Nesrin Çoruh: Bir edebi metnin fikrinin nasıl oluştuğunu ve yazım sürecini hep merak etmişimdir. Ausgang romanının zihninizde çıkış noktası ne zaman nasıl oldu? Yazım sürecinde nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz?
Serkan Türk: Çeyrek yüzyıl medya sektöründe çalışmış biri olarak, sinemacılar, müzisyenler, edebiyatçılar, haberciler hep çevremdeydiler. Şiirlerimi besteleyen genç müzisyenlerle çalıştım zaman zaman. Onların üretimlerindeki heyecana ortak oldum. Kitapta da bahsi geçen müzik yapan toplulukla oturduğumuz bir gece bu romanın ilk nüvesi atıldı. Sonra zaman zaman aklıma geldikçe düşündüğüm bir düşünce olarak uzun yıllar serpilip gelişti.
Bir fikrin roman mı, şiir mi, öykü mü olacağına karar veren sanırım onun benim üzerimde oluşturduğu genel etki. 13 yaşındaydım, teyzem tek oğlunu kaybetti. Kuzenimin ölümü hepimizin hayatlarının kısmen değişmesine neden oldu o dönemde.
Yazı benim hep sığınağımdı. Düşüncelerimi, hislerimi konuşmaktansa yazmayı tercih ediyordum. Evliliğinin 20. Yılı dünyaya gelmiş oğlunu, büyük hevesini kaybetmiş teyzemin neler hissedebileceğini anlamam mümkün değildi ama acıyı kavramaya zorluyordum benliğimi. Geçmişine dair bütün ayrıntıları öğrenmeye çalışıyordum. Söyleyemediklerinin, yaşayamadıklarının onu bir hayalete dönüştürdüğünü görmek çok yaralayıcıydı. Belki, diyordum, günün birinde bunun romanını yazarım. Öykü kitaplarım basılıyor ve ben teyzemin gölgesini unutamıyordum. Sonra günün birinde bir sabah bir şiire dönüştü o acı.
yatağında uzanan
göğün rengiyle ilgilenmiyor
güneşin sarısıyla
uzamasıyla mısırların
çok zaman önce havlu atmış hayata
bir deri bir kemik kalsa iyi
ruhunun uzağında
gölgesini çoktan gömmüş,
diye başlayan. Kalp mi bellek mi, ruh mu, zamanın taşıyıcılığı mı karar veriyor bir metnin oluşmasına sizce?
Münevver Saral: Onnik Efendiden söz etmeden olmaz tabi. Roman pek çok açıdan güzeldi ama benim en çok sevdiğim ve beğendiğim bölüm Onnik Efendinin parkta tanıştığı kadınla olan hikâyesiydi. Kötülüğü görmezden gelmenin iyiliğe neden olacağı savı da çıkıyor hikâyeden, ne söylemek istersin?
Serkan Türk: Şüphesiz sıradan hayatlarımızı gerilimler farklı kılıyor. Yaşadığımız bir kötülüğe karşı verdiğimiz tepkiler ruhumuzun kısmi yansıması. Onnik efendi ilk gençliğinden itibaren toplumsal şiddetin mağduru olarak çok acı çekti. Hayatının büyük bölümünü geride bırakmış insanların en büyük öğreticisi zamanın fısıldadığını duyacak kadar şanslıydı bir yandan. Kötülüğün alevini besleyen şey yine kötülük. O bunun dışında olan bir yolu tercih ediyor. Başına geleni görmezden gelmiyor elbette ama iyilikle dönebilir mi dünya bilmek istiyor. Romanın hikayesi gerilim isterken o olabildiğince sakinleştiriyor iç seslerini.
Gülşen Paşa Güzey: Romanda nesli tükenen hayvanlardan çeşitli toplumsal/siyasal olaylara yer vermişsiniz. Bütün bunlar planlı bir şekilde mi yazıldı yoksa yazmaya başladıktan sonra da anlık eklediğiniz herhangi bir olay var mı?
Serkan Türk: Belleğimdekilerle hesaplaşmaya çalıştım. Bir çeşit hatırlama çabası. Nelere tanık olduğumu, neleri duyduğumu ve gördüğümü listeledim diyebilirim. Elbette hepsini anlatmayı tercih etmedim. Romanı bütünlüğüne katkı sunacak olanları değerlendirdim. İnsanın insana ettiği kötülüğün resmi çok. Ben bazılarını romanla bugüne taşıdım.
Yunus Çinçin: Ausgang adlı romanınıza şiirinizle başlayıp romanınızı şiirinizle bitiriyorsunuz. Aynı durumu “Uyurgezer Bir Gölge ” adlı öykü kitabınızda da görüyoruz. Bu eğiliminizin nedeni ya da nedenleri neler?
Serkan Türk: Edebiyatta en az ilgi gören tür şiir. Bir üvey dil gibi, insanların dünyasında şiire ne kadar az yer açtığını gördükçe bu eksikliği kendi adıma gidermek için bir yöntem olarak bu durumu benimsediğimi söylemem mümkün. Öykülerimdeki ve romanımdaki şiirsel dil bunun yansıması. Dünyayı kavrama biçimim şiirsellik. Rüzgârın ılık ılık esip geçtiği çayırlar, ayın gölgelediği bahçe, denizin yüzeyindeki yakamozlar gibi metinlerin başında, içinde, sonunda okura başka bir şarkıları hatırlatma isteği.
Münevver Saral: Ausgang, yazarın öngörüsüyle sanki bugüne yazılmış bir roman. “Şunun şurasında kaç yıl önceydi oysa, isteyen istediği gibi geçip gidiyordu ülkeden ülkeye. Şimdi hepimiz bir kafesin içinde kanat çırpıyoruz.” 64. sayfadan alıntıladığım bu cümleler çok ilgi çekici. Değil ülkeden ülkeye aynı ülke içinde şehirden şehre gidemediğimiz, evlerimize kapandığımız şu günlerde neler söylemek istersin bu cümleler hakkında.
Serkan Türk: Her türlü özgürlüğün kıymetli bir şey olduğunu kavramamız açısından önemli bir süreç yaşıyoruz. Pandemi kurduğumuz bağları, dünyayı anlamamızı, hırslarımız karşısındaki yenilgilerimizi görmemizi de sağladı bana kalırsa. Sosyal medyada bir furya gibi başlayan saksılarda büyütülen bitki fotoğraflarının, toprağa bağlılığımızın önümüzdeki süreçte nereye evrileceğini merak ediyorum.
Nesrin Çoruh: Romanın başlarında müzisyen gençlerden Onnik Efendi’nin sadece günlük bir defterinin Hami Pazarlı’ya verildiğini öğreniyoruz ve sonunda Hami Pazarlı o dost bildiği insanlardan Sıdıka’nın kapısını çalıyor. Burada roman bitiyor. Ausgang-2 mi geliyor yoksa?
Serkan Türk: Yazar olarak kendimi bir şey yazmaya zorlamaktansa şimdiye kadar bana gelip kendini dayatan hikâyelere güvendim. Hiç beni yanıltmadı bu içsel inanç. Ausgang’ı yazma evresinde kitabın adına da finaline de neredeyse kitabın ortalarında karar vermiştim. Yazmaya tercih ettiğim metinlerin öncesini, sonrasını da düşünürüm. Zihinde devam eden metinler beni hep heyecanlandırır. Bu kitapta da öyle oldu. İkinci bir kitap planlamadım. Yine de kahramanların yakamı kolayca bırakmadığının bilinciyle bu sorunun yanıtını da net kestiremiyorum.
Serkan Türk: Hayatımın büyük bölümü Trabzon’da geçti. Bir dönem Kıbrıs’ta yaşadım. Berlin’de bir dergi ile iki yıl ortak çalışmalar yürüttüm ve sıkça Almanya’ya gidip geldim. Başka yerlerde de dönem dönem bulundum. Küçük yerlerin monotonluğunun beni dönüştürmesini severim. Fırsat buldukça da bu yolculuklarla da kendimi dönüştürürüm. Doğanın dili her şeyin üstündedir. Ağaçlara, bulutlara, çayırlara, nehirlere inanırım. Soyum bir ağaçtan gelir bile demişliğim var.
Seher Yerlikaya: Roman kahramanı Hami Pazarlı kendini anlatırken sen dilini kullanıyor. Romanınızda bu anlatım tarzını şekillendirirken zorlandınız mı?
Serkan Türk: Sen dilini öykülerimde de kullanmayı tercih ettiğim için bu konuda biraz antremanlıydım. İki farklı dönem, iki farklı insanı benzer şekilde anlatmaktansa anlatıcılarını çeşitlendirmenin daha iyi olacağını düşündüm. Elbette riskli bir şeydi ama üstesinden geldiğime inanıyorum.
Birgül Yangın Aslanoğlu: Serkan Türk yazarlar dünyayı yakından gözlemler ve gözlemlerini kaydederler. Bu eserde incelikli bir gözlem yeteneğiniz var yani tanıklık etme yeteneğiniz ön planda. Gözlemini aktardığınız olayları özellikle sosyal tarihi mevzuları yüzeysel ele almayı tercih etmişsiniz. Bunun nedeni okuyucunun çağrışımları yakalaması isteğinizden mi kaynaklanıyor?
Serkan Türk: Okurun duygusuna inancım tam. belki bu yüzden bazı şeyleri sezgilere bırakıyorum. Dünyada acının tarifi bile kişisellik barındırıyor.
Harun Eytemiş: Hami Pazarlı ismi neden sadece bir yerde geçiyor. İsim önemli değil aslında birçoğumuz Hami Pazarlı’yız mı demek istediniz Serkan Türk?
Serkan Türk: öykülerimde de denediğim bir şey bu. Kimlikler, dil, din, cinsiyetler vs sınırlandırır bizi. Bunun için bir isime gerçekten ihtiyaç var mı anlatırken. Güncel anlatıcının adını belirtmeye bilirdim ama bir yerde bu isme ihtiyaç duydum. O da yine ismin içinde gizli. Herhangi bir isim değil seçtiğim.
Mutlu Özçelik: Karadeniz insansınız. Ancak daha çok Batı Anadolu insanının kaleminden çıkmış bir eser gibi gözüküyor. Pıtrak dikenini nerde gördünüz?
Serkan Türk: Çok gezenin ayağına her diken bulaşır.
Nesrin Çoruh: Romandaki bazı karakterlerin isimleri ve romandaki işlevi arasında bağlantı olduğunu düşünüyorum. Hami: Koruyan kollayan anlamı karakterin Onnik Efendi’nin anılarının kollayıcısı olduğunu düşündürebilir. Hranuş: Tatlı alev? Böyle düşünerek mi oluşturdunuz kahramanlarınızın isimlerini Serkan Bey?
Serkan Türk: İsimleri seçerken epeyce düşündüm. Çocuğunuza isim seçmek gibi bir şey öykülerinizde kullanacağınız adları seçmek. Ne anlama geldiğine baktım. Çağrışımlar çünkü hayat boyu işe yarar.
Seher Yerlikaya: Serkan Bey, kendinize örnek aldığınız bir yazar var mı? Ya da ilham aldığınız birileri?
Serkan Türk: Birilerine öykünmek çocuklukta olur çoğunlukla. Benim de mutlaka o dönemlerde etkisinden kurtulamadığım kitaplar oldu. Bugüne geldiğimizde kendi dilini yaratma beceriniz yoksa zaten yazar olmanız mümkün olmuyor. İlgiyle okuduğum yazarlar, şairler var. Bana ilham veren şeyse doğanın öğreticiliği.
Gülşen Paşa Güzey: Sayfa 97’de Onnik Efendi okuduğu bir kitaptan etkilendiğini söylüyor. O kitap Cesur Yeni Dünya mı? Dünyanın bir distopyaya sürüklendiğini hissettiğiniz olumsuz durumlar var mı?
Serkan Türk: Cesur Yeni Dünya’yı henüz okumadım. Dünya başka yere gidiyor bunun hepimiz farkındayız. Bu kitapla aynı süreçte başka bir roman kurgusu beni meşgul ediyordu. Gelecekte geçiyordu mevzusu. Toprağa ayak basmamışların uygarlığında.
Yunus Çinçin: Romandaki Hacer, Hami Pazarlı, Onnik Efendi karakterlerini hayattaki “varlık-yokluk, zenginlik-fakirlik, akıl-duygular, şehir-doğa, toyluk-olgunluk, yerli-yabancı bilgelik-cahillik…” gibi zıtlıklar üzerinden şekillendirdiğinizi belirtmek mümkün mü? Bu zıtlıklar, romanda kahramanların kendi doğallıkları içinde mi oluştu?
Serkan Türk: Yazının matematiği içsel bir şey. Kahramanlarımın dünyasını oluştururken bildiğim öğrendiğim duyduğum her şeyden yararlandım. Onnik Efendi romandaki ilk ortaya çıkan karakterdi. Onu tanımak, ona benzer insanları bulmak için zihnimde yer alan bütün ihtiyarları taradım. Sonunda merhamet sahibi, yaralı bir kalp buldum. Belki birden fazla insanı temsil ediyor okurlar için. Diğer kavramlar, kişiler kendiliğinden gelip buldular beni. Kulağıma çalınmış bir şarkı, önüme düşen kuru bir yaprak, yuvasını terk etmiş kuşlar, hafızamı dirilten kokular ve yolculuklar kendi lisanlarını bugüne, bu dile onları taşıyayım diye karşıma çıktılar.
Seher Yerlikaya: Gündüz kuşağı programlarının gerçekliğine inanıyor musunuz? Romanınızda bahsi geçen bu programların birinde yaşanan olayı seçmenizin nedeni nedir?
Serkan Türk: Medyada uzunca süre çalışmış biri olarak kurgunun gerçekliğine inanıyorum. Onun insan üzerindeki tesirine. Yaşamımız türlü çelişkilerle süregiderken televizyonun, gazetenin bir şeye inandırma ısrarcılığını es geçmek mümkün olmuyor. Bazen öyle bir şeye denk geliyorsunuz ki durup bakıyorsunuz, yok yahu, olmaz böyle bir şey diyorsunuz ama kapılıyorsunuz anlatılanın absürtlüğüne.
*bu söyleşinin bir bölümü YouTube edebiyat burada kanalında gerçekleştirilen söyleşiden yazıya aktarılmıştır.
İzlemek isterseniz:https://www.youtube.com/watch?v=0R_Cf1xDfcM