“Yolculuk, bizi yeniden oluşturan, çok ciddi ve çok yüce bir bilgi birikimidir.”
Albert Camus
Yol ve yolculuk söyleminin şiirimizde hep özel bir yeri olmuştur. Yola çıkmak, yol açmak, yol başı, yolculuğa çıkarmak hem poetika, hem de pastoral şiirin içinde varlığını sürdüren anlama ve anlatım biçimleri arasındadır. Söz gelişi, Ahmet Haşim’in “Yollar” şiiri, epikten “pastoral”e uzanan çizgide ama hayal ile simgenin sınırlarında bir metindir. Bu şiir, sanki bizi, çoklu açılımlar ve kaynaklara götüren bir kilometre taşı görevini görür.
Hilmi Yavuz’un, “Yol Arkadaşlarıma” ithafıyla başlayan Yolculuk Şiirleri, aslında, yukarıdaki yolculuk arkadaşlarına da bir sesleniş, selam göndermedir. Keza, şair, klasik şiirimizin ustalarından Esrâr Dede’nin “Döner döner bakarım kûy-i yâre âh ederim” şeklindeki paralel okumalara işaret eden ve geleneği referans alan mısraını, kitabının birinci bölümü için epigraf olarak seçerken; sadece “doğu”ya değil, geçmişle kurulacak bağın zaman tüneline çıkarır bizi. Hatta bu, birinci bölümün adını taşıyan “Doğu’ya Yolculuk”, şairin daha önceki şiir kitabı Doğu Şiirleri (1977) ile kesişen ve geleneği kuşatan bir açılımdır.
Hilmi Yavuz, içsel bir yolculuğu, serüvenden öte bireyin varlığına işaret eden, “yolcu ten’dir, eğer yollar bedense” teziyle, Hermann Hesse’in “Doğuya yolculuk ediyorduk, ama Ortaçağ’a ya da Altın Çağ’a” dediği Doğu Yolculuğu’nu, felsefe ve mistisizminin temelinden alarak; “evren”in sırlı yüzüne, hiç değilse, Oran-Paris, Paris-Roma arası gelgitlere davet eder. Hermann Hesse, kendi hesabına, hayranı olduğu “doğu”ya hareket ederken; “Hedefimiz doğuya varmak değildi, daha doğrusu bizim doğu’muz salt bir ülke, ya da coğrafî bir yer değil, ruhun yurdu ve gençliğiydi” dediği söylemine kilitler bizi. İşte bu yaklaşım, Hilmi Yavuz’da “duymak sanki bir gülün/yolculuğu gibidir” parolasına dönüşür ve içten içe davet edildiğimiz masaldan çıkarılacak ders iyice derinleşir. Dahası, “Miho ile Kissé için” adanan “bir mektuptur gün” söyleminin haritası çıkarılır karşımıza.
Puşkin’in Erzurum Yolculuğu (Journey to Erzurum), Tolstoy’un Romanya’ya kadar süren seyahati, Gorki’nin “yol” arkadaşlığı ve Dostoyevski’nin, “Seyahat etmek fena ve keder verici bir şey” sözü her şeyden önce, bir çıkış, bir karşılık bulur Hilmi Yavuz’un “Yolculuk Şiirleri”nde. Bununla da kalmaz, romantizmin olgun taraflarını, hayalin hakikate ulaşan çehresini de yakalarız, bizi daha çok “iç” yolculuğa çıkaran onun bu şiirlerinde. Öte yandan, şair, Geçmiş Yaz Defterleri adlı kitabında, bu yolculuğun kısa bir muhasebesini de yapar: “Şimdi altmışımı geçmişken, oda’dan Mâsivâ’ya nasıl geldim? Nasıl bir yolculuktu bu! Yolculuk mu, yoksa yolculuksu bir şey mi?” Bu muhasebe, bazen “bir yoldur gider de varmaz iline” biçimdeki Karacaoğlan söyleyişine, bazen “o tekinsiz ve o irinli saat,/çalınca, bilirim yollar cerahat”, “yolculuklar sanki birer akbaba; tünerler, beklerler yolcuyu” biçiminde kötümser havaya ve bazen de önceki şiirlerinden “Ney”e yansıyan alegorik atmosfere bürünür.
Fransız yazar Philippe Labro, Yolculuk (La Traversée) adlı anı-romanında, Paris Cochin hastanesinin yoğun bakım ünitesinde hayatla ölüm arasındaki on gün süren “yolculuğu”nu anlatır. İlk yurt dışı yolculuğunu, o zaman tekin olmayan ve şimdi haritada bulunmayan bir ülkeye yapan biri olarak; bu Fransız yazarın hayat-ölüm arasındaki ince çizgisine empatiyle yaklaşırım hep. Hilmi Yavuz, “Yolculuk ve Sorular” şiirinde bu duruma sanki ironik bir kapı aralar: “Yolculuk öncesiydi, bize ‘Dar/Kapı’dan geçiniz…’ mi dediler?/geçtik de ne oldu? âh, birer birer/suçlar, aşklar… acı limonlar”. İşte bu ruh halinin “dur yolcu” ile simgeleşen boyutu, üç farklı edebiyat eserine yapılan (André Gide, Lawrence Durrell, Necmettin Halil) “telmih”in kazandırdığı açılımla müphemiyetten uzaklaşır.
Hilmi Yavuz, Yolculuk Şiirleri’yle, sadece doğuya değil, batıya ve “öte”ye de yolculuğa çıkarır okuyucuyu. Bu şiirlerinde, batıya ait söylem ve semboller, Odysseus Elitis’in “Where did you wander all day long in the hard reverie of stone and sea?” sorusuyla başlayıp; Akdeniz, yaz günü, melisa, düğün ve güz’le sürer. Doğuya nazaran, dört beş adım daha kısa olan bu “batı” yolculuğu, zikzaklar çizmeden daha çok simetrik bir adrese götürür bizi. Dostoyevski, ülkesinin karasuları dışında geçen zamanlardaki ruh halini, “Bütün yabancı ülkelerde kendimi bir somundan kesilmiş ekmeye benzetiyorum” şeklindeki veciz bir espriyle anlatır. “Gariban”lığa ve boheme bulaşmayan bu tespit, bize hemen, Albert Camus’nün, “Ülkemizden, dilimizden uzaktayken bir anda içimizi nedensiz bir korku kaplar ve içgüdüsel bir arzuyla eski alışkanlıkların sığınağına yeniden kavuşmak isteriz” sözünü hatırlatır. Öte yandan, Albert Camus, ABD ve Güney Amerika yolculukları anlattığı Yolculuk Günlükleri adlı gezi kitabındaki pek çok söylemi, bir yanı da felsefeyle beslenen Hilmi Yavuz’un şiirine sıçrayan ve bir gidişat, seyir ya da bir “râh” açısından, “söz yolunda gerek”, “yolunu kaybeden yoldur” tezlerine karşılık gelir.
Somut bir yolculuğun insana kazandırabilecekleri konusunda Stefan Zweig iddialı konuşur. Ona göre, yolculuk, kişiye huzur ve özgürlük kazandırmaktadır: “Yolculuk sırasındayken bütün bağlantılarım kopuveriyor, kendimi çok rahat, bağlantısız ve özgür hissediyorum”. Yukarıda da, sıkça görüşlerine başvurduğumuz Albert Camus, aslında bu durumu, filozof kimliğiyle net bir biçimde açıklar. Ona göre “yolculuğun” sırrı şu cümlede toplanmalıdır: “Kendimizi geliştirmek için yolculuk yapılır; kendini geliştirmekten, en öz duyumuz olan ölümsüzlük duyumuzu harekete geçirmeyi anlıyorsak elbette.” Bu durum, Hilmi Yavuz da ise, bir ‘tren’ motifi gibi görünse de, zıt bir istikamet çizer. Onun, özellikle, “yollar biraz daha sararsa/sarılan o yumaktır kalbime benim”, “yoldur bu, görünmez olur kar” ve “yollar da gittiler, -gidiş o gidiş!/yolcuya dadanan solgun meneviş” mısralarının şekillendirdiği atmosfer, uhrevi bir problemle kesişerek; üstü kapalı bir huzursuzluğu nakleder. Şüphesiz, buradan ‘açmaz’a izin vermeyen, ama şiirimizde Şeyh Galib’le başlatabileceğimiz ve şair(ler)e özgü kimi karakteristik referansa da gidebiliriz.
Biyografik okumadan hareketle, Yolculuk Şiirleri’nin izlerini Hilmi Yavuz’un hayat hikayesinde de görebiliriz. Biyografiden şiire damıtılan, çoğu zaman da şiirden biyografinin ipuçlarını yansıtan veriler karşımıza çıkar. Hilmi Yavuz, yaz aylarını geçirdiği Bodrum’un Yahşi Yalısı’nda yazdığı ‘defterler’ çok zaman, hayatın çeşitli renklerine dair bilincin kapılarını aralamamızı ister. Bu noktada, yazarın hem Geçmiş Yaz Defterleri hem de bu kitaptan yedi yıl sonra yayınlanan Bulanık Defterler önemli birer kılavuz olur. Aynı zamanda, “batı şiirleri”ne de karşılık gelen ve gözlemi öne çıkaran yargıları da okuruz bu metinlerde. Şairin, “deniz kıyısı! seni sevenler/bugüne ad vermeli;/toprağa, sıcak, seriliyor/yolların köpüğü” söylemini, Albert Camus, “reel” yolculuklarının intibalarını kaydederken; hem, “Yola koyuluyoruz. Yolda, kırmızı sardunyaların olağanüstü parıltısı. Deli, kutusundan boyuna yarılmış çatlak kısmı bir kauçuk parçasıyla sarılmış bir kamış çıkardı. Adam kamıştan tuhaf, dertli ve sıcak bir müzik üflüyor: Yola yağmur yağıyor” biçimde yarı rasyonel olarak çizer, hem de “Yolculuk yapmak neşeli değildir, kolay da değildir” felsefesine yaslandırır.
Kısaca, Hilmi Yavuz’un “yolculuk ve şiir”ini, salt “vagon penceresinden” seyretmek eksik bir kazanım olacaktır.
ada