Daha önceki yıllarda Yaşar Kemal’in büyük anlatılarından bazılarını destansı bir tarzda yazdığı görüldü; alışılagelen “ezen ağa, ezilen köylüler” kalıbının etrafında dolaşan katı gerçekçilik ve yansıtmacı anlayışın dışına çıkarak oluşturduğu İnce Memed, Yer Demir Gök Bakır, Ortadirek, Ölmez Otu gibi romanlarıyla dikkatleri çekti. Köye ve köylüye içeriden bakan, köylünün düş, mitos ve arkaik inançlarını göstererek, anlatılarını büyülü bir gerçekliğin içinde kurgulayan bu yapıtlarıyla Yaşar Kemal farklı bir köy romanı tarzının öncüsü oldu. Onun ardından giden Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş gibi yazarlar da benzer bir tutumla, köylünün iç dünyasını, derinlerinde taşıdığı ve yaşayıp yaşattığı mitos, inanç, düş ve korkuları metinlerinde işledikleri gibi, farklı anlatım biçimlerini ve yeni kurgusal yaklaşımları da kendi köy romanlarına başarıyla uyguladılar.
Sevgili Arsız Ölüm bir ilk roman olduğu halde, olağanüstü büyülü dünyası, derinden derine sezilen mizahi boyutları ve şiirsel diliyle; bir aile üzerinden dillendirilen köyden kente göç olgusu ve aile bireylerinin kente uyum sürecinde yaşadığı zorlukların etkileyici bir tonda anlatımıyla dikkat çeken usta işi bir eser. Sevgili Arsız Ölüm’deki köy insanının inanç sistemini dikkate aldığımızda Latife Tekin’in çocukluğunda yaşadıklarının önemli bir kısmını roman gerçekliği içinde yeniden üretip değerlendirdiğini fark ediyor, köylülerin arkaik korkularını, Şamanist dönemlerden bugüne taşıdıkları kadim öğretilerin izlerini, içselleşip derinleşmiş ruhsal yaşantılar olarak okuma olanağı buluyoruz. İçeriden bakarak ve kalpten hissederek yazılmış satırları okumak, hakikatin farklı boyutlarına alıp götürüyor bizleri. Bu boyutlarda, akıl ile inanç; düş ile gerçek bir arada, birlikte var olup birbirlerine dönüşüyorlar.
Eski inanç sisteminin içinde yaşayan insanlar için, düş ile gerçek arasında fark yoktur, her ikisine de inanırlar. Öyle ki düş ve gerçeğin bir arada var oluşu, tümel hakikatin nüvesini oluşturur bir anlamda. Şamanizm’i yaşayanlar açısından “nesne” ile “özne” arasında fark yoktu; eski insanlar hakikati bütünsel olarak algılıyor ve kavrıyorlardı. Zihinsel yapılar yarılmaya uğramamıştı; “ben” ve “öteki” şeklinde bir ayrım söz konusu değildi; her şey aynı “bir olma” yaşantısının içinde yer alıyordu.
Latife Tekin’in köylüleri de Yaşar Kemal’in mitoslar üreten köylüleri gibi düş ile gerçeğin birlikteliği içinde, nesnelerle bütünleşerek yaşarlar. Antik dönem insanları da çocuk mantalitesi taşıyan köylüler de düşler içinde yaşar; rasyonel dünyadan uzakta ve farklı bir bilinç düzeyindedirler. Kendi düşlerine yepyeni düşler katarak kendi evrenlerini genişletirler. Bu düşsellikte, köy insanının kolektif bilinçaltında yaşattığı kadim inançlar ve Şamanist kalıntılar önemli bir yere sahiptir. Köylünün içsel dünyasını oluşturan gizem, büyü, tılsım gibi kavramları sıklıkla işler Latife Tekin. Evrene çok eski inançlarla bakan bu insanların dünya algısı her şeyin bir ruhu olduğu yönündedir. Dağın, taşın, akarsuyun, yağmurun, bulutun, ağaçların… nesnelerin ruhu vardır; insanın ruhu nesnelerin içine girer ve oradan dünyaya bakar sanki. Bu bakışta, yukarıda belirttiğimiz gibi, özneyle nesne birbirinden ayrı değil; birlikte, hatta özdeştirler. Söz konusu algı, rasyonel dünyanın dışında yaşayan tüm kabilesel toplumların zihinselliğini tarih boyunca birbirine bağlar; onları aynı noktada buluşturur. Eğer roman kahramanınız küçük bir köylü kız ise hem bir çocuğun saf ve naif düşsel evreninin içindesinizdir hem de onun mitos, mistik korku ve düşler üreten ebeveynlerini ve çevredeki öteki köylüleri bu roman dünyası içinde birlikte, bir arada işlemeniz olanaklıdır artık. Böylece hakikatin perdesinin açılıp evrene başka bir algı ve inanç sisteminden bakılabilmesini sağlayabilirsiniz. Latife Tekin bu fikri Sevgili Arsız Ölüm’ün içinde yarattığı mikrokozmik evrende ustalıkla deneyimliyor ve eserinin ilk roman olmasının yarattığı bütün önyargıları aşmayı başarıyor böylelikle.
Sevgili Arsız Ölüm’ün unutulmaz küçük kızı Dirmit, düşlerin, cinlerin, perilerin içinde yaşayan annesi ve diğer köylülerin dünyasında kendini var etme çabasındadır. Derin yalnızlık duygusunun farkındalığına ulaşamadan, çevresindeki birçok eşya, varlık ve nesneyle arkadaşlık kurar, onlarla sohbet eder, onların yanıtlarını dinleyip öğütlerini tutar. Köydeyken Dirmit’in en büyük sırdaşı ve dostu kuyunun tulumbasıdır. Kente göç ettiklerinde ise, çocuk parkının bir köşesinde gördüğü “kuşkuşotu”yla dostluk kurar. “Kuşkuşotu” ona köyünü ve büyüdüğü topraklarını hatırlatır.
Bir çocuğun gözünden anlatılan bu “nesneyle bir olma” yaşantısı, aynı zamanda onun içinde yetiştiği sosyolojik, kültürel ve psikolojik ortamı da net olarak belirlemiş ve göstermiş oluyor. Dirmit’in çevresindeki eşyalarla konuşması, anlatıya masal havası veriyor; bazı araştırmacıların da belirttiği gibi “büyülü gerçeklik” tatları kazandırıyor. Bu olgu, masalsı dilin içinde şekillenen roman metninin dokusuna yayılıyor. Romanın köyde geçen bölümündeki otantik dünya, masalsılığı ve büyülü gerçeklik ortamını besliyor. Romanın ikinci kısmını oluşturan, Dirmit’in ailesinin köyden kente göç edip orada yeni bir hayat kurma serüveninde, masalsılık ve büyülü gerçeklik oranı azalarak, yerini kentin soğuk, katı gerçeklerine bıraktığı da oluyor. Kentte yine kendi masalını zihninin içinde yazmaya devam ediyor Dirmit.
Latife Tekin, romandaki gizemli havayı, özne-nesne özdeşimlerini göstererek ve dili de buna uyarlayarak yaratmıştır bence. Bir anlamda, romanın içindeki büyülü dünya, dilin farklı kullanımları ve dünyaya dil içinden yeni bir algıyla bakma yoluyla kurulmuştur. Bu fikri destekleyen pek çok örnek vardır romanın içinde:
“Geceleri tulumba, aya karşı tek başına uluyan bir ite benziyordu. Durmadan kuyruğunu sallıyor, Dirmit’i yanına çağırıyordu. Dirmit önceleri korktu. Bir zaman tulumbanın kuyruk salladığını görür görmez, kafasını yorganın altına soktu. Ama bir gün helheli oynarken tulumba, ‘Geceleri yanıma gelirsen, ben de sana sabaha açılacak gül tomurcuklarının yerini, söylerim.’ dedi. Dirmit, iki güne kalmadan köyün bahçelerindeki tüm gül fidanlarının yerini öğrendi. Geceleri gizlice tulumbanın başına iniyor, sabahları kimseye görünmeden su yollarından geçip, tomurcukların başına varıyordu.” (s.22-23)
Bu satırlarda Dirmit’in kurduğu o çocuksu masal dünyasından bazı unsurlar da dikkate alındığında, nesnelerle uyumlu bir bütünlük kuran, onların ruhuyla iletişime geçen ve mitos üreten eski insanların naif dünyasına da temas etmiş oluyoruz; çünkü onlar, insanlığın çocukluk dönemine özgü bir zihniyetle bakarlardı çevrelerine. Nesnelerin insan kişiliği kazanıp konuşması şeklinde varlığını duyumsatan anlam büyüsü, Dirmit’in zihnini de aşarak (aşmış gösterilerek) metne yayılıyor, “Dirmit, iki güne kalmadan köyün bahçelerindeki tüm gül fidanlarının yerini öğrendi.” cümlesinde görüldüğü gibi, söz konusu büyü, metin içinde kendi gerçekliğini kuruyor. Böylece hem Dirmit’in hem de anlatıcının kurduğu metin içi bir masal evreninde soluk aldığımızı fark ediyoruz. Roman boyunca buna benzer birçok anlatımla karşılaşıyor; masal büyüsünün yazınsal metinden geçerek yüreğimize ulaştığını duyumsuyoruz. Aynı olguya başka bir örnekle bakalım:
“O gün dam uçuran rüzgâr, Dirmit’i önüne kattı. Savmanıda taylarla yarıştırdı. Üç olukta tazılarla dalaştırdı. Bir halı dokuyan kızların yanına, bir göle yatan camızların sırtına attı. Dirmit’in üzümünü elinden, un kavurmasını cebinden aldı. Saçlarını dağıttı, ağzını burnunu kanattı.
‘Dam uçuran rüzgâr, karnım acıktı.’
‘Toprak ye.’
‘Anneme dersin.’
‘Demem.’
Dam uçuran rüzgâr, karanlık bastırınca , ‘Cinler geliyor!’ diye Dirmit’i korkutup eve getirdi. Kaşla göz arasında Atiye’ye onun toprak yediğini söyledi. Atiye, ‘Aç kız ağzını kancık,’ diye Dirmit’i kapının arkasında kıstırdı. ‘Toprak yiye yiye karnında solucan çıkacak, geberesice,’ diye yere yatırıp dövdü. Kaldırıp saçından tuttu.” (s.20)
Bu metin parçasında, anlatıcının (dolayısıyla yazarın) dil aracılığıyla; dilin söz sanatlarıyla yarattığı masal havasına, anlam büyüsüne tanık oluyoruz. Rüzgârın insan kişiliği taşıması, konuşması, Dirmit’e oyun oynaması, onun toprak yediğini annesine söylemesi ve bütün bunların anlatıcı aracılığıyla bir gerçeklik kazanması, büyü’nün okurun iç dünyasına derinden işlemesini sağlıyor.
Yukarıdaki parçada Dirmit’e annesi tarafından şiddet uygulanması da iç acıtıyor bir taraftan. Yazar, romanındaki şiddet sahnelerine zaman zaman kara mizah tonu kazandırarak anlatmayı yeğliyor; böylece acıyı biraz olsun hafifleterek, duygularımızdan çok düşüncelerimizin şiddet olgusuna odaklanmasını sağlıyor. Sevgili Arsız Ölüm’de, Dirmit’in yaşantılarını “çocuğa uygulanan baskı ve şiddet” bağlamında okuduğunuzda pek çok örnek yığılmasıyla karşılaşacağınıza şimdiden emin olmalısınız. Gerçekten, Sevgili Arsız Ölüm’de özellikle roman olayının geçtiği zamanda (1950’li yılların sonu 1960’lar boyunca) kırsal kesimde yaşayan ve birtakım geleneklerin içine hapsolmuş insanların, kendi çocuklarına yeterince ilgi ve sevgi göstermemeleri gerçeğine tanık oluruz. İnsanlar, çocuklarına sevgi göstermekten adeta kaçarlar; köy toplumunun sevgisiz değerleri, feodal baskısı kızları, kadınları, yeni gelinleri, çocukları cendere içine almıştır. Bu baskı ve sıkışmışlıktan, erkekler de dolaylı biçimde payını alır. Köydeki asıl otorite, kuşaktan kuşağa aktarılan geleneksel değerler ve törelerdir. Bir anlamda insanı aşan, ezen feodal yapılanma, köyde her ortama egemendir; aynı şekilde, yüzyıllar boyunca işleyen bu sosyal mekanizma, insan ruhlarına da egemen olmuş vaziyettedir.
Feodal yapılanmayı alttan alta destekleyen; cinler, periler, hayaletler, hortlaklar gibi varlıklar karşısında duyulan inanılmaz derecede etkili mistik korkular, arkaik inançlar, büyü, tılsım, fal, rüya ve düşlerle geleceği okuma gibi olgular da insanların hayatının tam odak noktasına çöreklenmiş durumdadır. İnsanlar, kendilerinden biraz farklı olanları hemen “cinli” diye dışlamaya tabi tutarlar. Dirmit, ilgi eksikliği ve sevgi açlığını insanlardan başka varlıklarla konuşarak gidermeye çalışan, düşleri çok zengin bir küçük kızdır; ama köy toplumu onun “cinli” olduğu sonucunu, daha doğumu sırasında bir cinci hocanın onun adına hamur tahtasına çentik atmasına kadar dayandırır. O nedenle, çoğu zaman, annesi de dâhil olmak üzere köydeki ve ailesindeki insanların kötü muamele ve baskısına maruz kalır Dirmit. Köyün çocukları bile onu oyunlarına almaz, “cinli” diye kovalayıp arkasından taş atarlar. Ancak, bir gün yine çocuklar tarafından feci şekilde dövülünce annesi Dirmit’i evden dışarı çıkarmamaya, onu koruma altına almaya çalışır. Bu, elbette baskıya dayalı bir korumadır. Eve kapatılan Dirmit taşlarla, tulumbayla konuşur, radyoyla arkadaşlık eder. Onun bu durumu da annesinin tepkisine neden olur, kızının “cinli oluşu”, ona sürekli huzursuzluk verir. Her şeye rağmen Dirmit, inatla ayakta kalma çabasıyla, okuluna gitme isteğiyle okur olarak bizlerin takdirini kazanır.
Bundan on yıl kadar önce, içine cin girdi düşüncesiyle bir hoca bulup birlikte kızlarının başına vura vura cini çıkartmaya çalışan bir ana baba haberini gazetedeki tüm gerçekliği ile anımsıyorum. Ne yazık ki çocuğun “cini” çıkmamıştı ama “canı” çıkmıştı o korkunç olayda. Sevgili Arsız Ölüm’de, Dirmit’e uygulanan baskı, dışlama ve şiddet, bahsettiğim haberdeki kadar ölümcül boyutlarda olmasa da sık sık tekrar edilen bir süreç oluşturur ve bu durum okur olarak çoğumuzda bir isyan duygusu yaratır. Yazar, şiddet olgusunu yer yer kışkırtıcı bir biçimde kullanarak farkındalıklarımızı harekete geçirmeye çalışır.
Köy topluluğunda bağnazlık o boyuttadır ki kız çocuklarını okula göndermez köylülerin çoğu. Jandarma zoru ile kızlar okula gönderilmeye çalışılınca, kızlarını samanlıklara, ahırlara gizlerler. Zaman zaman koyu bir cahilliğin pençesinde kalsa da Dirmit’in annesi Atiye, kızının okumasından yanadır; okul açılmadan önce ona önlük diker, gerekli hazırlıkları yapmaya çalışır. Köyde, amcasının ölümü üzerine onun on iki yaşındaki oğlu Ali Oğlan’la evlendirilen genç kız Elmas’ın dramı da kadınların sessiz çığlığını çoğaltır. Üstelik gönlü Seyit’tedir Elmas kızın… Her ikisi de mutsuz ve çaresizdirler. Köy ortamında treler insan gerçeğini ezip geçer durmadan. Köyde yeni gelinlerin hepsi “dili bağlanmış” halde yaşar; onların bu durumu metinde bir perinin kötülüğü sonucu oluşan gerçek bir “lal olma”, dilsizlik hali biçiminde somutlaştırılır. Atiye ise sık sık sinir krizleri ve bayılma nöbetleri geçirir, bu durumunu da çoğu zaman bir ölüm olayına dönüştürür, her seferinde Azrail’le konuştuğunu, çok yakında öleceğini söyleyerek aileyi başına toplar; istediklerini yapmaları için onlardan söz alır. Atiye’nin bu halleri alışkanlığa dönüşür gibi olsa da çocukları ve kocası onu ciddiye alır, öleceğinden korkup Atiye’nin isteklerini yerine getirmeye çalışırlar.
Sevgili Arsız Ölüm’ün ikinci bölümü büyük kentte geçer. Kente göç eden aile; parasızlık, yoksulluk ve çöküş dönemine girer. İşsizlik, girilen işlerde dikiş tutturamamak, mafya işlerine karışmak, kabadayılık yapmak, kaçak sigara işlerine girmek, inşaatlarda perişan olmak, sağlığını yitirmek, çırak olarak girdiği yerlerde kötü muamele görmek, korkunç iş kazalarına tanık olmak ailedeki oğulların kaderi olmuştur sanki. Baba Huvat ise ailesi köyde yaşadığında kentte çalışıp para kazanabiliyorken, ailenin göçü sonrası işsiz kalmıştır; boşluk ve yoksulluk onu birtakım dini cemaatlere yöneltmiştir. Elinden yeşil kitapları düşmeyen, beş vakit namaz kılıp dilinden dualarını düşürmeyen Huvat, ailede otoriteyi sağlamaya, çocuklarını bir arada tutmaya çalışır.
Dirmit kentteki okulunun kütüphanesinde kitapları keşfetmiştir, onun düşlerle dolu bilincine en iyi seslenen arkadaşlardır kitaplar. Köyde olduğu gibi, üzerinde yine büyük bir baskı vardır. Köydeyken köy topluluğunun hurafelerine kurban edilmeye çalışılan Dirmit, kentte, uğraştığı işleri, merakları, ilgi duyduğu şeyler ya da arkadaşlık ettiği kişiler gibi pek çok konuda ailesi tarafından sürekli baskı ve şiddete tabi tutulur. O isyan ettikçe üzerine daha fazla gelirler. Dirmit’e şiddet uygulamada başta annesi olmak üzere, babası ve ağabeyleri acımasızdırlar; onu baskı ve yasaklarla yıldıramadıklarında ya da onun sivri diliyle sorduğu sorulara yanıt bulamadıklarında her fırsatta fiziksel şiddetin dozunu arttırırlar. Şiddet, ailenin ve aile çevresindekilerin ortak dili olmuştur; birbirleriyle şiddet aracılığıyla olumsuz ve tuhaf bir “iletişim” kurarlar. Ailede kardeşler birbirini döver, toplumda etrafa kabadayılık yaparlar. Baba, çocuklarına ve karısına şiddet gösterir.
Sevgili Arsız Ölüm, çeşitli açılardan okumalara açık, çok katmanlı, özgün, farklı ve sıra dışı yapısıyla her dem taze kalmayı başaran edebi eserler arasında yer alıyor. Dille oluşturulan güzel, gizemli ve büyülü bir masalsı dünyanın içinde soluk almak isteyenler için meraklı ve keyifli bir okuma yaşantısı sunuyor Sevgili Arsız Ölüm. Yazıldığı dönemde edebiyatımıza gerçekten yeni bir soluk getiren Sevgili Arsız Ölüm, yazınsal-estetik açıdan bence en değerli romanlarımız arasında yer alıyor ve yerelden evrensele açılan yoğun anlamlarıyla defalarca okunabilecek bir kitap niteliği taşıyor.
HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com
Sevgili Arsız Ölüm’ü her dönüp okuduğunda başka bir şeyler hissediyor insan, sanırım bunu yazarına borçlu kuşkusuz çünkü tekin her kitabında farklı bir dili deniyor, sürekli farklı farklı kişileri okuyormuşsun hissine kapılıyorsun…