Edebiyat dünyası onu daha çok yaptığı ilgi çekici, akılda kalıcı tasarımlarıyla tanıyordu ancak son günlerde iki öykü kitabını da kısa süreli arayla okura sunarak bu konuda da ne kadar ciddi olduğunu cümle âleme gösterdi. Kimden bahsediyorum? Hıdır Murat Doğan’dan. Öğretmenlik, tasarımcılık, fotoğrafçılık, amatör müzisyenlik gibi vasıflarla beraber yirmi dört saatin yetmediği insanlardan biri olan Hıdır Murat Doğan ile daha önce Kaos Çocuk Parkı Kolektifi aracılığıyla ufak bir tanışıklığımız da mevcut. Onun öykücü yanını es geçtiğimi herkese itiraf etmeliyim; bu hatamdan dolayı kendime kızıyorum. Her iki kitabı da okuduktan sonra gördüm ki yakın iç coğrafyamı anlatan bu tür eserleri okuma konusunda ertelememeliyim.
Hayatının büyük bölümünü sanata adamış bu güzel insanla iki kitabı, Kütürt ve Soğuk Masal, hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
HAKAN UNUTMAZ: Kısa sürede iki öykü kitabı çıkardın. Kitapların oluşumundan biraz bahsedebilir misin?
Yaklaşık on yıldan fazla zaman önce birkaç arkadaşımın zorlaması ve hatta bizzat yayınlatmak istemesiyle bu defterlerden arta kalan öyküleri çeşitli dergilere göndermeye başladım. Çok sayıda dergi ve yayın organında bu öykülerim yayımlandı. Akabinde Kaos Çocuk Parkı’ndan arkadaşlarımız ile tanıştım. İyi ki tanıştım.Nitelikli şeyler yazan-çizen, bunun kaygısını sonuna kadar taşıyan aykırı insanlarla karşılaşmıştım artık. Aykırı adamların hikâyelerini anlatıyordum zaten. O hikâyelerin anlatılabileceği en iyi yerde durmuş oldum böylece.
Kitaplar aslında çoğunlukla o dönemlerden kalma eserlerimden oluşuyor. Üzerinden geçilmiş ve derlenmiş biçimde sunulan öykülerim artık bunlar. Kaos Çocuk Parkı’ndan değerli dostum Lokman Kurucu’nun isteği ve desteğiyle yeniden derlenen bu öyküler zaten bir araya gelince bütünlük taşıyan birer kitaba dönüştüler. Hepimizin ayrı ayrı hikâyeleri bir bütünlük taşır. Buna dünya denir. Kitap bir dünyadır.
H.U.: Kütürt’de de Soğuk Masal’da da öykülerin isimleri hayli ilgi çekici. Genellikle bu isimler alışılagelmiş tamlamalardan ziyade cümlelerden oluşuyor. Bunu niçin yapıyorsun? Ayrıca bu denli merak uyandırıcı öykü isimlerini nasıl ortaya çıkarıyorsun?
H.M.D.: Genellikle normalin dışında yaşayan-yaşamış erkek hikâyeleri anlatıyorum. Cinsiyetçilik yaptığım düşünülmesin lütfen. Kendimden yola çıkarak anlattığım hikâyeler bunlar çünkü. Normal olmayan bu adamları ancak alışılmışın dışında cümlelerle tanımlayabilirdik. Öykülerini de öyle… Kendim de çok normal bir adam sayılmam. Hayata karşı bir mukavemet biçimi olarak, deliliğe veya çocukluğa vuruyorum.
Öykülerimi yazarken büyük zevk duyuyorum. Bu durum bir kibir olarak adlandırılmasın isterim. Yazmaktan zevk duyuyorum, güzel yazdığımı düşünmüyorum. Kendimce “anlatılması gereken şeylerdi bunlar” diye düşünüyorum. Başlıklar yola çıkıp kendisi geliyor. Hepsi bu.
H.U.: Öykülerde birinci tekil yani “ben” ağzı gözüme çarptı. Olayları kendi merkezinden anlatma yolunu seçmişsin. Bir de çok fazla “ölüm” var sayfalarda. Bu anlatıcı kişisini ve bu temayı seçmenin nedeni nedir?
H.M.D: Ben. Çünkü önce kendim hissetmeliyim gibi gelir bana hep tüm hikâyeleri. Yaşamasam da ben. Çünkü öykülerde mutlaka benden de bir şeyler var. Hiç fena olmayan ama utangaç bir çocukluk geçirdim. Hiç fena olmayan bir hayat yaşadım aslında. Hiç Tahran’a gitmedim, Hiç Paris’te bulunmadım. Aslında belki anlattığım bu adamların birçoğunu tanımadım. Ama onlar da varlar. Gerçekten. Utandığım şeyleri belki de karakterlere söyletme yolunu seçtim. Bilemiyorum.
Ölüm. Annem öldü biliyor musun? Hiç beklemediğim bir anda üstelik. Bu öykülerin çok uzun zamandan beri yazılan şeylerden oluştuğunu söylemiştim az önce. Annem ölmeden önce yazılan şeyler. Ama öykülerde ölüm hep vardı, doğru. Çünkü bir gün annemin öleceğini biliyordum. Didem Madak’ın dediği gibiydi belki de: “Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, / bu acımasız ölü anne sesini.”
Ölüm hep var. İnan bana var. Her şey ve herkes mutlaka ölüyor. Hiç beklemediğin bir anda üstelik. Az önce hayatımızın bir öykü olduğunu belirtmiştim. Ölüm bir sonuç cümlesidir. Mesela ben kadar annesiz büyümedi annem. Yazmasam öykünün ne anlamı kalırdı ki?
H.U.: Taşrada da olsa şehirde de olsa toplumsal çağ sınıflandırmasına göre genellikle alt tabaka diyebileceğimiz karakterler baskın görülüyor öykülerde. Özellikle de bu insanların kabullenilmiş yalnızlıkları göze çarpıyor. Ayrıca her iki kitapta da şiirselliği atlamamak gerek. Çoğu öyküyü dize şeklinde görselleştirirsek fena şiirler olmayacak gibi geldi bana. Öykülerini nasıl yazıyorsun? Beslenme kaynakların neler? Şiirden besleniyor musun mesela?
H.M.D: Esasen kendim böyle bir ortamda büyümedim diyebiliriz. Bir yanı kentin temiz caddelerinde gezen ama diğer yanı bir Anadolu köyünün toprak damlı bir evinde ninesinin çatlamış ayak uçlarına kıvrılan bir çocukluktu benimki. Çok duygusal bir çocuktum. Sanırım hâlâ öyleyim. Öykülerimdeki adamların hayatlarını da anlatmak gerekiyordu. O tertemiz caddelerin arkasında arka sokaklar vardı çünkü… Varlar. Oradalar.
Yalnızlık. Hepimiz yalnızız. İnan bana yalnızız. Ölüm herkes için var. Acı da öyle. Yalnızlık da.
Şiirsellik noktasında bir şey diyemiyorum açıkçası. Mutlaka ondan da besleniyorum ama şiir çok riskli bir alanmış gibi geliyor bana bazen. Çünkü bir imgenin kıvamını tutturamazsan sanki komik birşeye dönüşüyormuş gibi geliyor. Denemedim değil şiir yazmayı. Ama komik bir fıkraymış gibi hissettim yazarken işte. Şairlere gerçekten saygı duyuyorum. Ama ben o kadar kısa biçimde yazmayı başaramadım. Bu yüzden öyküye kaçtım belki de. Çünkü birkaç dizeyle tanımlayamadım, anlatamadım derdimi.
Beslenme kaynaklarım diyemeyiz belki ama beslenme kaynağım, bizzat kendimim. “Gözlem yeteneğim iyidir” gibi bir cümle kurmayacağım elbette. Ama gözlem yapmayı severim. Tekrara düşmüş olacağım ama anlatılması gereken sadece kendi hikâyem de değildi. Gördüğüm dünya, sokaktaki adam, yaşadığım apartmanda oturan ve elli kedi besleyen delirmiş kadın, bir uçakta yan koltuğumda oturan o üzgün adam, bindiğim otobüs geceyi ve karla kaplı bir yaylayı yarıp geçerken ay ışığı altında uzaktan görünen o toprak damlı ev, Balat’ta bir yokuştan aşağı koşturan o çocuk… Hepsi.
Bir zaman bir yerlerde şöyle demiştim: Bir adamı, bir yılbaşı gecesi uzun bir otobüs yolculuğu yapmaya zorlayan şey nedir? Yılbaşı gecesi de çalışır o otobüsler dostum. İçinde yolcularla. Kim ister ki Gürün soğuğunda tombala oynamayı?
H.M.D.: Aslında sanırım tasarımlarımın da öykücülükle bir ilişkisi var. Bir öykücü olarak bazen bazı şeyleri anlatacak kelime bulamadığım oluyor. Olay örüntüsünü oturtamadığım oluyor. Onu, o öyküyü resmetmek gerekiyor belki zede. Veya belki de bunlar yani bu tasarımlar öykülerin çıldırmış haline dönüşüyor. Çünkü öykünün tanımı “gerçek ya da gerçeğe yakın” diye yapılıyordu ilkokulda. Gerçekten bir matkap kafatasımızı delmese bile bazen yaşadıklarımız delmekten beter etmiyor mu? “Gerçek ya da gerçeğe yakın” tanımının dışında kalan bu olayları resmederek üzerimden yükü atıyorum. Bu dünya hepimizin kafatasında matkapla delikler açtı. Kocaman, kara delikler. Yalansa yalan de!
Söyleşi: Hakan Unutmaz