İnsan neyi hatırlar ve hatırlatır. Neye şahitliğine, şahit tutar insanları? Bu sorulara bir cevap olsun diye, yazılış ve yayımlanış süreçlerine tanık olduğum, bir parçası olduğum, çıkacağı günü sabırsızlıkla beklediğim kitaplar hakkında bir yazı dizisi hazırlamayı düşündüm. Sonra vazgeçtim, bende kalması daha iyi olacaktı, hiç değilse şimdilik.
Ziya Paşa’nın başlattığı eğitim seferberliğinin bir parçası olarak 1883’te Mekteb-i Rüştiye-i Askeri adıyla kurulan, 1917’de bir İngiliz uçağı tarafından bombalanınca, bir öğretmen ve iki öğrencisi şehit düşen, yüksek tavanlı bu taş binada Veysel, Hagi’yi ve şutlarını anlatıp dururken ben boyuna üşürdüm. Belki Alex’ten söz edebilirdim ama Fener’e de küsmüştüm, o yaşta, küsüp uzaklaşmaktan daha iyi bir şey bulamıyor insan.
Alfabe kitabevinden aldığımız dergi ve kitapları deftere yazdırırdık. Okuldan kaçar, simit şalgamdan geriye kalan elli kuruşlarla hesabı düze çıkarmaya çalışırdık. Gerçek Hayat’ta peş peşe çıkan ilk şiirlerimiz, nasıl demeli, var olmamızı, tutunmamızı sağlamış, bu sıcak güney şehrinde buharlaşmamızın önüne geçmişti.
Bitlis’ten göçüp gelen bir ailenin ferdiydi Veysel. Bir taşradan başka bir taşraya sürüklenen dil dünyası, Seyhan Irmağı, Taş Köprü, Büyük Saat ve bereketli topraklar ile süslenen alınyazısı ve genç olmanın sınır tayin edilemez düş gücü ile yazmaya başladığında, evet, oradaydım. Yazmayı dirence dönüştürdü, inadı katık etti. Uzun uzun yazdı. Necip Fazıl’ın şiirinden, Rasim Özdenören’in düşüncesinden, Ömer Faruk Dönmez’in öyküsünden etkilendi. Elbette kendi sesini buldu ve Aşkar, Tasfiye, Müdahale, Berhava Öykü, Muhayyel, İtibar gibi dergilerde yayımladığı öykülerini 2019’da bir araya getirdi.
Şu sıralar, Mitat Enç hakkında hazırladığı yüksek lisans tezini teslim eden Veysel Altuntaş, bir novella üzerinde çalışıyor, hikâyeler biriktiriyor, öyküler yazıyor. Doğduğu şehirle kavgalı ama yine de gidememekten mustarip. Kendisiyle kavgalı ama başka biri olamayacağının farkında. Bir edebiyat öğretmeni olarak sürdürüyor yaşamını. Yaşamak sandığını: “İhtiyar gramofonumdan cansız bir ses tütüyordu. Evimdeki eşyalar hep eski miydi? Değil. Babam ile oğlum arasına sıkışmıştım, makinem ile gözlerimin arasına sıkıştığım gibi. Babamın elini öptüğümde asırlık taşın soğukluğunu duyarken, oğlumun dudaklarına değen elim bulanık bir suya batıp çıkıyordu. Soframız eskiyken yediğimiz yeniydi. Duvardaki siyah beyaz fotoğrafları kaldırmıştım. Yerine bir şey koydurmadım. Kerpiçten olsaydı evimiz belki bir hikâye doğardı. Değildi. Neyden yapıldığını bilmiyordum. Boyası bayağı idi. Bana hiçbir şey çağrıştırmayan bu evi niye seveyim ki?”
Yazıyı burada bitirmeli. Çünkü bu kadar yakınımda olan birini anlattıkça, kendime ayna tutmuş oluyorum. Görüntü karıncalanıyor ve bir bakıyorum, kendime varmışım.
Bu yazı ne bir borç, ne bir teşekkür ne de bir dost övgüsü… Aynamda, Veysel’e dair yansıyanların, anlatabileceğim kadarını anlatma cesaretidir olsa olsa.