“Kadın yazar” olmak ya da “yazan bir kadın” olmak, bence “özne olma” durumunu temsil eden birtakım toplumsal ve bireysel süreçleri dillendiren anlatımlar… Bilindiği gibi, kadının özne olma mücadelesi yüzyıllar öncesinden başlayan uzun bir süreci kapsıyor.
Tarih boyunca pek çok coğrafyada toplumsal-eril iktidarın dayatmaları ve sınırlandırmaları nedeniyle rahat bir soluk alması engellenen, özgürlüğü daraltılan, hep bir “nesne” konumuna indirgenen kadın, ev ortamına kapatılarak toplumsal yaşamın dışına çıkarıldı ve güçsüz, korunmaya muhtaç, kendine yetemeyen bir varlık olduğu yanılsaması içinde değerlendirildi. Bir taraftan da özellikle semavi dinler tarafından, kadına, erkeği baştan çıkaran şeytani bir güç atfedildi ve kadın her an kollanması, dikkat edilmesi gereken tehlikeli bir varlığa dönüştürüldü. Zorlu sosyal mücadeleler içinden geçerek tarihin karşı konulmaz gücü ve akışıyla ilerleyen toplumlarda, kadının önemi ve değeri belirli bir durum aldı; sonuçta görüldü ki kadınlar olmadan yaşamın bir yönü, bir boyutu hep eksik kalıyor; sevginin, yaratıcılığın köklerine ulaşmak zorlaşıyor…
Toplumsal ilerleme ve gelişmelere paralel olarak, kadının pek çok toplumsal katmanda aktif bir özne olması durumu gittikçe güç kazanmaya başladı. Kadının “özne” liğine kavuşması, onun bağımsız, özgür olmasını; toplumsal ve bireysel yaşam süreçlerine aktif olarak katılmasını da beraberinde getirdi. Özne olmak, belirleyen olmaktır; bir olgu, olay ya da durumu hazırlayan, onu var eden, geliştiren özel ve özgül bir konumun içinde yer almaktır; özne olmak kadının yaratıcılığına engel olan her türlü bağı ve zinciri koparması anlamına da gelir aynı zamanda. Özne olmanın alt yapısını da birey olma süreçleri hazırlar. Ancak ve ancak, topluma ve kendine ait her türlü koşullanmalardan, dayatmalardan, yargılardan bağımsız hareket edebilen, kendi olarak kalmayı başarabilen kişiler/kadınlar “özne” olarak var olmaya kanat açabilirler.
Kadın yazar olmak; her şeyden önce, varoluşsal anlamda, edebiyat içinde yaratıcı ve belirleyici bir kadın özne olmak anlamına gelir. Kadın yazarın edebiyat içindeki öznesel tutumu, varlığı ve yaratıcı eylemi, edebiyatın akışını belirlediği gibi, aynı zamanda dilin gelişim süreçlerine müdahalesini de zorunlu ve gerekli kılar. Böylece kadın yazar, hem edebiyatın şiir ya da kurmaca alanındaki düşsel ve imgesel süreçlerine katkıda bulunur, hem de edebiyatın ontolojik anlamda içinde var olup geliştiği yazınsal dile de yaratıcı katkılar sunar. Bu nokta, kadın yazarın eril dili ve eril söylemi kırma, kendi varlığından getirdiği yeni anlamsal yapı ve estetik unsurlarla dili yeniden belirleme, onu yeniden kurma noktasına işaret eder; öyle ki eril dilin ve söylemin aşılması burada tam anlamıyla bir kırılma noktasına tekabül eder. Kadın yazarın, bir özne olarak edebiyatı ve dili belirlemesi, tam olarak bu kırılmadan sonra gerçekleşir. Edebiyat estetiğinin ve dilin yepyeni bir kaynağın içinden geçerek oluşturulması; eril söylemin terk edilerek yüzyıllardır zihinlerde oluşan klişelerin kırılmasını ve dolayısıyla düşüncelerin de yenilenmesini beraberinde getirir. Kadın yazarın bir özne olarak edebiyata ve dile katkıları ve getirdiği yenilikler, toplumsal düşünce ufuklarını da kendiliğinden genişletecek bir nitelik taşıdığı için büyük önem taşımaktadır bana göre.
Kadınların kendilerini, yazan birer özne olarak, içinde yaşadıkları ve eril değer yargılarını her an hayatlarının tam odağında hissettikleri erkek egemen topluma kabul ettirebilmeleri çok uzun zaman aldı; aradan yüzyıllar geçti. Bu konuda aklıma ilk gelen örnek İngiltere’de 18. yüzyıl Victoria devrinde yaşamış olan kadın romancı Jane Austen oldu. Jane Austen bir kadın yazar olarak yaşadığı toplumun önyargılarına karşı yoğun ve zorlu bir mücadele verdi. O dönemde Avrupa’da kızların eğitim haklarından yeterince yararlandırılmadığı da bir gerçekti; ancak Jane Austen çoğuna göre oldukça şanslıydı, babası ve ailesi onun tahsil görmesine nispeten sıcak baktı, onu bir kız okuluna gönderip sıkı bir eğitim almasını sağladılar. Bu eğitim, Jane Austen’in düşünce dünyasını geliştirecek, yaşamında değişiklikler yapma konusunda daha cesur olmasını sağlayacaktı. İlk yazı denemelerine de on iki yaşında başlayacaktı böylelikle. Ancak, ilk romanının yayımlanması için Jane Austen 25 yıl bekleyecekti. O dönemde erkekler yaşamın her alanına, dolayısıyla edebiyata ve dile de egemendi. Kadınların edebiyat ve sanatla uğraşmaları hoş karşılanmıyordu. Jane Austen, romanlarını adsız olarak yayımlatabildi; kitabın kapağında ne yazık ki adı yer almıyordu ve başka sayfalarda da adına rastlanmıyordu.
Gerçekten “kadının adı yok”tu tarihin o dönemlerinde. Belirtildiğine göre, yazma tutkusuna kapılmış kadınlara çılgın biri gözüyle bakılıyor; evinde yazacak bir yer bulamayıp tavan arasının ıssızlığına sığınarak yazmaya çalışan kadınlardan “tavan arasındaki deli kadın” diye söz ediliyordu. İngilizcede yazar kadınlara uzun süre, yazan(writer) dendiğini, kadınların asla yazar(author) olarak adlandırılmadıklarını öğrenmek de insanı gerçekten şaşkınlığa düşürüyor. O dönemde otorite (authority) sadece erkeklere aitti ve yazmak tamamen eril bir eylem olarak görülüyordu. Jane Austen, her şeyden önce bu eril dille de baş etmek durumundaydı. 19. yüzyılda yine İngiltere’de Charlotte ve Emily Bronte kızkardeşlerin kısacık yaşamlarına sığdırdıkları büyük yapıtları Jane Eyre ve Uğultulu Tepeler(Rüzgârlı Bayır) romanlarını ancak erkek adıyla yayımlatma olanağı bulabildiklerini de belirtelim. Kadın yazarın “kendine ait bir oda” oluşturarak, orada yaratıcı yazma süreçleri içinde kendini var edebilmesi, hayli yeni bir olgu olarak karşımıza çıkıyor görüldüğü gibi.
Daha önceden okumuş olduğum Sâdık Hidâyet anlatılarında, metinlerdeki kadınların hemen hiç konuşmuyor olması, herhangi bir etki ve güç alanlarının bulunmaması; asla bir “özne” olamamaları; tam tersine, erkeğin dünyası içinde ve yalnızca ona ait olan, onun belirlediği sınırlı alanlar içinde yaşayabilen birer “nesne” olmaları dikkatimi çekmişti. Bu alanla ilgili hazırlanan bir araştırma kitabında yer alan “kadınlar konuşmadığı sürece öykülerde cehennemin kapıları hiç kapanmayacaktır.” sözünün de âdeta ruhuma kazındığını belirtmeliyim. Öykülerin erkek kahramanlarının kadınlara karşı önyargılı tutumları, kadınların canlı, sıcak ve yaşayan varlıklarından korkmaları, özellikle Perde Arkasındaki Bebek’te bir vitrin mankenine delicesine âşık olan erkek karakterin, kadını “şeyleştirme” konusundaki akıl dışı süreçleri dehşetle karışık bir ilgiyle okunuyor. Daha çok geleneksel, ataerkil yapıdaki Doğu toplumunun birtakım eril değerlerinin, metnin erkek karakterleri/anlatıcıları üzerinden gösterildiğine tanık oluyoruz Sâdık Hidâyet anlatılarında. Onun kurmaca metinleri içindeki kadınların ancak birer nesne olarak var olabilmeleri ve bunun psikososyal açıdan irdelenmesi, bence başlı başına bir inceleme konusunu teşkil ediyor. Bizdeki ilk romanlarda (İntibah, Sergüzeşt…) yer alan cariye tiplerini de, “nesneleşme”nin ötesinde “metalaşma” olgusu içinde değerlendirmenin mümkün olduğunu da özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü cariyeler o dönem toplumunun köle pazarlarında alınıp satılan esir kadınlar olarak derin bir trajediyi yaşarlar ve yaşatırlar.
Bizdeki öncü romanlarda birey olmaya çabalayan, toplumsal birtakım kalıplara sırtını dönen ve kendi yaşamında değişiklikler yapmak isteyen bazı kadın karakterlerin yaşamının trajik bir biçimde sona ermesi, yazarının onlara yeterince özgürlük alanı tanımamış olmasıyla; onları birer birey olarak görmesine rağmen, onların toplumda “özne olmalarına” izin vermemesiyle de açıklanabilir diye düşünüyorum. Bu durum, özellikle Halit Ziya Uşaklıgil romanlarında; yoğun olarak Aşk-ı Memnû’da karşımıza çıkıyor. Elbette, Halit Ziya Uşaklıgil romanların çoğunun 19. yüzyıl sonunda yazıldıklarını; toplumumuzun özgürlük, eşitlik, adalet, kadın hakları gibi kavramlarla o dönemde yeni yeni tanıştığını da hesaba katmamız gerekiyor.
Kadın yazarın “özne” olarak sık sık karşılaştığı bir durum da anlattığı kurgusal metnin bir sanat yapıtı olarak görülmesinden önce, kurgu içinde anlattıklarını gerçekten yaşayıp yaşamadığının merak edilmesidir. Kuşkusuz yazar yaşadıklarından da bazı etkiler ve izler taşıyacaktır metnine; ancak kurmaca içinde ortaya çıkanın yepyeni ve farklı bir gerçeklik olduğu konusunu insanların çoğu nedense fazla ciddiye almamakta; roman ya da öykü metni içindeki olayları yazarın yaşadığı anılar olarak değerlendirmektedir. Yazan özne olarak kadın yazar, sık sık bu sorular ya da imalarla muhatap olursa, farkında olmadan ya da bilinçli olarak, bir oto sansür uygulamaya, yazdıklarını denetim altında tutmaya çabalar. Bu durum, yazan özne açısından yaratıcılığa set çeken en önemli engellerden biridir. Bir özne olarak yazar kadın, tamamen özgür ve özgün olduğunu duyumsamalıdır yüreğinin derinliklerinde. Ancak o zaman edebiyata ve dile tam anlamıyla hâkim olmuş; o noktada edebiyata ve dile farklı bir tarz getirerek yepyeni bakış açısı kazandırmış olur.
Edebiyatın iç zamanı ilerledikçe, Leylâ Erbil, Tezer Özlü, Adalet Ağaoğlu, Füruzan, Sevgi Soysal, Nezihe Meriç, Ayla Kutlu, Pınar Kür, Tomris Uyar, Latife Tekin, Erendiz Atasü gibi derinlikli kadın yazarlar, kadın sorunlarına daha çok eğilmişler ve bu sorunları toplumsal/bireysel gözlem, bilgi ve yaşantı zenginlikleriyle işleyerek edebiyatımızda kadın sorunlarına, kadın gözüyle, kadın diliyle bakan özgün bir tarzın ve tavrın öncüsü olmuşlar; yazınsal açıdan birer “özne olmayı” ve “özne kalabilmeyi” başarmışlardır.
Bu gelişim ve ilerlemelere rağmen günümüzde kadın yazarın “yazan özne” olarak toplumdaki ve edebiyat ortamlarındaki mücadelesi henüz sona ermiş değildir. Bu süreçte hayli uzun bir yol kat edilmiş olsa da, mücadelenin ancak, eril dünyanın tamamen demokratik bir dünyaya evrilmesiyle sona erebileceğini belirtebiliriz içtenlikle. Yeter ki, kadının “özne olma” çabasında, erkekler de demokratik bir zihniyetle, kadınla yan yana yürüyüp, aktif birer “özne olmayı” başarabilsinler. İşte o zaman yaşam ve edebiyat, muhteşem güzelliklerle dolu, ışıltılı bir şenliğe dönüşecektir…
Okuma önerileri:
“Oscar Nasıl Wilde Oldu” Elliot Engel, Çev: Zeynep Avcı, Sel Yayıncılık, 2011.
“Bir Yazarın İnancı” Joyce Carol Oates, Çev: Elif Erten, Kavis Kitap, 2011.
“Bir Yazarın Güncesi”, Virginia Woolf, Çev: Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, 2008.
“Yazarlık Dersleri” Virginia Woolf, Timaş Yay. 2008.
“Yazarın Gölgesi” Sadık Hidayet: Ölüm, Kadın ve Kör Baykuş’un Yeniden Yazılışı, Haşim Hüsrevşahi, Rıza Beraheni, Saba Kırer, Kavis Kitap, 2011.
“Zihin Kuşları” Leylâ Erbil, İş Bankası Kültür Yay. 2010.
“Kitapla Direniş” Tomris Uyar, YKY, 2011.
“Gündökümü I ve II” Tomris Uyar, YKY. 2003.
“Karşılaşmalar” Adalet Ağaoğlu, İş Bankası Kültür Yay. 2008.
“Bakmak”, Sevgi Soysal, İletişim Yayınları, 2004.
“Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum”, Erendiz Atasü, Bilgi Yay. 2001.
“Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar” Aysu Erden, Hayal Yay.2011.
“Osmanlı -Türk romanından çağdaş Türk romanına kadınlık: değişim ve dönüşüm” Çimen Günay-Erkol* Yrd. Doç. Dr., Özyeğin Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, www.iudergi.com/tr/index.php/turkiyat/article/download/…/10266
“Tanzimat Dönemi Romanlarında Hürriyet ve Esaret İzlekleri” Mustafa Karabulut, http://turkoloji.cu.edu.tr/pdf/mustafa_karabulut_tanzimat_donemi_romanlari_esaret_hurriyet.pdf
Her zamanki gibi derin bir inceleme. Sayın Soyşekerci’ye teşekkürler. Peride Celal’i anımsatmak isterim. Kadın sorunları onun eserlerinde de vurgulanır.