“Dipsiz hasrete tuzak/ En yakınken en uzak/ Tadı zehrinde erzak/ Kadın… “Necip Fazıl bu dizelerle anlatır kadını. Behçet Necatigil ise “Kadındılar hep onlardan istendi.” diyerek toplumdaki bakış açısına dikkat çeker. Cemal Süreya’ya gelince, o da şöyle der: “ödevleri yenilmek olan hep / bıçakla kemik arasında / susmakla ağlamak arasında / yenilmek / kadınlar”
Elif Hümeyra Aydın ise Dergâh yayınlarından çıkan ilk öykü kitabı Doğum Lekesi’nde kadını öykülerle anlatır. Öykülerinde bizi pek çok kadın karakterle tanıştırır. Tanıştıktan sonra deriz ki ben bu kadını bir yerden hatırlıyorum. Bu kadın komşumuzdu, bu annem, diğeri arkadaşım, öteki ablam, beriki karım. Karakterlerle bu bağı kurmamızda Aydın’ın çok iyi bir gözlemci olmasının yanısıra aldığı psikoloji eğitiminin de rolü yadsınamaz. Karakterleri kurarken psikoloji eğitiminin etkisini Edebiyat Söyleşileri programında Ahmet Murat’a şu şekilde ifade eder: “Karakteri kurarken her eylemine geçmişten bir neden bulmaya çalışıyorum.” Karakterlerine inanmamızın en büyük nedeni de bu olsa gerek.
Aydın, öykülerin çoğunluğunda aileyi bilhassa anneyi konu alır. Bilindiği gibi anne ile kurulan bağ kişiliğin büyük bir bölümünü oluşturur. Neredeyse hatırlamadığımız çocukluk evresinde yaşadıklarımız hayatımızın tamamını etkiler. O dönemde bizde eksik bırakılan neyse, ömür boyu o eksikliği tamamlamaya çalışırız. Aydın’ın Kesik Süt Tadı isimli öyküsünde “Annen bile sevmeyince bu beş parasızlık hissi geçmiyor anne!” diye haykıran sevgiye aç bir kız görürüz. Sevgi görürüm umuduyla da annesini bırakmamış, bırakamamıştır. “Umutsuz bir aşık gibi peşinde dolanıyorum.” der ve “Ömrüm sana yaltaklanmakla geçti.” diye de bu durumu itiraf eder. Bir tarafımız anneye kızarken, diğer yanımız o da annesinden öyle görmüş ne yapsın diyerek anneyi haklı çıkarmaya çalışır.
Göz Çukuru isimli öyküde kocası uyuduktan sonra mutfakta sigara içen bir kadın profili çıkar karşımıza. Kocası sigaradan hoşlanmaz. Üstelik “Bir de hoca olacaksın,” der ve içtiği için de eleştirir. Bu yüzden kadın paketi saklar, gizli içer. Pencere önünde sigara içip ağladığı bir gün karşı apartmandan bir çift gözün kendisini izlediğini fark eder. Perdeyi çeker ama merak eder. Zamanla bu gözü görmek alışkanlık olur. Bazen perdeyi açar, mutlu evlilik oyunları oynar. Sonra yine kapatır. Perde onun savaşıdır artık. Belki de durağan hayatında tek renk, tek hareket.
Köpük isimli öyküde bir kadının bulaşık yıkarken kendisiyle yaptığı zihinsel konuşmaya şahit oluruz. Seçimini, evliliğini, kocasının neden çocuk sahibi olmak istediğini sorgular. Kocasının yüzüne bunları söylemek ister ama bulaşık bittiğinde kocası televizyon karşısında çoktan uyumuştur. Yazarın evliliği bulaşık suyuna benzettiğini hissederiz. En başında su sıcaktır, üstü köpük köpüktür. Evliliğin ilk zamanları ya da çiftlerin ilk tanıştığı zamanlar da her şey güllük gülistanlık. Yaşadıkça köpük söner, su kirlenir. “Köpük söndü, suyun kiri gözüktü. Sema, kirine rağmen o suda bulaşığa devam etti.” der anlatıcı. Evlilikler de devam eder. Bazen çocuk için bazen aile için bazen de kadının gidecek yeri olmadığı için.
Terzisi Meçhul’de de yine bu tema işlenir. Boşanmak isteyen kadın kendini şu cümleyle ifade eder. “34 yaşında bir kadın, bir anne, bir ağır ceza avukatı, deyim yerindeyse -ki bu deyimi çok severim- insanları ipten alıp ipe veren ben, dönüp de anneme ben boşanacağım diyemiyordum.” Öykü bu cümle üzerine kuruluyor. Kahramanımız annesinin evinde kaldığı süre zarfında evdeki cansız manken Naciye ile konuşur. Anneliği korse metaforuyla açıklar. Anneliğin hareketlerini bir korse gibi kısıtlandığını ve anne olduğu için pişman olduğunu Naciye’ye itiraf eder. Evlilik ise ona dar gelen bir elbisedir. Annesi terzi olduğu için elbisesine yama yapar. Öykünün sonunda ise o elbiseyi çıkaramayacağını kabul eder.
Acı, Yapışkan, Yeşil Şeyler isimli öyküde ise aldatılan ama boşanmak istemeyen bir kadın görürüz. Beyza. Mücadele eder, evliliğini kurtarmak için her şeyi dener. İşe yaramaz. Gidecektir ama nereye. Beyza’nın “Ana evi, baba evi gibi kucaklamıyor, yargılıyor, onu bir şekle sokmaya çalışıyor.” cümlesinden annesiyle arasında bir bağ olmadığını görürüz. Onun kahramanı, destekçisi babasıdır. Ama o da artık yoktur. Annesi yaşasa da yalnızdır Beyza. Sırtına çantasını alır, yüzüğü masadaki özgürlük heykelinin koluna takar ve evi terk eder. Aydın bu öyküyle anne çocuk ilişkisinin önemine bir kez daha değinir. Günümüzde çocuğun eğitimi ya da beslenmesi üzerine yoğunlaşan bir anne modeli yerine aslolanın iletişim olduğunu vurgular.
Taştan Topraktan isimli öyküde ise evdeki huzursuzluk evin kızı İdil’in gözüyle anlatılır. Kendini istenmeyen ilan eder, kendince çözüm yolları bulur. Aydın bu öyküsünde çocuğun dünyasında bizim için sıradan ve önemsiz görünen davranışların çocuk için ne anlama geldiğini ve çocuğu nereye götürebileceğini çarpıcı bir dille anlatır.
Elif Hümeyra Aydın genel olarak kahraman anlatıcıyı kullanıp sade bir anlatımla ördüğü dokuz öyküden oluşan bu kitabında pek çok farklı kadın portresi çiziyor. Okuyucuya o portrelerde kendini aramak ya da onları kendince yorumlamak kalıyor. Genç yazarın ilk kitabında bu kadar başarılı olması, ikinci kitabı için beklentilerimizi de hâliyle yükseltiyor.