Hüseyin Karagöz’ün öykülerden oluşan ilk kitabı, Kilitli Hatıralar Kitabı, Kırmızı Kalem Edebiyat Yayınevi’nden çıktı. Tarihimizde yaşanan olayları farklı bir bakış açısıyla yeniden ele alan ve bu çerçevede kurgulanan öyküler, yeni bir anlatım dili, kendine has tarzıyla, kalemini uzun süre konuşacağımız bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu hissettiriyor bize.
Kitaptaki altı öykünün ortak özelliği ise her birinin ayrı bir döneme ait gerçek olay ve kişiler üzerinden kurgulanmış olması. İstanbul’un altı ayrıdönemine tanıklık eden öykülerin kurgusu, okuru bu kadim şehrin tarihsel gerçekliğine sürüklüyor.
Türkiye tarihine iz bırakmış olaylarla kurmacanın iç içe geçtiği Kilitli Hatıralar Kitabı okuruna, belki de ilk kez tanık olacağı tarihi bir gerçeklik ve edebiyat ziyafeti sunuyor.
Hüseyin Karagöz’ü biraz tanımak isteriz, şu an yazmak dışında neler yapar?
İzmit’in şahsına münhasır bir kasabası olan Hereke’de doğdum. Babam dokuma işçisiydi, annem halıcı. Parasız yatılı bursuyla Kabataş Erkek Lisesi’nde okudum. Ordan ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama, üstüne yüksek lisans, yetmedi Londra’da doktora… Hop, MSGSÜ öğretim kadrosu… Derken ek iş ihtiyacı, içerik yazarı olarak televizyonda gençlik programı, olmadı yönetmen yardımcısı… Hızımı alamayıp topyekûn bırak akademisyenliği, başlasın yönetmenlik kariyeri. Şahane Pazar’ın fikir babası, sonrasında yirmi yıl süren ne iş olsa yaparım dönemi… On yıldır da bir yarışma programının yönetmenliğini yapıyorum. Bir yandan da arkeoloji müzelerine belgesel, canlandırma, interaktif uygulamalar yazıyorum, yönetiyorum. Ben anlatırken yoruldum, umarım size fazla gelmemiştir. Süre altmış yılı geçince söylenecek çok şey oluyor.
İlk öyküde rüzgârın anlatıcı oluşu cesur ve şiirsel bir tercih. Kimin baktığı, kimin anlattığı sizce gerçeği ne kadar değiştirir?
Öyle bir soru sordunuz ki içimdeki filozof çıkacak durduk yere. Bu soru bizi ister istemez gerçek nedir sorusuyla yüzleştiriyor. Ben bakanların gözünden bağımsız, kendi başına orta duran bir gerçeklik kavramının bizi metafizik düşünce yapısına taşıyacağını düşünüyorum. Kimsenin bilmediği ama kendi başına ortada duran bir gerçekliğin hiçbirimize faydası olmadığını söylemek isterim. Bu durumda da hepimizin ayrı ayrı gerçeği oluyor. Yani bakan kişi gerçeği değiştirmez, kendi gerçeğini yaratır, anlatır. Çok mu soyut oldu? Umarım anlaşılır bir şeyler söylüyorum.
Neyse, bu sav tarih yazımını için de geçerli bence. Her dönemin tarih yazarları da ‘gerçekleri’ büyük oranda parası olanın gözünden yazmak zorundadır. Kösedağ zaferinin ardından Türk komutanları destanlarını yazdıracak tarihçi bulamazlar. Kurumsallaşmak için yazı şarttır. Ya da şöyle diyelim, bugün yaşadığımız olayları iki gazete üzerinden okuyun. Herkesin gerçeğinin ne kadar farklı olduğunu görebilirsiniz.
Şimdi bir de bunun üzerine kurgu yazmaktan söz edelim. Her ne kadar tarih araştırması yapsam da uyduruyorum ben o öyküleri. Louis Lebon ve arkadaşlarının doğum ve ölüm tarihlerini, kilise kayıtlarını ayrıntılı bir şekilde araştırdım ama kitapta uzun uzun anlattığım o gün hiç yaşanmadı. Tümüyle benim hayal ürünüm. Sanırım, edebiyatla tarih yazımı arasındaki fark bu çizgide yatıyor.
Anlatıcı seçimi sizin için edebi bir strateji mi, sezgisel bir yönelim mi?
Edebi hiçbir stratejimin olmadığını en baştan söyleyebilirim. Edebiyatla ilgili büyük sözler söylemek için de henüz acemi olduğumu düşünüyorum. Ama kesin olan bir nokta var. Kurgu yazmak eylemi kesinlikle sezgisel bir yönelim benim için. Öyküye başladığımda nereye gideceğini genellikle bilmiyorum. Yazdıkça arkası sökün veriyor. Sonunda ben de şaşırıyorum yazdıklarıma. Geri dönüp okuduğumda bunu ben mi yazmışım dediğim sık sık oluyor.
Bir yazar olarak, bu kitapta sizi en çok şaşırtan, “işte bu benmişim” dediğiniz bir satır oldu mu?
Tatlı Dillim’de Ali Usta’ya bol bol büyük laflar ettirmişim. Nalan Barbarosoğlu hocamla yeniden okuduğumuzda, aradan uzun bir zaman geçtiği için unutmuştum ne yazdığımı, hafiften iğreti oldum. “Bu adam çok beylik laflar ediyor, yahu!” diye çekincemi belirttim hocama. O da benim Ali Ustam olduğu için dokunmama izin vermedi. Zaten sıklıkla “oynayıp durma, bozacaksın” der. Şimdi, baskının ardından insan daha rahat oluyor haliyle. Bakıyorum da, en çok Ali Usta’nın sözlerini sevmişim. Sorunuzun cevabına gelince:
“İnsan zahiri olanın ışıltısıyla kör olur da gönlünün gördüğünü, kalbinin sevdiğini bir türlü seçemez.” Sayfa 217.
Galiba çok ‘ben’ bir cümle bu. Çocukluğumdan beri ışıltılı şeylerden, insanlardan uzak durmayı tercih ettim- sanki ama emin değilim. Ali Usta gibi konuşturuyorsunuz beni. Ben kim olduğumu o kadar net bilsem, oooo, kim bilir nerelerde olurdum. Hikâye yazmaya devam, başını sonunu bilmeden. Hayatın kendisi gibi…