekicidir. Bu ses, daha ileride organik bir boyuta taşınacak; ölen ya da canlılık kazanan bir tavra dönüşecektir. “İnsan, kendi insanlığını tartışmak istediği zaman, insanların birbirleriyle olan bağlantılarını tartışma alanına·sokmak istediği zaman, kendini çevreleyen nesnelerle olan bağlantısının vehametini kavradığı zaman şiir canlılık kazanır.”[2]
Şiir, nesneler üzerine kurulu değildir ancak nesneler aracılığıyla çözümlenebilir. Nesnelerin ilkin kendi arasında sonra da ilişkiye girdikleri insan dünyası arasındaki bağıntılar, bu çözümlemenin esasını oluşturur. Bu ikinci yolda İsmet Özel’in poetikası, insanı giderek vurgusu artan bir merkeze alma gayreti içindedir. Şairin imgelem tanımında da bu ortaya çıkar: “İmgelem, tanıdığımız biçimlerden yapılmış bir yeni resim; bildiğimiz seslerin söylediği yeni bir şarkı; aşina olduğumuz yargılardan çıkan, yabancısı olduğumuz bir sonuçtur. İmgelem bize ulaştığı zaman hem yaşadığımız bir anın sıcaklığını, hem de farklı bir şeyle karşılaşmış olmanın serinliğini duyarız.”[3]
İsmet Özel, bütün olumsuzlamasına rağmen insanın modern çağdaki yansımasını bu ‘yabancılaşma’nın içinde görmek ister. Çift yönlü bir istektir bu. Hem tabiata, kendine yabancılaşmayı olumsuzlayan hem de isyan düşüncesini barındırdığı için olumlayan bir istek. Bu çabanın ardında şiirin hayatı bir bütün olarak kuşatmasına olan inanç da vardır. İşte bu noktada nesnenin insanın dış dünyasına bir çıkış noktası olduğu vurgusu tekrar hatırlatılırsa şiir-nesne ilişkisi nesnenin hem dış hem de iç dünyayı kuşatan boyutuyla anlaşılmalıdır. Şiiri şiirin içinde aramak gerektiğini savunan İsmet Özel’in şiirlerinde nesneyle olan ilişkisine daha yakından bakabiliriz artık. Bunun için şairin temel belirleyici bir şiirinden hareket edeceğiz: “Of Not Being A Jew”. Diğer şiirlerden örneklerle giderek bu şiire yoğunlaşmamızın sebebi, çok ses getirmesi ya da bir kitabına başlık olarak seçmesi değil şairin bilinç haritasındaki çatışmaları daha belirgin bir şekilde ortaya koymasından dolayıdır. Çünkü İsmet Özel şiiri, bir uzlaşmanın değil çatışmanın haritasını verir bize.
Kişileştirme yapmak için şair görünebilen ve görünemeyen,
düşünce ve şey, soyutlama ve nesne arasında bir köprü kurar.
Aşk, kıskançlık ve öfke dilin yardımıyla kişilere dönüşürler,
etsiz ve kansız ama imgesel.”
Octavio Paz
Nesnenin şiirdeki ilk kapısı, dünyadır. Dünyayla somutlaşan nesne algısı, kimi zaman onunla eşitlenir de. İsmet Özel, herkesin, her şeyin izlendiği bir dünyadadır. Ancak bu dünya somut olduğu kadar modern hayatı da temsil eden soyut bir algıdır aynı zamanda. Bu sebeple İsmet Özel, Baudelaire’den yola çıkarak dünya algısını şu şekilde özetler: “Baudelaire ile birlikte modern şiirde yeni olan gerçek dünyaya karşı türetilmiş bir yapıntı dünyada avuntuyu aramak değil, çamuru gözyaşlarımızdan akıtılmış bulunan bu dünyanın gerçeğe göre nerede olduğunu araştırmayı mümkün kılabilecek bir somutluk alanı yakalayabilmek için göze alınan atılımdır. Dünyadan kaçış, gerçekten kaçış değildir. Olgular dünyası modern insana özgü değerlerin ölçüye vurabileceği bir mihengi sunmakta yetersiz kalmaktadır, öyleyse somut hakikatin ifadesini bulduğu bir alana çekilinmelidir. Şiir bu dünyada vazgeçecek değildir, ama ısrarla dünyaya merkezi gerçeklik olan bir başka alandan bakacaktır. Dünya ancak böyle bir yerden bakıldığında dokunulabilir olur.”[4]
Bu düşüncelerle şiiri modern yapan ögenin dünyaya gösterdiği organik bir tepki olduğunu ileri süren İsmet Özel, hakikati soyutlaştıran somut hakikate yani bizatihi gerçeğin dünyasına atıfta bulunur. Bu dünyanın merkezi “gerçeklik”tir. bir başka makalesinde görüşlerini şu şekilde vurgular: “Şairin karşısındaki dünya, bütüncül (totalitaire) bir dünyadır. Şiir bu dünyaya olan tepkisini sadece bir anti- totalitaire tavırla değil, aynı zamanda kendi bütünlüğünün bilincini elinde bulunduran, sağlığını organizmaya atfeden bir tavırla gösterecektir.”[5] Kişileştirilen ve bir taraf olarak seçilen dünyanın karşısında bilincini kendiliğine borçlu bir şiirin varlığı, bu poetik tavrın da merkezine oturur.
İsmet Özel de şiirlerinde oluşturduğu şiirsel Ben’le bilinçdışının dünyevî/seküler yapısındaki uzlaşılmaz tutumuna bir tepki olarak bilinçaltında yeni bir zemin oluşturur. Bu zeminde de Karakoç gibi karşı oluşu besleyen bir imge yer alır: İsyan. Bilinçdışının baskın gücü karşısında kendince bir güç arayışında olan şiirsel ben, referansını bu güce göre ayarlamak zorundadır. Bu sebeple insan ve çağın bir analizi yapılmalıdır. Analizin sonucunda hem Türkiye’de hem de dünyada çağ ve insan arasında belirlenmiş bir ilişkiler tasnifi yapılmalıdır. “Ser-serî şair bu rezil mutezîl dünyada çalkantıya uğramış toplumun belkemiğindeki irkilişi çabucak kavrar. Sapkınlıkta ittifak edilmemesi gereğini sezişiyle muhalif tarafta yerini alır. (…) Uyumsuzluğu seçer, çünkü uyumlu bir tutum sapkınlıkta ittifak edilebileceği tehlikesini getirecektir.”[6] Kimi zaman “kabaran bir çarpıntı” halindeki şehre, kimi zaman da daha geniş olan dünya karşısına çıkarılan çocuk ve toprak gibi yine imgeler, bakışın her iki tarafında da aynı etkiyi bırakacak şekilde düzenlenir: “Oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar/ ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde/ hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık/ bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için/ kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık/ eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce/ alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık/ ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı/ doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız/ ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık/ gönendi dünya bundan istifade/ dünya bayındırladı:/ Bir yakış, bir yanış tasarımı beride/ öte yakada bir benî âdem/ her gün küsülü kaldık.” (Münacaat)
Dünya bir sürgün yeri olmasına rağmen bir “cehd” alanıdır da. Kargaşa, tarif edilemez bir düzeydedir. Dünyanın bu kadar “pıtıraklı” olması, herkesi birbirine düşman kılması, bir kez öpüşebilmek için vadilerin tepelerin geçilmesi dünyayı sevimsiz bir mekâna dönüştürür. Özel, dünyayı biraz önce de belirttiğimiz gibi bir “cehd”, mücadele alanına dönüştürür. Dünyayla mücadele edilmeli, ona karşı “isyan” duygusuyla hareket edilmelidir. Bu yüzden şairin dünyaya bakışı “yufka” olmamalıdır: Yufka mıdır/ yufka mıdır benim bakışım dünyaya/ ki acılarıyla başlatırım insanları (Kan Kalesi)
Dünyaya karşı geliştirilen olumsuzluğun giderek düşmanlığa dönüştüğü şiirlerde İsmet Özel, tüm olumsuzluklarına, noksanlıklarına, “ham”lığına ve çelişkilerine rağmen dünyayı yaşanabilir bir mekân olarak kurgulanır: dünyaya sokunmuştuk, dünya hamdı/ külsüzdü ocak, tellâl çarşısız/ ağzımız noksandı.(Dibace)
“Dibace” gibi “Bir Yusuf Masalı” şiirinde de aynı bakış açısını görmemiz mümkündür. Dünyayı oluşturan asıl nitelik “çelişki” gibi görünse de Özel’in imgeyi ele alış tarzına bakıldığında yine de onun dünyayı yaşanabilir ama aynı zamanda bir mücadele alanı olarak gördüğünü anlarız. Özel’e göre insan, tıpkı dünya gibi çelişkilerin ortasında kalmıştır. Bir tarafta azgınlık öye yanda ise sükunet vardır. Ancak dünyayı belirleyen asıl unsur, bu çelikili durumundan kaynaklanır: Dünyada/ Çözülürse dünyayı/ Issız kılacak bir çelişki vardı/ Bir çekişme vardı dünyada azgınlık fışkırtan/ Taraf olunduğunda.(Bir Yusuf Masalı)
İsmet Özel de hemen hemen her şiirinde bu çelişkiyi dile getirerek dünyanın hangi tarafında olduğunu hissettirir. Ona göre dünya, şu özelliklere sahiptir: Dünya. Çıplak omuzlar üstünde duran./ Herkes alışkın dölyatağı borsalarla ağulanmış bir dünyaya/ Benimse dar/ çünkü dargın havsalamın/ gücü yok bazı şeyleri taşımaya.( “İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır / Ya Sen Gel Ya Beni Oraya Aldır”)
Öte yandan İsmet Özel’de dünya, çelişkili taraflarıyla sürekli bir sınırı barındırır. Bu dünya ile öte dünya ayrımında olduğu gibi bu dünyanın da kendi içinde bir çizgisi vardır. Bir taraftan hayat çizgisinin zorunlu ilerleyişinin ana göstergeleri olan çocukluk, gençlik ve yaşlılık öte yandan ise “Akla Karşı Tezler” şiirinde öne sürdüğü gibi sorularla bulunmaya çalışılan bir dünya tasavvuru yer alır: Bu dünya, öte dünya/ Nerelerden geçiyorduysa ikisi arasındaki çizgi/ Yoktu ayrım yerini bu yaratıktan daha iyi bileni/ Çocuklukla, gençlikle, yaşlılıkla/ Geçen ömrü içinde dağılır ve toparlanırken insan/ Hep duyulan haz cininin kopardığı gürültüden başka bir şey değildi. (Bir Yusuf Masalı)
Şairin dünyaya nasıl bir karşılık vereceği belirli değildir. Durlanmış kelimelerin ne olduğu tıpkı dünyanın ne olduğu hakkındaki yargı gibi derin bir belirsizlik taşır. Ancak şiirsel öznenin bu çelişkili durumu çözmek istediği de aşikardır. “Tahrik” şiirinde görüleceği üzere dünyanın katılığına karşı uyum sağlanmakta zorluk çekilse de dünyaya karşı savunmasız olunmamalıdır. Çünkü dünya, yokuşlarıyla, külçeleriyle şaşılacak bir dünyadır: Şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik/ şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde/ külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu/ sokaklar gittikçe katı bizim adımlarımıza/ peşimizde bütün bahçeleri boşaltan ter kokusu/ yankımız soyunup sevap rahatlığı alınan yataklarda/ yürek elbet acıyor esvap değiştirirken/ bizden artık akması beklenilen kan da katı/ kovulduk ölümün geniş resimlerinden.(Tahrik)
Dünyadan alınan bilgilerle elde edilen savunma biçimleri içinde şiirsel öznenin dünyanın takındığı tavra benzer bir tavır içinde olduğunu görürüz. Terry Eagleton’ın da ifade ettiği gibi “Sanat için, protesto etmek için dahi olsa atıfta bulunmak, karşı çıktığı şeyle anında ortaklık içine girmesi demektir. Olumsuzlama kendini olumsuzlar, çünkü yıkıma uğratmaya çalıştığı nesneyi bizatihi ortaya koymaktan kendini alamaz.”[7] Tabiatın yardımıyla geliştirilen bu savunma biçimi İsmet Özel’i dünyaya karşı güvenli kılar. “Çağdaş Bir Ürperti” şiirinde tabiatın karşısında varlığını ikame eden bir şiirsel özne görürüz: turfanda yalnızlıklar almak için dünyadan/ ve ben gövdemi denkleştirmek için doğaya/ dineldim/ dineldim/ dineldim/ aşk; içerimdeki ergen ölüsünü uğraştırıyordu. (Çağdaş Bir Ürperti)
İsmet Özel, “Aynı Adam” şiirinde dünyaya karşı tavrını en az dünya kadar sertleştirir. Daha önce de sözkonusu ettiğimiz bu şiirde şairin tabiatla birlikte ele aldığı dünyaya karşı savunmasının ipuçlarını görürüz. “Aynı Adam” şiirinde de bu dünyayla olan mücadele, tabiattan alınan imgelerle aktarılmaya çalışılır: Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum/ kökten dallara yürüyen sular gibi/ yürürüm kömür ocaklarına, çapalanan tütüne/ yürürüm hüzün ve ağrılar çarelenir/ dağların esmer ve yaban telâşından kurtula diye/ torna tezgâhlarında demir./ Yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen/ yürürüm yürüyüşümdür yeryüzünün halleri/ kanla dolar pazuları tarladakinin/ hızar gürültüsü içinde türkülenir bir öteki/ gökleri göğsümden aşırtarak yürürüm/ yağlı kasketimin kıyısında nar çiçekleri (Aynı Adam)
İsmet Özel’de imgeyi, birbirine zıt iki gerçekliğin ortak anlamını ifade eden bir buluşma olarak düşündüğümüzde bu bir aradalık, bir çatışmaya, şairin deyimiyle bir “kargaşa”ya dönüşecekdir. Bu durum, şiir ve şiirin öznelerinde, kaotik bir parçalanmanın, dağınıklığın ve zihnî bir odaksızlığın işaretleri olarak görülmektedir. “Şiir ne kadar bütünden gelen ve bütüne doğru bir sanatsa, o kadar da ayrım koyan bir sanattır.” (Şiir Okuma Kılavuzu s. 65)
Nesnelerin varlığı, genellikle şiirsel özne üzerinden kurgulanır. Hemen her şiirinde ben ve diğer şahıs eklerindeki kullanımlarının varlığı dikkat çekici orandadır. Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında/ öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan/ saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda/ acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman/ acıyla uğraşacak yerlerimi yokettim./ Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın/ başından başlayabilirim. (Kanla Kirlenmiş Evrak)
Bu öznenin hemen karşısındaysa “onlar” grubuyla kötücül insanlar durur. Nesneler gibi dünyanın ya da sokakların katılığı, soğukluğu ve yapaylığı bu karşılaştırma üzerinden daha belirgin olarak ortaya çıkar: Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin / kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin (Üç Frenk Havası)
Şehrin insanının bu denli “kaypak” ve ihanetlerinin ise “zarif” olması şair için şaşılacak hatta yadırganacak bir tutum değildir. Şehir, “Bir Yusuf Masalı” şiirinde olduğu gibi “kapkara”dır. Kaldırımlar, yollar, pancurlar, kısacası şehre ait her şey görsel bir imge anlayışıyla siyaha büründürülmüştür: Sonunda vardığı yer/ Kapkara bir şehirdi./ Önce/ Gecenin tesiri sandı/ Oysa gerçekten kara/ Gün ışığı altında bile kapkaraydı şehir./ Evlerin duvarları siyaha boyanmıştı/ Panjurlar ve kepenkler/ Onlar da siyah ve kapalı./ Yollar hep zift karası/ Kaldırımlar kara taş (Bir Yusuf Masalı)
- Bir Yol Kavşağı: “Of Not Being A Jew”
Uzun şiir olarak adlandırdığımız,
aslında artarda gelen kısa şiirlerden –
yani kısa şiirsel etkilerden- başka bir şey değildir.
Edgar Allen Poe
Nihayet “Of Not Being A Jew”e geldiğimizde şiir, ilk bakışta belirgin birkaç niteliği barındırır. Bunlardan ilki, şairin diğer şiirlerinde olduğu gibi çok sıkça karşımıza çıkan ben ya da şiirsel öznenin varlığıdır. Tanımlanmaya çalışılan ben’in ilk hamlesi, tabiattan nefret eden Baudelaire’in aksine tabiatla iç içeyken aynı zamanda onunla cedelleşmesidir.
Tabiattan seçilen kimi nesneler ben’i hedef seçmiştir. Her bir nesne, sanki keskin kenarlı bir bıçak gibi ben’e yönelir. Okuyucunun zihninde sebepten çok “kıtal”le özetlenen ilişki öne çıkar. Tabiat, sert, acımasız ve ölümcüldür. Ben, bu ilişkide tabiata aynı şiddette karşılık verir. Bu yüzden de yine tabiattan birtakım nesnelerin tarafında olur ya da kimi nesneleri kendi tarafı için seçer. Tabiatın seçilmiş ve her şeyden önce insan eliyle değiştirilmiş nesnelerin niteliği, aynı zamanda bu karşılıklı şiddetin sebebini oluşturur. Dolayısıyla insan, hem tabiatı yeniden tanzim edendir hem de onun mağdurudur. Mağduriyeti ortadan kaldırmak, tabiatla eşitlenmek değilse bile galip gelmek, temel bir arzudur. Ancak arzu, tıpkı ilişkide olduğu gibi şiddete meyillidir. “iniyorum kulelerinden katil/ iniyorum maktul minarelerden/ taraçadan, bahçeden/ ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden/ ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte/ değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor”
“Kule” ile “maktul minare” imgeleri arasında, birinin hapsedilme, kapatılma, kısıtlanma içeriğini taşıması diğerinin ise köreltilmiş, öldürülmüş, sesi kısılmış anlamlarıyla bir çatışma barınır. Daha şiirin başında şiirsel özne, her iki tarafa bakmakla birlikte “maktul minare” imgesinin yanında yer alır. Bir diğer deyişle mağdur edilmiş, haksızlığa uğratılmış minarenin sesiyle bir bilincin derinliklerine doğru inmekteyiz. Her ikisi de insan eliyle tabiata eklenen birer yapı olmasına rağmen İsmet Özel’de tabiat, kendiliğinden soyutlanmış, insana ait kavganın taraflarını barındıran birer uzamdır. Ancak dikkat çekici nokta, tabiatın genelleştirilmiş ve soyutlaştırılmış olmasıdır. Tarihselliği itibariyle de belirsizleşen bu imgelerden minarenin yanında taraça ve bahçe de vardır. Güzellik ve doğallığın öne çıkarak minareyle yan yana dile getirilmesi, minarenin mağduriyetini belirginleştirmek içindir.
Tabiatın sert mizacına cevap veren şiirsel öznenin kendini maktul minareyle eşitlediği diğer nesneler de mevcuttur. Bunlardan biri de topraktır: “Göklerin çökeltisinden başkaca soy/ toprağın tortusundan gayrı hısım bilmeksizin” Bu dizelerde bir başkası tarafından değil de kendiliğinden kötücül yeryüzüne inen şiirsel özne, varlığını tayin eden bütün yönlendirmeleri reddetmiştir. Bunun yeryüzünde de devamı için bütün bedeller ödenecektir. Daha belirgin olarak şehir üzerinden kötücülleştirilen dünya ve modern hayat, fıtrata ait niteliklerin de coşmasına bir sebep olarak gösterilir. “Hıncahınç” ve başlı başına “darası alınmaz” bir vicdan da olmalıdır.
Nesneler, İsmet Özel şiirinde öylesine karmaşık bir sistemle birbiriyle ilişki içindedirler ki bunlar arasındaki bağıntı, zor bir şiir bilinciyle karşı karşıya olduğumuzu haber verir. Onun şiirinde nesneler, dolaylılık içerir. Bunun sebebi, şairin nesnenin iletmiş olduğu mesajı bizzat bilince yöneltmesidir. Bir diğer deyişle nesne, yalnızca bir duyguyu, durumu ya da olguyu ancak bilinci temsil etmek amacıyla görünür kılmaktadır. Hem doğal hem de yapay bir izlenim veren nesnelerin çıkış noktasında bu, bir anlamda nesnenin alanını daraltıyor gibi görünse de her iki nesnenin çarpışma alanı, giderek genişleyen bir uzamdır. “Kule” ve “minare” imgelerinde olduğu gibi kendi aralarındaki karşıtlık, bireysel ve toplumsal anlam katmanlarıyla evrensel olanı da içine alacak şekilde ilerler. Bu dolaylılık, sanki bir yaşama biçimiymişçesine şairin diğer şiirlerinde hatta metinlerinde karşımıza çıkar. Bu yönüyle akla Edip Cansever’in nesnelerindeki durağanlık ve dolayımlılık gelir. Ancak İsmet Özel’deki nesnelerin durağanlığı, kendi cephelerinde her an tetikte duran askerlerin bekleyişlerini andırır: yoğrulmuş olan benle bir daha yoğrulsaydı/ benimle açsaydı ağırdan/ tükeniş faslını mızrap. Yağmurun yoldaşı denebilir mi bana?/ Ne dökülüş inişimde, ne çakış../ Yalnızca o çetrefil/
Dikkat edildiğinde nesnelerin durağanlıktan hareketliliğe geçişi şiirsel öznenin bilinci aracılığıyladır. Yeni bir başlangıç için bilinçten yola çıkan bir imgenin varlığı, imgelere yüklenen niteliklerle yeni bir hüviyete kavuşur. Ben’le güçlenen mızrap, bir şarkıyı ya da inen ancak indirilmeyen bir başlangıcın savaşını başlatır. Okurun yandaşlığıyla daha da güçlenen nesneler, bütün güçleriyle “onlar”ın safına doğru ilerlemeye hazırdırlar artık. Bu yönüyle nesnelerin her biri kendi taraflarındaki güç ya da güçsüzlüklerini teyit edebilmek için okuyucunun imgeleminde de yerlerini alırlar. Güçlü gibi görünen kule, leş, mil imgeleri karşı tarafın yani “onlar”ın imgelerine dönüşür. Bunların karşısında da bir kahraman olmalıdır. Çünkü her başlangıç bir kahramana ihtiyaç duyar. Oysa şiirsel öznenin böyle bir iddiası yoktur. O biçilmiş bir ot gibidir. İndiği yerde onu bekleyen, ona yol gösteren biri de olmamasına rağmen özne, tek başına şarkıyı başlatacak mızrabın vuruşuna hazırdır yine de.
Modern bireyin ya da özne tasarımlarının son yüzyılda geldiği nokta, özellikle güçsüzlük ve yenilgi ile tanımlanagelir. Dillendiren, dile getirmek zorunda kalan bir öznenin nesneleşmemek için verdiği bir savaşın sonucudur bu. Hemen hemen bütün bireylerin bu kavgaya katılması için sürekli ikaz edilmesi söz konusudur. Kışkırtılması, gözlerinin yuvalarından fırlaması için her çareye başvurulur. Buna kimi yerleşik kanıların da eklemlenmesiyle yerleşik değerlerin -hangi taraf olursa olsun- yok sayılması yahut aklın değilse bile idrakin süzgecinden geçirildiğinde eleştiriye yönelinmesi, kimi zaman da en acımasız muarızı olunması mubah sayılmaktadır. Egemen söyleme ki bu egemen söylem özneler için aynı şiddette geçerli birer karşı çıkışa dönüşür. İşte bu noktada İsmet Özel’in yazılarında olduğu gibi şiirlerinde de karşılaştığımız karşı çıkış biçimi “memnun olmak ve olamamak”la örneklenebilir. Karşı durma, karşı çıkış ile beden / gövde iktidara boyun eğmemiş oluşunu ikrar etmiş olacaktır ki bir diğer deyişle birey, iktidar karşısında var-olmak inisiyatifini elde bulundurmuş olabilsin. Dolayısıyla İsmet Özel’in karşı çıkış ya da “isyan” tutumuyla elde ettiği kazanım, hem kendiliğin canlı tutulması hem de bir uyarıcı olarak yol göstericiliktir. Onun şiirindeki özneler, bungun bir hayata alıştırılmış yahut var olma savaşını baştan kaybetmiş yenik insanların arasında sesi yükselen bir özneyi temsil ettiği içindir ki ‘tanımlanamayan’ bir nitelikte olsa dahi, akılda kalıcı bir niteliğe sahiptir.
Baştan itibaren şiirdeki şiirsel öznenin eyleminin hedefine dair kesin bir bilgi edinemesek de öznenin ve dolayısıyla nesnelerin bekleyiş halindeki hareketliği bize bir ipucu verir. Bu ipuçları elbette ki şairin seçtiği nesnelerden elde edilir: “Nesne, insanın dünyayı etkilemesine, dünyayı değiştirmesine, dünyada etkin bir biçimde var olmasına yarar; nesne, eylem ile insan arasında bir tür aracıdır.”[8] Bu bağlamda şiirdeki nesnelerin giderek oldukları durumları aşıp kendilerine yüklenen görevleri yerine getirmek için durağanlıktan sinematografik bir eyleme girişecekleri beklenebilir. Bütün olumsuzlamalardan sonra sadece bir kucak vardır: “açılınca açıkları kapatan/ acıkınca doyuran/ ve doyururunca/ nasıl da perişan, ne kadar da ölçülü/ darası alınmaz yüküm bu benim/ kayda geçirilemez, narhı konulmaz” Dolayısıyla filmin kareleri beklenildiği gibi aksiyon sahnelerine dönüşmez. Şairin hemen hemen bütün şiirlerinde olduğu gibi olgular, durum ve olaylar karşısında ben’in tutumu belirlenmeli ve nesnelerin safları tanzim edilmelidir.
İsmet Özel’in şiirini kurgularken elinde tuttuğu sabır, okuyucuda heyecanı tetikleyen bir silah gibidir. Her an patlaması beklenen bir silahtır bu. Şiirler bu yüzden olayların, durumların ya da olguların ara ara kapanıp açılmasıyla dikkatleri çeker. Şiirin ilk bölümü de bu yüzden beklenildiği gibi bir çeşit ölümle biter: gerçekten özlemişti beni dünya öze çekmişti/ özüm gelinceye kadar bana temas etmişti/ bu dokunuş parlatınca beni/ benden biraz dünya/ isteyen ricacıları/ öldürdüm ve/ kıtal bitti.
İlk bölümle ikinci bölümü ayıran en önemli gösterge, yeni bir başlangıç isteğidir. Bir geriye dönüş yahut hayatı temize çeken yeni bir başlangıç. Şairde bu isteği uyandıran asıl bilinç, sürekli sorgulamalarla kendisini sınamasıdır. İlk bölümde bu dünyaya iniş macerası dile gelmiş ve ardından bu dünyada vandalca yaşayanlarla arasındaki mesafe belirlenmiştir. Ancak şair, yanında yöresinde olanları da tespitten vazgeçmek istemez. iyi veya kötü ne yapılabilir/ kendi hayatı aleyhine/ binlerce defa dolap/ çevirmiş olan bana? Bu farkındalık, şairin kendi bilincine, kendilik bilincine yakınlığıyla açıklanabilirken şiirsel öznenin kendisiyle de bir çatışması olduğunu haber verir.
İkinci bölümün bir başka özelliği, sorgulamanın dıştan içe yönelmesidir. Bir başka deyişle ilk bölümde ara ara vurgulanan “töhmet”, bu bölümde suçun ya da günahın bu kez benlikle birlikte ele alınmasını zorunlu kılıyormuş gibi şairin kendi derinliklerine inmesine yol açar. Pişmanlığı da beraberinde getiren bir inişin açık sorgusudur bu. Niye indim buraya ben?/ Boşuna mıydı yol boyunca benliğime/ musallat olan belâ/ Bir çevrim tamamlandı mı şimdi/ Yine mi döndüm başa? Dünya, merkezi niteliğini bu bölümde yerini bu kez şiirsel özneye bırakır. Bir kısır döngü halindeki insanın kaygılardan şüpheye doğru hamlesini barındıran bu dizelerde kimi zaman soyut kimi zaman da somut dünya denen nesneden düşünen, sorgulayan, akleden varlığa geçiş aslında bir anlamda insanın varlık âlemine inişini de temsil eder. Elbette ki bu iniş, metafizik değil, imge kökeni olarak sembolik bir göndermeyle dile getirilmiştir. Böylelikle İsmet Özel’de başta vurguladığımız mitik tavır, burada ortaya çıkmaktadır.
İsmet Özel, epik söylemin kökenindeki mitik tavra dönüşle bir Prometheus ya da İkarus’un iç sesinden ziyade sorgulayan modern bir mitik kahramanı gün yüzüne çıkarır. Şiirin bütünü de bu destansı içeriğe uygun olarak uzun ve anlatımcı bir yapıya sahiptir. Kesik kesik ilerleyen adımlarıyla şiirsel öznenin ilerleyişi, geçmiş sorgusuna kapılışı ve daha ileride sürekli çatışmacı yapısından kaynaklanan hamleleri, trajedinin yeni bir açılımını beraberinde getirir. Öznede yoğunlaşan trajik durum, yine nesneler üzerinden gerçekleşir: herşey çok yetersiz senin için/ herşey sana çok fazla/ ayıklarsan ayık durabiliyorsun/ aranı açıyorsun kendinle/ eşyayı araladıkça
Bu ağır, varlığı var oluştan önce özle sorgulayan bilinç, nesneyi ve dolayısıyla dünyayı solduran bir güce sahiptir. Bu yüzden özüne yönelen her eylemi önceleyip karşı hamle yapmakla kendini tanımlar: Olmaz diyor yanımdan ayrılmayan vaşak/ kimse başa dönmemiştir, dönemez/ hele sen geçtiğin o ormanlar/ rüyalarındaki canavarlardan sonra/ çok uzaksın o ilk/ fırlatıldığın zamana.
Bu dizelerdeki vaşak imgesi, özenle seçilmiştir. Anadolu’da ender olarak görülen vaşağın şiirsel öznenin yanında yer alması, boşuna değildir. Niteliklerine yakından baktığımızda bu hayvanın ender görülmesi, ot değil de etle beslenmesi, avına yaklaşırken acımasız oluşu ve her şeyden önce sembolik anlamıyla gizemi barındırıp Ortadoğu ve Yakındoğu kültürlerinde fiziksel duyuların gelişmesini temsil ederek gizlerin ve gizemlerin koruyuculuğunu üstlenmesi onu ayrıcalıklı kılar.
Nesne, varlık için olduğu kadar öze de ayna görevi görür. Bir diğer deyişle nesne, duyulara ve elbette imgelere dair bir aynadır. Seçilen her nesne, özellikleri itibariyle şiirsel öznenin kimi niteliklerini barındırır. Vaşak da bu yönüyle şiirsel öznenin tanımlanmasında açık ipuçları verir okuyucuya. Tüm eylemlerinde kıtale karşı kıtalle cevap veren şiirsel öznenin niteliklerine karşılık gelir.
Kendine ayna olmuş yüreğin
Başbaşa yaptığı karanlık ve duru söyleşi!
Charles Baudelaire
Şiirsel öznenin geri dönemeyecek olması, bu şiirde katışıksız saf bir çelişkinin göstergesidir. Yola çıkılmış, iniş gerçekleşmiş ve nihayet insanların arasına karışılmıştır. Kalabalığın içinde olmak nasıl ki yalnız olmamakla eşdeğer değilse kalabalıkla özdeşleşmek de imkânsızdır. İşte burada daha önce sözünü ettiğimiz “uyumsuz tutku” kavramı ortaya çıkar: “İstikrarsızlığı, güvencesizliği keskinleştiren yeniliğin yaratıcı yıkma görünümüyle birlikte düşünüldüğünde Uyumsuz Tutku, bireyi, birey olmaklığın sınırları içinde düşünülebilecek bütün kimlik yapılanmalarını her an yeni bir yönüyle bölünmüş, parçalanmış, kendisi bile olamamaklığın güçsüzlüğüne doğru itilmiş halde tasarlar. Bireyin bu her an yeni olan yüzü, aynı zamanda onun tepkisel tutumunda paradoksal olarak bir yeknasaklığa dönüşür. Aynı olanın da her an yeniden -ama daha da güçlenerek- karşılaşıyor olmasıyla bireyin yenilgilerle dolu bir umutsuzluğu beraberinde getirmesi şaşırtıcı olmaz. Bir merhale sonrası elde edilen zafer, bu sebeple hiçbir zaman sürekliliğe dönüşmeyecektir. Uyumsuz Tutkunun tekrarlanan ve tekrarlandıkça çoğalan tutumuna bakıldığında yenilgi, modern bireyin biricik istihsalidir.”[9]
Bir yanda öze varış diğer yanda ise bu öze varışı yok edecek, neredeyse tümden ortadan kaldıracak ve tensel oluşla sınırlanan varlık anlayışı, uyumsuz tutkunun temel çelişkisidir. Bu çelişki, yolculukta da derin bir paradoksa dönüşmüştür: Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak/ dönüş yolunu yokederek gelebilirdiniz/ inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine.
İsmet Özel’in “Of Not Being A Jew” şiirde her an yeniden başlayan iniş yolculuğu, İslam kültüründe kimi felsefi risalelerde ya da masal gibi anlatılarda gördüğümüz kuyu ve diğer yolculuklardaki düşüşe benzerse de temel bir farklılık göze çarpar. Çıkılan yolculuk, anlatı kişinin olgunlaşmasıyla sonuçlanır. Oysa şiirde, şiirsel öznenin niteliklerinin olgunlaşmasının ötesinde giderek artan bir şiddet ve nefret vurgusu göze çarpar. Başta da belirttiğimiz üzere bu, şiirsel öznenin kendini dünyayla eşitlemesi neticesinde ortaya çıkan bir tutumdur. Kimseye inanmayan, etrafındaki herkesi sahte bulan özne, onlardaki aşağılık nitelikleri dile getirmekten de geri durmaz. Tecimenler, onlar da sahici değil/ onlar da olmayan tayfaların/ gemilerinden çıkan malları/ sattıklarına inandırmak istiyor/ şehrin acemi insanlarını.
Kendini bu dünyada yalnız bulan öznenin özdeşleşme arzusu, onu Yahudilerle buluşturur. Tarihin hemen hemen bütün devirlerinde yerlerinden kovulan ve ne kadar kültürlerine bağlı olsalar da yaşadıkları coğrafyanın gelenek ve yaşayışından izler taşıyan Yahudiler, yersiz yurtsuz oluşlarıyla dikkatleri çeker. Bir Yahudi alışkanlığı haline gelen yersiz yurtsuzluk, şiirsel öznede bir özdeşleşme mottosuna dönüşür. Kısa bir Yahudi tarihi niteliğindeki şu dizeler, şiirsel özneyle bu ortaklığı tesciller: ama Yahudiler gibi kendinle kalamıyorsun/ herşey çok yetersiz senin için/ herşey sana çok fazla/ ayıklarsan ayık durabiliyorsun/ aranı açıyorsun kendinle/ eşyayı araladıkça/ uyanmanın bedeli serapları fedadır/ uykuyu tadayım dersen/ kâbusa dalmak pahasına./ Tarihe dersini vermen gerek/ yoldan ayrılamazsın/ yediremezsin sokulmayı kendine/ tabiatın apışaralarına/ ne yıkılmış bir tapınağın suskunluğu/ durdurabiliyor seni/ ne gürültülü bir havra./ Yükün ağır.
İsmet Özel, hemen her şiirinde tıpkı gazellerde olduğu gibi şiirin en güzel dizelerini (beytü’l-gazel) gözetir.
“Kardeşler!” deseydim “Kardeşlerim!”
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“Bakın yaklaşıyor…”( Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak)
Tekrarlara dayalı bu dizeler aynı zamanda şiirin giriş kapısıdır:
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!
Bir kısırdöngü ya da ısrarın çatallandığı bu dizelerde İsmet Özel, her iki durumda da önemli bir vurgu yapmak ister: İnsanoğlu, inançlarının peşinde olmalı ve evine, kalbine kendi şarkısıyla dönmelidir. Neyi savunuyor ya da neye inanıyorsa orada olmalıdır.
Sırasıyla bakıldığında Eve dönmek/ kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?/Orada, arada bir beni yoklar/ intihara ayırdığım zamanlar/ bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır/ düzgün sabuklamalardan bana kalan../ Evde/ anlaşılmaz bir tını/ bilmem nereden gelir/ uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan?
Ev, bilindiği kadarıyla bir sığınma, aidiyet ya da varlığın kendisiyle baş başa kaldığı zamanı işaret eder. Oysa şiirsel özneye göre ev, tam tersi bir imge evrenini temsil eder. Bu da evine yabancılaşan bireyi akla getirir ki tümüyle aidiyetinden kopuk bir dünyada Adorno’nun “insanın kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur.” düsturunu akla getiren bir bakış açısıdır. Kendisi de bir Yahudi olan Adorno’nun bu yargıdaki ahlâk göndermesi bu dizelerdeki bilinç çatışmasında bireysel ahlâk tarafını da oluşturur. Bir başka deyişle ev, ahlâkın kaynağı olarak anlaşılması gerekirken tuhaf bir sesin, bir iç kanamasının kaynağıdır. Bu olumsuz bakış, Yahudiler için geçerli olabileceği gibi onlarla özdeşlik kuran şiirsel özne için de geçerlidir. Daha ileriye giderek nesneyle ve dolayısıyla dünyayla evi eşitleyen bakış, ahlâk sorununu daha derinden yaşamaktadır. Burada Yahudilerle olan bağ, yersiz yurtsuzluğun çıkış noktasına bir atıftır. Daha ötesinde şiirsel özne, bu evsizliğin uzamını genişleterek bu dünyaya ait kılar.
Dizedeki ikinci aşama olan “şarkı”, yaşanası asıl hayatı yıkan bir başka acıdır. Sıradan gibi gözükse de yaşanılanı anlamlı kılan aşkla bir değere kavuşan insanlar böylelikle ikinci sürgüne doğru yol alacak ve insanlık asıl Holokost’u yani katliamı görecektir. Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek/ ağdası çözülecek bana aşktan bulaşan kozlarım/ şehrin insanları yumruklarımda beyaz bulut/ yolun çamurunda revnâk-ı bahar bulacaklar/ ben şarkıya dönünce/ boğazlarındaki boğum insanların epriyecek/ ve onun yerine hergünkü işleri yaparken/ kepenkleri kaldırırken, silerken tezgâhı/ kalbe gizlice batan kıymık geçecek/ şarkıya dönersem, yanık bir şarkıya/ holokost neymiş meğer/ herkes bilecek
Bu yönüyle şarkı, bir üst anlama yani soyut bir değere yükselmişse de buradaki tarihsel arka plan, Yahudiler fırınlarda yakılırken o esnada kamplarda yüksek sesle şarkı dinletilmesidir. Ölen insanların çığlıklarının duyulmaması için dinlenen şarkının hayatın güzelliğini anlatması da bu derin çelişkinin bir başka yönüdür. Yanık şarkı imgesi, her iki anlamda kullanılırken şiirsel özne daha geniş bir uzamda modern hayatla insanların yalnızca evlerinde değil benliklerinde de kendilerini evlerinde hissetmemelerini eleştirir. Akıl tutulması ya da gerçeklik dışına itilen bilinç, aldatıcı olan bir şarkıyla yani yaşanılan sıradan hayatla kirli, rezil ölümüne doğru hızlı adımlarla ilerlemektedir. Sıradan işlerle her günkü hayatlarını sürdüren insanların aymazlığı, bu yüzden şiirsel öznede bir bilinç ölümünden farklı değildir.
Şiirin de şiirsel öznenin de kalbinin attığı yer, bir başka deyişle şiirin imge evrenini oluşturan tüm imgelerin toplandığı dizelerle devam eden İsmet Özel, artık sona doğru yaklaşan ve çıktığı yolculukta yenilgiyi kabul eden bir sesi dile getirir:
Kalbime döneceğim, ama hangi yolla?/ Yedeğimdeki okunaksız/ şarapla lekelenmiş, solgun harita/ uyduruk bir şey mi bilmiyorum/ yoksa sahiden definenin yeri/ gösteriliyor mu orada?/ Ama boşver… Nasıl bir ilgi olabilir/ kalbe dönmekle define bulmak arasında?
Kalpten yola çıkan yolcu, duyduğu şarkılarla yolunu şaşırıp kaybolduysa ve daha kötüsü kendini evinde hissetmiyorsa o kalpten de şüphe etmenin vakti gelmiş midir? Bu kayboluş, bu yenilgi, acaba bütün insanlığın yitip gitmesi midir?
Bu sorular ve daha niceleri şiirsel öznenin aklının sınırlarını zorlayan birer çıkmaz sokaktır. Kendine yakın bulabileceği nirengi noktası ise “birkaç kaçık”tan başkası değildir. ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için/ hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde
Özellikle II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası Avrupa’sında Yahudiler için yaşanan şey, modern insan için de geçerlidir. Nitekim aynı zamanda düşünce hamleleriyle ya da romanlarıyla Theodor W. Adorno, Walter Benjamin, Stefan Zweig, Robert Musil nasıl bu yersiz yurtsuzluğu derinden yaşamışsa modern insan da aslında daha ileri giderek kendini kalbinde hissetmemesi tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bütün bunların sebebi, elbette insanın nesneyle olan ilişkisinde düğümlenir. Nesne, bir araçtır ve başta da belirttiğimiz gibi dış dünyayla olan ilişki biçimimizi belirler. Nesnenin olanca direnci, nesneye olan tutkumuzdur. Tutkularımızsa var oluşumuzun uçurumlarıdır.
Şiirsel öznenin bu tespitin arkasında dururken gösterdiği direnç, bir övünmeyle zaman zaman da kahırlanmayla kalbe ve hayatın çelik levhasına kazınmak içindir sanki. Çelik, ne kadar dirençli bir nesneyse direnç de o denli şiddetli olmalıdır çünkü.
İsmet Özel, diğer şiirlerinde olduğu gibi “Of Not Being A Jew” şiirinde de insan, kalp ve dünya imge evreni etrafında dolaşır. Şiirlerindeki ben ve bu şahıs ekinin çokluğu bir yana her birinde yıkıcı bir bilincin varlığı, tutkuların çarpıştığı akıl ve daha önemlisi kalbin yurdunda kendini evinde hissetmemek gerçekten bir ahlâk sorunudur.
[1] İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, s.23
[2] İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, s.21
[3] İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, s.38
[4] İsmet Özel, “Şairler İntellect’in Pençesinde” Çenebazlık, İçinde Şule Yay. İst. 2006, s. 54
[5] İsmet Özel, Age., s. 54
[6] İsmet Özel, Age., s.62
[7] Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi (Çev.: Ayhan Çitil) Özne Yay. İst., 1998, s.362
[8] Roland Barthes, Göstergebilimsel Serüven (Çev.: Mehmet Rifat-Sema Rifat ) YKY., İst., 1993, s.165
[9] Bkz., Hayrettin Orhanoğlu, “Uyumsuz Tutku ve Kargaşa: İsmet Özel-II”, Merdiven, S.22, Ekim 2000