İbrahim Durmaz ile Sezai Karakoç Üzerine Zeynep Karaca Söyleşti-2. BÖLÜM
Sezai Karakoç’ta eylem nasıldır? İki defa parti kurmuştur. Ama toplumun bir kısmı tarafından parti kurması eleştirilmiştir. Sizce parti kurmasa eylemden söz edebilecek miydik?
Elbette, neden edemeyelim? Parti kurmak politik hareketin eyleme yönelik yalnızca bir adımıdır. Esasında Karakoç bu silsileyi sanat-düşünce-hareket olarak kuruyor. Bu üçü arasında keskin sınırlar çizebilmek çok mümkün görünmüyor bana. Parti kurmak onun düşüncesinin geldiği doğal sonuçtur. Mesele Müslümanların birliklerini sağlama meselesidir. Bu noktada devleti çok önemli görüyor Sezai Bey. Fakat gayrimeşru bir hareketin parçası olmak istemez. Dolayısıyla devlete giden yol, parti ve seçimlerden geçer. Bu manada parti fikri, politik hareketinde çok önemli bir yer tutar. Yine de politik hareketi yalnızca parti kurmak olarak okunmamalıdır.
Eylem/hareket esasında örgütlü bir birlik olma niyetine matuftur. Buradan açılan anlam haritası, Karakoç için birlik, direniş, parti, devlet gibi kapıları aralar.
Karakoç’un politik tasavvurunun merkezinde din, dinin merkezinde ise kişinin Allah ile kurduğu organik ilişki yer alır. Bu durum onun siyasi hareketi için de geçerlidir. İnançtan bağımsız bir düşünce olamayacağı gibi, düşünceden bağımsız bir politik hareket de olamaz. Modern toplumsal hareketlerin merkezinde elbette, toplumu, biçtiği kalıp doğrultusunda, kendi rasyonel iradesiyle değiştirme gayretinde olan insan ve onun tahakküm çabası vardır. Karakoç’un politik-toplumsal hareketi, Hz. Hâcer’in Safa ve Merve tepeleri arasındaki sa’yine benzer. Harekete korku ve ümit, çaresizlik ve çare arayışı hâkimdir. Su bir ihtiyaçtır, aranmaması durumunda hayati bir damar kaybedilir. Fakat suyu verecek olan koşu değil, çabanın samimiyetidir. Bu sebepledir ki politik yazılarında birçok defa Enfâl Suresi’nin 17. ayetini kendine has üslubuyla yeniden ve yeniden hatırlatır: “Attın attın ama sen atmadın, sen atmadın. Allah attı, Allah attı.”
Sezai Bey açısından politik hareket, belirli bir kıvama gelmiş düşüncenin tamamlayıcısıdır. Olgunlaşmadan politik harekete geçmek bir vebal olduğu gibi, düşünceler belirli bir seviyeye geldikten sonra harekete geçmemek de bir vebaldir. Politik bir hareket, Karakoç açısından modern toplumu neden sonuç ilişkisi içinde okumanın, oyunu kurallarınca oynamanın doğal bir sonucudur. Düşüncenin zamanı gelince bir harekete bağlanması, onun gözünde bir gereklilik, hatta bir zarurettir.
Diğer taraftan politik hareket, elbette politik özne/fâil olmanın bir getirisidir. Bu anlamda hareketin geometrik bir doğası olduğunu söylemek gerekir. Nihayetinde hareket, ölçebilir ve ölçülebilir olma iddiasını da içinde taşır. Politik hareketin ileri aşamalarında sağ ya da sol faşizmin beklediğini söylemeye artık gerek yok. Faşizmin ileri aşamalarında insan bedeni üzerinden metrik hesap yapmaya varan bir ölçü fetişizminin beklediğini de. Turgut Uyar’cası “her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği”dir. Küçük adamların nasıl büyük adamlara dönüştüğünü ayne’l-yakîn gözlemleyen Karakoç, belki de bu yüzden politik hareketinde öncelikli olarak “büyük fail” olmanın da her şeyi düzeltmeye kalkışmanın da hesabında değildir. Küçük niyetlerin büyük fiillere kapı aralayacağına inanarak yola çıkar. Kendi sakinliğinde yolda kalmayı, hızlı adımlarla yoldan çıkmaya tercih eder. Parti yolda kalmanın yollarından biridir, fakat hepsi değildir.
Komünizm, kapitalizm ve devrim gibi kavramlar geçmişten günümüze güncelliğini koruyor, bu kavramlar üzerine Karakoç’un sıkça yazdığını biliyoruz. Sezai Karakoç’a göre bu kavramlardan neden uzak durulmalıdır, yerine ne önerir?
Karakoç’un Batı düşüncesi üzerinden açılan politik ötekisi en temelde ideolojilerdir. Her ideoloji kendi tabiriyle bir “düşünce köleliğine/kültür köleliğine” açılır. Bu kölelik savaş esareti altında olmaktan, elleri kolları bağlı olmaktan çok daha zor bir durumdur. Kültür kölesinin zindandaki bir mahkûm gibi belki elleri kolları bağlı değildir fakat zihni bağlıdır. Elleri değil fakat ruhu kıpırdanamayacak şekilde zincire vurulmuştur. Karakoç’a göre ideolojiler insanları kendi ülkelerine, halklarına, kültürlerine, gelenek ve ahlaklarına, kısaca kendi hayat tarzlarına yabancı ve düşman yapmaktadır. Başta zamanının popüler akımlarından olan Batıcılık ve Marksizm olmak üzere, komünizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm, kısaca skalanın hem sol hem sağ akımları, topyekûn batıya ait düşüncelerdir. Türkiye’yi de etkisi altına almış sol ve sağ olarak addedilen modern akımların hepsi, Karakoç’a göre soldur. Batılı anlamda sağcılık, solculuk demektir Karakoç için. O sağcılığı ve solculuğu yalnızca Kur’an’daki tabirleriyle kabul eder. Bu manada sağda yalnızca inanç vardır. Sağ’ın her iki tarafı da inkâr, her iki tarafı da soldur.
Şunu hatırlatmakta fayda var: Karakoç lügatinde Batı, Modernite eleştirisinin müşahhas ismidir. Bu sebeple tüm ideolojiler ötekidir. O, ideolojileri ayrı ayrı değerlendirir ve tenkit eder. Fakat “küfür tek millettir” fehvasınca hepsini topyekûn karşısına alır. Adam Smith ile Marks, Kapitalizm ile Komünizm, sağcılık ile solculuk, Amerika ile Rusya tek bir yerden çıkma, modern dönemin hakikat karşıtlarıdır. Önerdiği şey(ler) elbette çok parçalı ve üzerinde tefekkür isteyen alt başlıklardan oluşuyor. Fakat benim derslerde de çokça andığım iki benzetmesini burada da zikretmek istiyorum. Bunlardan ilki gemi metaforu. Şöyle ki: Hz. Nuh’un durumuna benzetir Karakoç inananların durumunu. Peygamber, Gemi ve Tufan, Karakoç’un dilinde direnişin, dirilişin ve kurtuluşun anahtarlarındandır. Peygamberler ve yalnızca onu örnek alanlar toplumsal değişimin de mimarlarıdır. Etraf geminin neden yapıldığını anlamaz, alay eder, eğlenir, engeller koyar fakat insanları birdenbire bastıran bir tufandan ancak önceden gemisini hazırlamış olan Nuh kurtarır. Gemi ise Karakoç’un kendine has metodunu ortaya koyduğu en temel alegorilerin başında gelir. Felaket çanı çalana kadar gözler gemiyi inkâr eder. Fakat gün gelip de sular yükseldiğinde, gemi herkesin gözleri önünde tek umut kapısı olarak yükselir. Gemi yapmak ve gemi olmak, bir sel karşısında ateş gibi tepkisel olmamanın, su gibi taklidi metotları reddetmenin ve yalnızca kendine has yolu gayret göstererek ortaya koymanın adıdır. Açıktır ki Karakoç’un imgelemi ve eylemciliği, İslam coğrafyasında siyasal bağımsızlığın kazanılabilmesi için önerilen İslami köklerine bağlı eylemciliğin reaksiyoner muhtevasından farklıdır. Geminin payına sularla boğuşmak, tufandan korunmak ve korumak vardır. “Allah’ın razı olduğu kişiye tufan bile bir sığınaktır.” Kendi ifadesiyle “Suya ateşle karşı çıkılmaz. Coşkun su ateş kayalarını bile ilkin söndürür, sonra sürükleyip alıp götürür. Suya suyla da karşı çıkılmaz. Çünkü: o su da öbürüne katılır ve beraber akarlar öfke kanalında. Suya gemiyle karşı çıkacaksın. Su istese de istemese de omuzlarında taşıyacak gemiyi. Suyun üstünde suyla beraber akacaksın, sularda yuvarlananları teker teker kurtaracaksın.”
İkincisi ise nakıştır. Sezai Bey reaktif bir politikayı hayatının hiçbir döneminde benimsememiştir. Bu özelliği ile ilk dönem İslamcıların apolojik/tepkisel tavırlarından net bir şekilde ayrılır. Söyledikleriyle, yazdıklarıyla ve yaşantısıyla verdiği belki de yegâne tepki, Türkiye ve diğer İslam ülkeleri gibi modernleşme toplumlarının geçmişi unutmaya meyyal, aceleci, şekilci, içeriğe önem vermeyen, genel “modernleşmeci” tavrınadır. Bu sebeple politika ve sosyal değişim hakkında İslam ile beraber “nakşetmek” fiilini bile isteye kullanır. Politikayı “insana ve eşyaya imanı nakşetme eylem ve direnişi” olarak tanımlar. Nakşeder, zira üslubunda ne bir ideoloğun yumruk izlerine ne de ikna etmeye odaklanmış bir tartışmanın seviyesizliğine rastlanır. Klasik kozmolojinin kıvam ilkesi, Karakoç’ta nakşa dönmüştür. Nakış, modern siyaset felsefesinin XX. yüzyıl seyrine bir ahenk ve denge gözetimi uyarısıdır. Kamusal alana yönelik tüm çabaların emekle ve sabırla işlenmesidir nakış. Sezai Karakoç, eylemde bir nakış estetiği, eyleyendeyse bir nakkaş sabrı arar. Ve şunu peşinen kabul eder; nakkaşın yanında yalnızca sabrı, azmi ve Rabbi vardır.
Müslüman ülkelerin bir araya gelmesi, ortak pazar kurması, askeri birliğinin olması gibi görüşleri vardır. Sezai Karakoç’un bunları istemesindeki temel sebepler nelerdir?
Karakoç’un tıpkı halefleri ve çağdaşları gibi İslam dünyasının güncel sorunlarına dair en önemli gördüğü meselelerin başında birlik gelir. Fakat birlik Karakoç düşüncesinde öncelikle ve zorunlu olarak İslam coğrafyasının sosyolojik topografyası üzerinden temellenmez. İdeolojik ya da aksiyolojik bir argümanın kurucu malzemesi olmanın çok ötesindedir. İslam’ın en büyük prensiplerinden biri olarak birlik, her şeyden önce âlemdeki kozmik bütünlüğün bir ifadesi olarak evrenin ontolojik prensiplerindendir. Bu manada birlik, öncelikle Allah’ın birliğini ve tüm varlığın Allah’ın buyruğuna sımsıkı kenetli bir birlik olma halini ifade eder. Vahdet içindeki kesret, kesret içindeki vahdete tabidir.
Elbette Karakoç için de birlik olmanın politik, ekonomik, askeri, kültürel birçok yönü vardır fakat birlik için öncelikle bir birlik şuuruna ermek gerekir. Bu şuur ona göre “Allah’ın ipine, Kur’an’a, İslam’a sımsıkı bağlanmak” demektir. Karakoç’a göre politik manada birlik olmak, kendi tabiriyle “lokmayı büyütmek” Müslüman coğrafya açısından kurtuluşun temelidir. “Kapitalist ve komünist ideolojilerin dünyayı ezen zulümlerine son verecek olan, ancak, İslam dünyasının büyük, etkin ve bağımsız birliğidir.” Müslümanların siyasi ve ekonomik alanda bir araya gelmesi idealini Diriliş’teki ve diğer dergi ve gazetelerdeki yazılarında 1960’tan bu yana “İslâm Paktı”, “İslâm Bloku”, İslâm Ortak Pazarı” gibi kuruluşlarla tekrarladığını belirtir. Ona göre tek çare, tek çıkar yok budur. Şu şekilde ifade ediyor: “Yapılacak tek iş, din, tarih, kültür, şartlar, tabii, coğrafi yakınlığımız hatta birliğimiz olan İslam ülkelerini en kısa zamanda, bir Blokta birleşmeğe çağırmak ve bu Blokun lideri olarak, bütün bölgenin haklarını aramak ve korumak için Batının karşısına çıkmak, Batıyla eşit şartlarla anlaşmaktır.” Farklı bir yerde de şöyle der: “Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa, hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmasından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü: bundan daha büyük bir dâva bilmiyorum. Tüm faaliyetim, islâmın bir savunması ve bu savunmanın özü de, Müslümanların uyanıp dirilmeleri, birleşmeleri ve kendilerini dış âleme karşı koruma gücüne ermeleri yönündedir zaten.”Sezai Bey’e göre Batı dünyasının, İslam dünyasını amansız bir sağ-sol çatışmasının içine atması, bölünme ve parçalanmayı da hızlandırmış, İslam ülkelerinin teker teker yok edilmelerinin de önünü açmıştır. “Böl ve yut” politikaları tüm tahribatı ile XIX. yüzyıldan aldığı bayrağı XX. yüzyılda da devam ettirmektedir. Müslümanların öldürülmelerinden birlik şuurunun ilhamını alır Karakoç. Zira “hayatın hayat olması için, önce ölümün şuuruna varmak şarttır.” Bu şuurla, ölen yalnızca yurdu için değil bütün İslam ülkeleri uğruna öldüğünü bilmeli, kalanlar yurdu için ölen bir Müslüman olduğunda bizim için de öldü diye düşünmelidir. Bu sebeple Karakoç, İslam âleminin öncelikle kalben ve sosyo-politik manada birleşmesini zorunlu görür. Ona göre İslam dünyası; Avrupa, Amerika ve Rusya’nın anlaşmalarından doğan hücum hattıyla karşılaşacağı yeni bir döneme öncelikli olarak birleşme kararı alarak girmelidir. Önce birtakım federasyonlar kurulmalı, daha sonra federasyonlar konfederasyona çevrilmelidir. Kendisi şu şekilde ifade ediyor: “Müslümanlar, Rusya’da, Çin’de, Hint’te ve ülkeri işgal edilen her yerde, her haktan mahrum, hor ve hakir durumdadırlar; çarçabuk kendilerine gelip, Doğu Asya’da Doğu İslam Federasyonu, Ortadoğu’da Orta veya Merkez İslam Federasyonu ve Afrika’da Batı İslam Federasyonu ve daha sonra bu federasyonları sinesinde toplayan Büyük İslam Konfederasyonu’nu kuramazlar ve buna kültür temeli olarak, geçmişte olduğu gibi, insanlık amaçlı islam ülküsünü canlandırıp ruharda ateşleyemezlerse, bu hayat memat çözümüne eremezlerse, ölüm, yok olma ve esaret, mukadderdir.” Bu noktada Müslüman dünyanın önünde iki seçenek vardır: ya bir araya gelip direniş hattını desteklemek, ya da yok edilmek. İslam dünyası askeri birlik konusunda öncelikle bir savunma anlaşması yapmalıdır ona göre. Herhangi bir İslam ülkesine saldırı olursa, ona hep birden karşı durulmalıdır. Teker teker yok oluşu engellemenin tek yolu bu savunma anlaşmasının imzalanmasıdır. Bu bağlamda Müslümanlar kendi düşünce ve isimlendirmeleriyle, değişmiş tüzük ve programlarıyla İslam İşbirliği Teşkilatı’nı bir nevi “İslâm Birleşmiş Milletler Topluluğu”na; Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nı da “İslam Güvenlik Konseyi” gücüne çevirmelidir.İslam coğrafyasının birleşme aşamasında bir diğer önemli kriter ekonomik birliktir. Bu noktada ekonomi yeni baştan düzenlemeli, Batılı kurumlar ve onların yerli uzantıları, kendi tabiriyle bit ayıklar gibi ayıklanmalıdır. Faizin her türlüsü yasaklanmalı, zekât bir sosyal adalet kurumu olarak yürürlüğe konmalı ve işletilmelidir. Bu bağlamda tam bir maliye ve vergi reformunu gerekli görür. Bütün İslam ülkelerinin ekonomisi birbirine açık olmalı, bir İslam ortak pazarı öncülüğünde ihracatta, ithalatta, işçi değişiminde ve hammadde alışverişinde öncelik İslam ülkelerine verilmelidir. İlaveten bu ülkeler arasında İslam sermaye piyasası, İslam kambiyo teşkilatı ve İslam para ünitesi tesis edilmeli, bir iş birliğinden ziyade iş bölümü tanımlanmalıdır. Tüm bunların kurucu unsurunun İslami bir birlik şuuru olduğu unutulmamalıdır.
Sezai Karakoç’a göre parti nasıl olmalıdır? Muhafazakâr partilerde sıkça görülen, parti-cemaat bağlantısı Yüce Diriliş Partisi’nde neden yoktur? Sezai Karakoç’un parti fikrine bakışı açısından neler söylemek istersiniz?
Karakoç’a göre zamane politik şartlarında yaşamak için büyük olmak bir zorunluluktur. Birlik bu manada büyümeyi de beraberinde getirecektir. Büyük olmanın yolu devletten, devlete giden yol partiden geçer.
Karakoç parti kurmayı özellikle birlik düşüncesinin aksiyona geçmiş hali olarak ele alıyor. Siyaset adamı bir taraftan toplumun yönetilmesi alanında eleştiri ve yeni teklifler getirmeli, diğer taraftan düşünce ve teorik çıkışları, uygun zamanda aksiyona akmalıdır. İllegal hareketlerden taraf değildir Karakoç. Peygamberler, İslam büyükleri her zaman halka açık olmuşlardır, kendilerinin ne olduklarını söylemişlerdir. Bu sebeple öncelik, bu birlikteliğin kanuni altyapıya uygun olarak sağlanmasıdır. Ona göre birliği başlatacak aksiyon, vakıf ve dernekler ile de sağlanabilir fakat parti yapılanmasının daha uygun bir zemin olduğunu söyler. Birliğe giden yolda parti bir zorunluluktur ve bir görevdir.Elbette her örgüt gibi parti içerisinde de birçok problem çıkma ihtimali vardır. Bu noktada Karakoç, öncelikle particilik konusunda sık sık uyarılarda bulunur. Siyasi partiler her şeyden önce bir araç olduğunun bilinciyle kurulmalıdır. Partiler düşmanlık ve kin duygularıyla değil, karşılıklı yarışma biçiminde gelişmelidir. Amaç halka hizmettir. Liderin diktatörlüğü, gereken danışmayı uygulamaması, parti mensuplarının karşısında layüsel davranması, mensuplarca putlaştırılması, partinin iddiası ne olursa olsun sahteliğine dalalettir. Siyasi partiler de elbette sevgi, saygı ve itaat çerçevesinde işler fakat hiçbiri körü körüne, kayıtsız ve şartsız olmamalıdır. Bu sebeple “genç insana on öğüt saymağa kalksam, birincisi “putlaştırmayacaksın!” olurdu” diyor. Parti milleti kendine sevdirme, milletin güvenini kazanma yoludur.Elbette politik partilerin amacı iktidara gelebilmektir. Sezai Bey, iktidarın boşluk kabul etmediğini, bu sebeple de Müslümanların siyasi alanı bir problematik olarak ele almaları gerektiğini söylüyor. Bu konuda yalnız olduğu da söylenemez. Kendisinin de fiilen politik hayata girmeye hazırlandığı 80’li yılların sonu ve 90’ların başında, İslam ve siyaset konusu çeşitli dergi ve gazetelerde daha fazla işlenmeye başlamış, “yönetime talip olmak” daha sık dillendirilir olmuştur. Fakat politik duruşu bağlamında Karakoç, Machievellist değildir. Partinin yalnızca olması gerektiği yerde olması ve politik iktidara bir adım daha yakın ol(a)maması, onun gözünde bir kayıp değil, hikmetli bir bekleyiştir. Halka kendini sevdirme yolunda, henüz halktan bir talep gelmemişken, henüz ülke aydınları oluşamamış, oluşsa da halkı cezbetmiyorken yapılması gereken iş, aydınları kendi bünyesinde toplayarak politik mücadeleye devam etmektir. Her şeyin bir vakti vardır. Bu yönüyle iktidar Müslümanların elinde olmadığında işlerin daha kötü gideceğine yönelik kalıp İslamcı tavrın dışındadır. Karakoç’un merkez-sağa kaymayı bir çözüm olarak görmediği ortadadır. Birbirine zıt düşünce adamlarının aynı partiye doluşmaları, bir fikir çilesi çekmemiş olmaları bu partilerde her seferinde çözülmeyi de hızlı getirmiştir. Bu bağlamda kendisi bir siyasi parti kurarak, öncelikle inanç ve fikir temelli bir alternatif oluşturmak istiyor.Karakoç’a göre parti, siyasal ve toplumsal bir kurumdur. Bu sebeple şeyhlik-müritlik ilişkisinin bu alana karıştırılmaması gerekir. Türk siyasal hayatının birçok farklı/çapraz cemaat-parti “uzlaşıları” düşünüldüğünde, uyarısı yerinde ve manidardır. Belki de bu sebeple ne Diriliş Partisi, ne de Yüce Diriliş Partisi gizliden ya da açıktan hiçbir cemaat/tarikatın oyunu al(a)mamıştır. Dini duyguların parti adı altında saptırılıp istismar edilebilme ihtimali, Karakoç’u bu tarz birliktelikler kurmaya hiçbir zaman yanaştırmamıştır diye düşünüyorum. Karakoç’a göre partiler de dâhil, ölçeği fark etmeksizin tüm örgütsel faaliyetlerde liyakat esastır. Bu sebeple politik partide şahsi çıkar, mevki ve şöhret gibi sebeplerle bulunan kişilerle amansızca mücadele edilmelidir. Emanetlerin ehline verilmesi, tüm dalkavukluklardan, kabiliyetsiz insanlara görev verilmesinden, şahsi çıkar ilişkilerinden kaçınmayı gerektirir. Gerçek parti, kişilikleri yok eden, kitleyi sürü gibi bir lider etrafında çevreleyen bir kuruluş değil, toplumu her kademesinde kucaklayan bir yapıda olmalıdır. Tepkiden değil, idealden doğmalıdır. Ona göre parti öncelikle bu doğrultuda aydınlardan oluşmuş bir düşünce partisidir. Parti, “milletin ruhu”yla bağlı bir “ideal kadronun” metafizikten ahlaka, sosyo-politik yapıdan ekonomiye kadar geniş bir yelpazedeki “düzenleme atılımı” ve “aşkının eseri” olmalıdır. Bu bağlamda ülke genelinde şubeleşmeli, bir ilim, sanat, fikir, ahlak ve iman “ocağı” olarak kendisini sürdürmelidir.
Topluma yön verecek kesimin aydınlar olduğu fikri Sezai Karakoç’ta öne çıkar, aydına bakışı nasıldır ve aydından beklentileri nelerdir?
Sezai Bey için milletin yeniden bir olmasının yolu öncelikle aydınlardan geçer. Halkı yönlendirecek, eğitecek, onlara örnek olacak bir kadro bulunmalıdır. Milleti bu “aydınların şuurlu hareketi” kurtaracaktır. Bir milletin yazgısı, aydınların yazgısına bağlıdır. Elbette onlarla halk arasında bir fark yoktur. Aydınlar da milletin çocuklarıdır. Halkına bağlı, halkıyla bütünleşmiş, saygılı, erdemli, medeniyeti her yönüyle diriltmeyi hedef alan aydınlar istiyor.
Kadro kurmayı Karakoç Âl-i İmran Suresi 104. ayetinde geçen “sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun” ilahi emriyle birlikte düşünür. Kadroya politik kadro ya da aydınlar kadrosu demenin bir farkı yoktur. Ona göre aslolan, böyle bir kadronun varoluşudur ve bu kadroyu tesis etmek günümüz şartlarında politikacılara daha yakın görünmektedir. Yöneticiler, liderler, siyasi parti liderleri, yüksek kademeli bürokratlar kısaca devlet adamları hep birlikte topluma örnek olan kadroyu oluşturmalıdırlar. Bu onların yurtseverlik sorumluluklarıdır. Kadro, devlet adamından topluma ve tüm insanlığa doğru açılan politik tasavvurun bir halkasıdır. Bu sebepledir ki Karakoç’a göre kadronun halka dayanması askıda kalmamalı, aksine cesur adımlarla kurumsallaştırılmalıdır. En büyük halkanın halk halkası olduğu unutulmamalıdır. Karakoç’a göre kadro olabilmek, uzak hedefine “vatanı” da aşarak tüm insanlığı alır, fakat reel planda saati devlet adamlığına, devlete ve halka ayarlıdır. Bu sebeple çemberin en dışında “aynı ülkede yaşayan ve o ülkenin yurttaşı olan insan topluluğu” manasında halkı konumlandırmak gerekir. En büyük halka olan halk ile merkezinde devlet adamının yer aldığı boşluğu; bir yüzü halka, diğer yüzü devlet adamına/yöneticiye, iç yüzü de Hakka dönük aydınlar kadrosu doldurmazsa, “halkı devlet adamından koparan, hem devlete, devlet adamına, hem halka düşman, ikiyüzlü bir şeytanî kadro doldurur.” Bu ise yalnızca halkın değil, tüm insanlığın felaketidir. Genel olarak kaht-ı rical Türkiye gündeminde hem solda hem sağda sürekli yaşanmıştır. Tanzimat aydını da, Cumhuriyet aydını da, Sol da, Sağ da bir kadro oluşturabilmeyi hiçbir zaman gündeminden düşürmemiştir. Karakoç’a göre de bu kadro kurulamadığı sürece söylenenler birer ütopyayı geçemeyecektir. Kadro, Karakoç’un politik düşüncesini sağlam bir harekete çevirecek en önemli araçlardandır. Hareketin motor gücü bu aydınlar kadrosu olacaktır.
Sezai Karakoç’ta devlet nedir? Liyakat, adalet, yönetim, emniyet gibi devletin temel varsayımlarına yaklaşımı nasıldır? Ayrıca, laiklik, hilafet gibi konulara bakışı nasıldır?
Sezai Bey’in devlet söz konusu olduğunda mütevazı hedefleri yoktur. Müslüman coğrafyanın kurtuluşunu, güçlü ve cihanşümul bir Ortadoğu devletini kuracak birliği sağlamakta görür. Zira Karakoç’a göre Ortadoğu milletleri, genel olarak büyük ve birleşik bir devlet isteyen tarihi-sosyolojik yapıdadır. Bu bağlamda Müslümanları köklü Ortadoğu devletlerinden bir duvar gibi ayıran Ortadoğu sınırları da devletleri de sun’îdir. Ona göre devletin sınırları, Afrika’nın batısından, Asya’nın doğusuna; daha net ifade ile Cebelitarık’tan Cava Adası’na kadar en az on milyon km toprağa sahip, iki yüz elli milyon nüfuslu, bütün Müslümanları çevreleyecek şekilde yeniden diriltilmelidir. Bu coğrafyaya “Özülke” adını veriyor.
Müslümanlar hem kendilerini hem de mazlum halkları korumak ve kollamak adına kuvvetli olmak borcundadır. Allah’ın halifesi olarak bu onların ödevidir. Fakat bu güç mutlaka milletin kendi özgün, iradi ve en önemlisi ahlaki altyapısı ile desteklenmelidir. Zira yalnızca bu altyapı gücü ayakta tutar. Bu sebeple devletin öncelikli durağı hem yönetenler hem yönetilenler açısından ahlak ilkesinden kopmamaktır. Onun devlet tasavvuru tıpkı düşüncesinde olduğu gibi haktan ziyade sorumluluğa yakındır. Devlet bir güç olmak demektir ve gücün artması tıpkı geleneksel İslam siyasal düşüncesinde olduğu gibi yalnızca yetki ve sorumluluğu artırır. Aynı şekilde Karakoç’a göre devletin halkı ile olan ilişkisinde liberalden ziyade sosyal devlete daha yakın olduğunu düşünüyorum. Devlet müdahil olmayan pasif bir yapıda değil. Dağıtıcı ve denetleyici bir devlet. Gerektiğinde bir plan dâhilinde bütün ekonomiyi düzenleyebilir örneğin. Diğer taraftan devlet, her türlü ideoloji ve propagandaya karşı, kamusal alanın tüm mekânlarına yerleşmelidir. Kültür, inanç ve ahlak hayatını izlemeli ve kontrol etmelidir. Bu yönüyle Karakoç devletin ideolojik aygıtlarının sonuna kadar kullanılmasını savunuyor. Bu noktada rejim konusunda da değiniyor Sezai Bey. Ona göre politik sorunların rejim değiştirilmesi üzerinden halledilebilecek bir yönü yoktur. Halledilseydi, Meşruiyetle de Cumhuriyetle de demokrasiye geçişle de hallolurdu, der. Fakat rejimler politik sorunları çözmeye kâdir değildir. O, devlet için siyasi rejimi bir kap/zarf olarak görür. Bu bağlamda “bazı yönetim biçimlerini” almak ve kendi özümüze göre kullanmak kaçınılmazdır. Bunu kabul etmediğimiz için İslam âlemi küçük devletçikler halinde kalmış ve halkı da sürekli zarar görmüştür. Rejimler, muhtevası insanın kendi medeniyeti olan biçimlerdir ve öncelik her zaman biçime değil, içeriğin düzeltilmesine verilmelidir. Bu sebeple rejim tartışmalarında öncelikle altını çizdiği nokta rejimin biçimselliği ve işlevselliğidir. Karakoç’un rejim meselesinde esas dikkat çektiği hususlar daha çok halkın politik kültürel kodlarında olmayan yönlerin rejimden de ayıklanması, olan yönlerin rejime dâhil edilmesi gerekliliği hususundadır. Örneğin demokrasiyi düşünelim. Ona göre demokrasi dinden kopuk yaşayamaz zira toplumun temelinde sekülerliği değişmekle birlikte inanç duygusu yatar. Bu sebeple demokrasinin asgari çizgisi halkın inançlarına saygı göstermekten geçer. İlaveten Karakoç, İslam dünyasında batılılaşmanın diğer unsurlarından farklı olarak demokrasinin yapısı ve özüyle yerlileşme şansının da olduğunu savunur. Zira genel batılılaşmaya olanca yavaşlığıyla karşı koyan Anadolu insanı, sanayileşme ve seçimli yönetimi benimsemeye can havliyle sarılmıştır. Bu noktada Karakoç demokrasiyi yerlileştirme, kendi temel kültürümüz ile bağdaştırma ve uzlaştırma taraftarıdır. Eski kurumların yenileştirilmesinden ve canlandırılmasından bahseder. Unutulmamalıdır ki bir toplumun kendi idare şeklini kurabilmesi en doğal haklarından hatta varoluş şartlarındandır. Bu sebeple toplumun kendi insanına ve tarihine bakılmalı, kolektif şuuraltındaki adalet inanış ve anlayışı aranmalıdır. Dünyadaki diğer siyasi rejimlerle kritik ederek, çağdaş bir devlet fikrinin yolları aranmalıdır. Uzun lafın kısası Sezai Bey güçlü bir devletin alını çizer. Fakat rejim konusunda esnektir. Zira rejimi belirleyecek olan yönetilenlerin maslahatıdır. Bu noktada geleneksel İslam siyasal düşüncesinden aldığı adalet, meşveret, liyakat, huzurun sağlanması gibi temel özellikleri belirtir. Tasavvuru klasik İslam hukukunu referans alması açısından geleneğe yakın durur fakat hilafetin (İslam’ın başkanlık sistemi olarak anar) geleneksel anlamından ziyade modern bir devleti işaret eder.
Diriliş metaforunu Sezai Karakoç’un hem metafizik anlamda hem de bir eylem olarak kullandığını biliyoruz. Sezai Karakoç’la özdeşleşen diriliş fikri hakkında ne söylemek istersiniz?
Karakoç’un geleneği modern içinde yorumlayarak yeni bir anlam çıkardığı modern kavramsallaştırmaların en başında hiç şüphesiz diriliş gelir. Karakoç’un fikriyatının da merkezinde yer alan ana kavram diriliştir. Onun düşünceleri üzerine yapılmış olan tüm analizlerin, tartışmaların, çözümlerin mutlaka diriliş kavramına açılan bir tarafı vardır. Partisini de isimlendiren diriliş, Karakoç ile politik dilimizde yerini almıştır denilebilir. Fakat o, kavramın temelinde, siyasi alanın da ötesinde “varoluşsal bir duyarlığa” dikkat çeker.
Diriliş her şeyden önce bir inanç meselesidir. İslam’a inanmakla başlar. “Yeniden inanmak. Yeniden düşünmek. Yeniden duymak.” diyor Karakoç. Karakoç, kelimeyi öncelikle “ba’sü ba’de’l-mevt”/ölümden sonra diriliş manasında kullanır. Kavram tek kişiye hitap ederek ölümden sonra dirilişi hatırlatır. Öncelikle ahiret inancı ile bu dünyanın anlamlandığını vurgulamak istiyor belki de. Anlam örüntüleri tek kişiye hitap ile başlar, buradan topluma, toplumdan tarihe, tarihten medeniyete açılır.Diriliş, insanoğlunun iç içe geçen benleri arasından kendi gerçek benini bulması demektir. Ona göre insanın asıl beni, onun Allah’a dönük tarafıdır. Bu sebeple doğrudan hakikat ile bağlantılıdır. Millet devlete, devlet medeniyete, medeniyet de hakikate kapı aralar. Tüm bunların arkasındaki itici güce verdiği isimdir diriliş. Yalnızca Allah’a teslim olmak dirilişi getirir. Diriliş, insanın İslam’da dirilmesi ve İslam ile kurtulmasıdır. Diğer taraftan dirilişin devrimci olduğunu söylüyor. Fakat bu R. Williams’ın “uzun devrim”ciliği gibidir. Köklü ve uzun bir devrimcilik. Esasında bir varoluş mücadelesidir. İhya, uyanış, yeniden doğuş, Rönesans gibi kavramları dirilişte mezcediyor. Özellikle politik manada ihya geleneğinin devamı olduğunun altını çiziyor. Kendi ifadesi şöyle: “Diriliş, bu anlamda Peygamberimizin bütün sünnetlerini ihya amacını gütmek demektir. İSLÂM RUHUNUN İHYASI (Dirilişi), işte, şimdi bizim için birinci öncelikli hedef budur!” ve şu şekilde tanımlıyor dirilişi: “İnancımızı olanca gerçekliği ve saflığıyla korumak, ahlâkımızı en yüksek seviyede diriltmek, medeniyetimizi bir daha sarsılamayacak bir sağlamlıkla canlandırmak, yazımızı, takvimimizi, şehirlerimizi, maddî ve mânevî bütün gücümüzü uyandırmak, saldırıları geri çevirmek, etkisiz kılmak, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı güvence altına almak, kısacası ruhumuzun ve onun tüm tesir, iz ve eser bütününü esenliğe eriştirmek ve bu ideali gerçekleştirecek nesli, gençlik kuşağını yetiştirmek dâvasıdır.”Karakoç İslam’ın geleceği konusunda şüphe duymaz. Müslümanlar hiçbir şey yapmasalar da İslam yine de galip gelecektir. Müslüman olmayanların hataları dolayısıyla ve yine onların İslam’ı keşfetmeleri dolayısıyla İslam galip gelecektir. Allah sebepler dairesinde dinini yeniden galip getirecektir. Bugüne kadar Müslümanların zaaflarının keşfedilmesi gibi, keşif biraz daha ilerlerse bundan sonra da İslam’ın kuvvetleri bilinecektir. Böylece İslam’ın insanlığın yaşaması için kaçınılmaz olduğu anlaşılacaktır. Karakoç bu noktada ilklerden, öncülerden olmanın altını çiziyor. Diriliş hareketi öncelikle İslam’ın bu yeni canlanış hareketinin öncüsü olmak demektir.Ona göre yapılması gereken ilk hamle inancı kuvvetlendirmektir. Zira inanç kuvvetlenirse, sıra bilgi düzeninin, davranış bütününün yeni baştan gözden geçirilmesine gelecektir. Kur’an’ın nefesiyle, Peygamberlerin nefesiyle dirilen bir neslin yapacağı asgari bir ekonomik kalkınma, tüm iddialarına rağmen materyalistlerin yapacağı ekonomik kalkınmanın azami seviyesinden daha üstündür. İslam ülkelerinde önce İslam ruhunun yeniden yerleştirilmesi ve sindirilmesi hedefini Karakoç kısaca “âmentüyü yeniden yaşamaya başlamak” daha da kısaca “ruhun dirilişi” olarak adlandırır. Diriliş düşüncesini öncelikle peygamber çizgisi üzerinden kuruyor Sezai Bey. Onun için uzun bir Peygamberler tahlili yapar. Daha sonrasında ise “Ümmetimin alimleri, İsrail oğullarının peygamberleri gibidir.” hadisini hatırlatarak yüzyıllardır Müslümanlara düşünceleriyle önderlik yapan isimleri anar. Tüm bu isimler arasından İmam Gazali, İbn Arabi ve Mevlânâ’nın onun gözünde ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Karakoç açısından tüm bu zengin ve engin geçmiş, şimdiki zaman haline getirilmelidir. Elbette Karakoç bir müfessir değildir fakat yazılarının birçok yerinde Kur’an ayetlerinin, Hadis-i Şeriflerin izlerini bulmak mümkündür. Bunu bazen doğrudan, birçoğu zaman da dolaylı olarak yapar. Ayet-i kerimeyi anmaz fakat anlam doğrudan onunla bağlantılıdır. Geleneksel usulden ve esastan kopmaz, genel anlam örüntülerine zarar vermez, fakat modern açılımlarla kendi yolunu çizer. Gelenekten moderne açılan, geleneksel ve modern olanı kendine has nakşıyla işleyen bu özelliği, çağdaş İslam düşüncesi içinde Karakoç’u tam olarak farklı kılan yönlerin başında gelir. Dirilişin bu yönü gözden kaçırılmamalıdır. Tüm bunları sosyolojik bir tespite indirgemez Karakoç. Toplumu ayakta tutan sütun, dindir ve fakat namaz da dinin direğidir. O, hadis-i şerif üzerinden topluma açılır, toplumsal tahlilini yapar ve yeniden namaza döner. Böyledir. Karakoç, tahlilci sıfatının tüm olanakları elindeyken, sosyo-politik bir çözümlemeye kolları sıvamış ya da nokta koymaya hazırlanırken, bir anda, olayları vaktinde kılınmamış bir namaza, özensiz bir oruca ya da okunmamış bir sayfa Kuran’ı- Kerim’e bağlar. En teorik çözümlemelerini, küçük de olsa gündelik bir pratikle mutlaka ilişkilendirir. Marksizme ya da materyalizme olan cevaplarını oruçla hitama erdirir. Hz. Âdem kıssasından bir medeniyet tasavvuruna açılabilir. Diriliş elbette güçlü felsefi/politik argümanları olan bir kavramdır ve fakat Karakoç, Müslümanların varoluş şartını partiye, devlete ya da kurama değil, Kur’an, namaz ve oruca bağlar. Zira insanın kendi özel alanındaki dirilmesi, kamusal dirilmelere gebedir. Kamusal çabalarsa özel alanını tekrardan kontrol ettirir Müslümanlara. İyiliğin yayılması öncelikle iyi bir insan olmakla mümkündür. Kötülüğün nehyi, nefiste başlar, muhataba açılır, nefse geri döner. Karakoç’un ıslah olmadan ıslah etmeye, dirilmeden diriltmeye inancı yoktur. “Dirilmeyenler diriltemezler.” Üstelik ıslah olmak ve dirilmek, değişimin yeter şartı değil, gerek şartıdır. Politik düşüncenin de hareketin de evveli, ahiri, zahiri ve batını her seferinde Allah’a çıkar. Politik hareket, O hesaba katılmadan bir arzu-i muhal, bir kîl-ü kâl olmanın ötesine geçemez. En çok hatırlattığı ayeti kerimelerden birini hatırlatayım burada: “Attın attın ama sen atmadın, sen atmadın. Allah attı, Allah attı.”
Sezai Karakoç’a göre İslam ne Doğu’dur ne Batı, İslam bir şeyin antisi olarak varlık göstermez. Buradan bakınca Ortadoğu’ya bakışı nasıldır?
İslam Sezai Bey’e göre ortadır. Bunu klasik dünyanın altın ortası olarak görmek gerekir. İki uç arasındaki orta. Doğu ve Batının, Atezimle çok Tanrıcılığın, ifratla tefritin arasındaki orta, vücut simetrisinde başın ve kalbin konumu gibi ortadır. Bu anlamda İslam’ın doğup geliştiği topraklar da ortayı ifade eder. Ortadoğu burada karşımıza çıkıyor.
Yüzyıllardır mü’minlerin üzerlerinde yoğunlukla yaşadıkları İslam coğrafyası, Karakoç’a göre mekânda orta, dengeli ve kıvamlı olanı temsil eder. İslam’ın amelî ve itikadî dengeliliği, coğrafyada da kendini gösterir. Bu minvalde “Doğu” ve “Ortadoğu” olmak üzere Müslüman coğrafyanın isimlendirilmesinde iki ana kavram kullanıyor. Üstadı N. Fazıl gibi o da Doğu kavramını İslam’ın ana coğrafyasını nitelemek için kullanmaktan çekinmez. Fakat İslam Doğu ya da Doğu İslâm demek değildir. Ona göre Doğu, iç içe geçmiş iki doğudan oluşur.
Kısaca Ortadoğu olarak adlandırılan İslam coğrafyası, (Ortadoğu isminin Müslümanlarca verilmediğinin farkındadır ama gördüğüm kadarıyla buna takılmaz.) Karakoç’un Yeni Doğu/İslâm Ülkesi dediği yerdir ki Doğu’nun mutedil yönünü temsil eder. Ortadoğu “Extreme Orient”e nazaran hem mekânsal, hem anlamsal olarak daha yakın bir doğuyu/uzağı temsil eder Elbette bütün bu mekânsal konumlandırmalar görecelidir. Karakoç bu minvalde Ortadoğu’yu daha çok “orta”ya yerleştirir. Doğusunda Çin ve Hint örneklerinde kendini gösteren; statik olmayı, değişmemeyi temsil eden Eski Doğu mutlakçılığı; Batısında iyi ve değerli olana dair algısını rölativizm ve değişim üzerine bina eden Avrupa vardır. Ortadoğu, İslam ile yeniden dirildiğinde Doğu’nun ve Batı’nın savrulmalarından sıyrılarak “Gerçek Doğu” olacaktır ona göre. Diğer taraftan Ortadoğu yalnızca bir coğrafyanın değil, kendimize bile itiraf etmeye korktuğumuz kimliğimizin menşeidir. “Bir parça Avrupalı yanımız da olsa” der, “bilmeliyiz ki, biz Asyalıyız.” Ya da yeri geldikçe “biz Ortadoğulular” diye başlar söze. Bilindiği gibi kabul edilemeyen kimlikler, sürekli kendisi olmakla başkası olmak arasında sıkışmış modernleşme toplumlarının yazgısıdır. Ne de olsa modernleşme bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikâyesidir. Oysa birçok açıdan Ortadoğu Karakoç’a göre coğrafyası, geçmişi ve kimliği ile eşsizdir. Onun Ortadoğululuk üzerinden açılan kendilik ısrarı, evrenselcilik karşıtlığı olarak anlaşılmamalı, aksine yerelin ve evrenselin de kalitesini artıracak bir öz-bilinç olarak okunmalı bana göre. Şöyle ifade ediyor: “Büyük peygamberlerin yurdudur Ortadoğu. Büyük vizyonların iklimidir. Sürekli bir mucize toprağı gibidir. Onun doğumu insanlığın doğumu, onun ölümü insanlığın ölümüdür.” İmanın da inkârın da en şiddetlisi bu topraklarda görülmüştür. Ruh müspet ve menfi manada en büyük çizgisini Ortadoğu da çekmiştir. “Öbür bölgeler, Ortadoğu’ya göre ruhça hadım edilmişçesine fakirdir. Ortadoğu’ysa ruhça zengindir. İflas ettiği zaman bile. Zenginliği de eşsiz, iflası da.” Dolayısıyla ihya edilmesi gereken varoluşsal bir zenginliği ifade eder Ortadoğu.
Yüce Diriliş Partisi’nin kadın ve gençlik kolları yoktur. Bunu kendisine sorduğumuzda hepimiz eşitiz, bir gün partinin başında bir genç de olabilir, bir kadın da der. Bu minvalde kadına bakışı nasıldır?
Esasında Karakoç külliyatında kadına ya da erkeğe dair özel vurgulara çok rastlamadım. Ya da gözden kaçırmış da olabilirim. Elbette kadın, erkek, çocuk, anne gibi farklı kimlikler/roller üzerine yazdığı birçok yazı var. Ya da “diriliş erleri” tarzında kullandığı ifadeleri. Fakat Karakoç erkekleri ya da kadınları vurgulayan bir söylem peşinde değildir. Meselesinin kadın ya da erkek olduğunu düşünmüyorum. O bir vizyon, bir tavır vermek istiyor bizlere. Tabi bir taraftan modern toplumun eşitleyici, törpüleyici, farkları görmezden gelen tavrına karşı geliyor. Bu tavır kadın-erkek ilişkilerinde de var. “Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı günlere geldim” mısrası aklıma geliyor örneğin. Buradaki mutluluk kalbin tatmin olması anlamındadır. Ya da çocuğu, anneyi anlattığı satırları düşünelim. Bunlar birer fıtrata dönüş çağrısıdır bir yönüyle de. Yine de kadına ya da erkeğe özel olarak biçilmiş bir rol yoktur kafasında. Zamane enkazı yeterince büyüktür ve burada erkeğe de kadına da çok fazla iş düşer.
Şehirlerin planlamaları üzerine düşündüğünü biliyoruz. Mesela deprem bölgesi olan ülkemizde şehirlerin ovaya değil dağa kurulması gerektiğini savunduğu görüşleri var. Sezai Beyde islam şehirleri nasıldır?
Şüphesiz medeniyeti gündeme getirecek olan ilkeler, kurallar, kamusallık, yurttaşlık gibi kavramlarıyla şehirli bir kamusal hayattır. Medeni olmak en temelde şehirli olmaya açılır. Şehir ve medeniyet birbirlerini tamamlar, zira birbirlerine muhtaçtırlar. Şehirler medeniyetlerin canlı ve toplu sergi alanlarıdır. Medeniyetler kurduğu şehirler ile kendini ele verir. Medeniyetler şehirlerinden belli olur. Diğer taraftan şehirler de kurulduktan sonra ruha etki eder. İçinde yaşayan insanları yönlendirir ve böylece medeniyeti etkiler. Şehirler ruhlarımızı yansıtırken ruhlarımızdan da pay alır. Kentin yaşam ve ölümü, uygarlığın yaşam ve ölümüne çıkar. Bu açıdan Karakoç için, örneğin, İstanbul’un uzayıp giden çarşıları, kesilen çınarları, bir beton yığınına dönüşmesi toplumsal ruhumuzu göstermeye yeter. O, taşın çimentoya, ahşabın kömür yüzlü brikete dönüşümünü, un ufak oluşunu, şehirlerin ruhlarımızdan bir parça taşıması ile düşünür. Biz ruhumuzu un ufak ettikçe taşlar da ufalanır, taşlar ufalanıp şehirlerimize müdahil oldukça ruhlarımızı ufalar. Şehirler ruhlarımızı yansıtır ve ruhlarımızdan pay alır. Şehirler ya bir ebedilik metafiziği oluşturmalı ya da oluşmuş olan metafiziği yansıtmalıdır. Dünya her yönünden toplanıp şehre, şehir insana, insansa Allah’a yönelmeli, şehirler bu havayı insana bir soluk alınır iklim ve mevsim yapmalıdır.
Karakoç’a göre şehirlerin de kendi içinde tarihi bir ruhu ve bu ruha bağlı bir misyonu vardır. Şehirlerin de inanmışı, inkârcısı, nihilisti vardır ona göre. Şehir ya imanı, ya isyanı haykırır. Müslümanların yaşadığı şehirler bu bağlamda erdem ve estetiğin, egemenlik ve ülkünün altın sentezleri olan şehirler olagelmiştir. Ona göre Şam cesaret, şecaat ve kudretin; Bağdat ilim, fikir ve merhametin; İstanbul birliğin, adaletin, devletin; Mekke mucize ve sabrın, doğruluk ve bereketin; Medine ölçü ve selametin şehridir. Dolayısıyla insana ve topluma olan etkileri de birbirinden farklıdır. Zamane şehirlerinin geldiği yer bellidir. Paris, Londra, New York gibi modern kentler Rönesans sonrası Batı uygarlığının kentleridir. Üniversite, meydanlar, katedraller ve sair mekânlar Karakoç’a göre bu şehirleri “modern site” olarak damgalar. Fakat Batı ruhu geometrinin sınırında durmayıp fiziki hızın ötesini, yani zamanı, yapıcılığın bir unsuru haline getirince, şehirlerde de durum değişmiştir. Tespitleri çok yerinde: “Artık siteler bir anın ebediliği izlenimini, mükemmelliğin erişilmiş uç noktasındaki görüntüyü değil, akıntı halindeki, dinamik bir anlamı belirten merkezler oldu. Trenler, metrolar, yollar, makina ile dopdolu yollar, şehirlerin yeni kanının dolaştığı can damarlarının simgeleri gibi, kentlere ve kentlerden kentlere yayıldılar. […] Modern Batı sitesi, insanı önce objeleştirdi, sonra da tayf haline getirdi. Artık insanlar düşünmüyor, kentler düşünüyor. Kentler karar veriyor insanlar yerine. İnsanlar savaşmıyor, kentler savaşıyor. İnsan onlara biçim vermiyor, onlar insana biçim veriyor adeta.” İslamcı düşünürlerin modern şehir hayatına bakışları bu noktada benzerdir. Modern kentler insanın ruhunu beslemekten uzak, fıtraten yaban ve yabancı olarak görülür. Yabancılaşır ve yabancılaştırır şehirler. Yalnızca bürokrasi değil, bürokrasinin işlediği bütün bir kent başlı başına bir demir kafestir. Modern kent mekaniği iledir ki büyü bozulur. Anomi ve nihilizm şehrin ve şehirli insanın normaline dönüşür. Özel’in tabiriyle “kaba solgun kağıtlar” sunar şehrin insanı. Günün ışığı hesaba katılmadan yapılan evleriyle, mehtabı hiç düşünmeden kurulan aydınlanma düzeniyle, çirkinliğin estetiği haline gelen yeni şehirler, hangi irfanın barınmasına elverişli bir yurt olabilir?” diye soruyor Karakoç. Sorunun cevabının kolay kolay verilebileceğini pek sanmıyorum. Karakoç’a göre çağdaş şehirler bir taraftan geleneksel anlamlarını sürekli yitirirken, bir taraftan da yeni bir anlam kazanamamaktadırlar. Kentler niceliksel olarak büyümektedir fakat niteliksel olarak yok olmaktadır. “Gülleri var, kokmaz. Gül, kokusundan ayrılmış. Gül, ağacın üstünde kokusuz. Koku, kimya zehirine bata bata ekşileşmiş, acılaşmış olarak şişede, gülsüz. Evet, büyük şehirde, gül kokusuz, koku gülsüz.” diye tabir ediyor. Şehirler insan ve eşya plastiğinin, insan ve eşya zehrinin ve insan ve eşya keşmekeşinin gölgesinde ölüyorlar.Sezai Bey bir şehir planlamacısı değildir fakat bir düşünür ve politikacı olarak şehrin bu kalabalığına söyleyecekleri olmalıdır ve vardır. Parti programında belirttiği gibi öncelikli sorun göçtür. Anadolu’nun özellikle köylerinden İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlere göçün önü, geniş sosyo-ekonomik önlemlerle iyileştirilmediği sürece çözümler gündelik kalacaktır. Bu bağlamda başta doğu, güneydoğu ve orta Anadolu olmak üzere yerel üretim, ticaret ve eğitim ağları geliştirilmeli, fabrikalar ve sanayi bölgesi meskûn olmayan ve tarıma elverişsiz bölgelere kaydırılmalı, temizlik, gürültü ve görüntü kirliliği gibi konularda şehir hayatının gereklilikleri halka öğretilmelidir. Ayrıca büyük şehirlerin Türkiye geneline düzenli bir şekilde yayılması da şarttır. Bu bağlamda Karakoç Anadolu’yu boşaltmamak gerektiğinin defaaten altını çizmiştir. Merhum “Bilge Mimar” Turgut Cansever’in de aynı doğrultuda 1975 yılında yaptığı bir röportajda “her biri üç dört milyon nüfus taşıyacak, altı yedi metropolün daha geliştirilmesi” gerekliliğine vurgusu göz önüne alınırsa (İstanbul nüfusu o yıl 3.9 milyondur) Karakoç’un da yeni şehirler kurma konusundaki tespitinin yerindeliği anlaşılabilir. Bu minvalde modern şehirleri kurtaracak iki mekâna işaret ediyor Sezai Bey; dağ ve cami. Ona göre dağ, yalnızlığı, düşünceyi, riyazet ve murakabeyi sembolize ediyor. Dağ yekpare doğadır. Bu sebeple Karakoç dağ metaforuyla şehrin yeşilini, doğaya açılan/açılması gereken yönünü de vurgular. Dağ; betonlaşmayı, ağaç kesimini ve her türlü doğal olmayan büyümeyi de engelleyecektir. Diğer taraftan dağ, kitleleri aşmanın, kalabalıklardaki peşin hükümlerin, önyargıların, dahası evrenin ötesine varmanın somut yeridir. “Yeri sarsıntısız tutmak için” yaratılan dağlar ruhu da sarsıntılardan korur ona göre. Hz. Nuh’un gemisi bir dağa inmiş, Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda yol gösterilmiş, Hz. İsa meşhur vaazını bir dağda vermiş, Ashab-ı Kehf bir dağ mağarasına kapanmış, Hz. Peygamber’e Cebrail Nur Dağı’nda görünmüştür. Modern özne dağın bu anlamından habersiz Ağrı Dağı’nda Nuh’un gemisini bir “müze serüveni” içinde aramakta, dağı yalnızca tabiatın bir parçası olarak görmektedir. Oysa “ben”in olgunlaşma alanıdır dağ. Ve dağdan ovaya doğru inildikçe, insanın terk ediş ve düşüş hikâyesi başlar. Dağdan inen şehir ve insan “makamdan” da aşağıya düşmüştür: “Yeni şehir, dağı bir engel sayıyor ve dağdan kaçıyor. Suyunu dağ verse de, o, dağa gönlünü vermiyor. Dağların hakkı denizlere bağışlandı yeni çağlarda. O da, bir dağın düzeyini andıran deniz açıklarına değil… Denizlerin karayla birleştiği yerlerde yaptığı çamurdan randevulara, plajlara.”Cami ise medeniyetin doğduğu ve kamusal alanda sembolize edildiği esas mekândır. İslam sanatının, yani ruha işleyen güzellik ve metafizik öğelerin mekana yansıması öncelikle cami üzerinden olur. Güzellik sevgisinin sanata ve mekâna yansımasını cami temsil ediyor. Toplumsal manada da devlet, sosyal hayat ve bireyler yüceliğini oradan alır. İnsanların yeniden inanmalarının, dönüşmelerinin ve ruhlarının birbirine kaynaşmasının merkezi camidir. Bu manada “cami, toplumun kalbidir. Oraya dokunulamaz. Caminin aldığı bir yara, kalbin aldığı bir yaradan farksızdır.” Dağ ve cami şehrin ölü ruhuna hayat verecek iki ana mekândır.
Sizi Sezai Karakoç üzerine çalışma yapmaya iten temel sâik neydi? Ve ne gibi durumlarla karşılaştınız?
Yüksek lisansımda 19. yüzyıl İslamcılığı üzerine bir konu seçmiştim. Hedefim Türkiye’de 20. yüzyıl İslamcılık tartışmalarına bakabilmekti. Konuya daldıkça kişilerin, metinlerin, süreçlerin ve grupların yoğunluğundan bu minvalde bir incelemenin mümkün olmadığını anlamış oldum. Danışman hocamla yaptığım istişareler sonucu Sezai Karakoç’un fikirlerini incelemeye karar verdim. Tabi Sezai Bey’den izin almamız gerekti. Bilirsiniz, şairler zor insanlardır. Ya da düzeltelim, şairler fazla insanlardır. Bizim güldüklerimize ağlayarak, ağladıklarımıza gülerek, kızdıklarımıza umursamayarak, umursamadıklarımıza kızarak tepki verebiliyorlar. Haklı tarafta genel olarak onların yer aldıklarını düşünüyorum. Her neyse, çevremden Sezai Bey’in beni azarlayabileceğine dair birçok uyarı aldım, tabii öyle olmadı. Bizi çok güzel bir şekilde karşıladı. Kısaca yüksek lisansım hakkında muhabbet ettikten sonra “hakkınızda doktora tezi hazırlamak istiyorum” dediğimde benim için yalnızca hayır temennisinde bulundu. Tezin içinde Sezai Bey ile bir de soru cevap kısmı yapmak istiyordum fakat nasip olmadı.
Şunu da eklemem gerekiyor, Türk tefekkür tarihine yönelik elimizde çok zengin bir isim listesi var ve bunların her biri birbirinden kıymetli insanlar. Bu listede bana Sezai Bey’in nasip olmasını ayrı bir nimet olarak görüyorum. Okuduğumuz, dinlediğimiz, fikirlerini tefekkür ettiğimiz insanlar da birer rızıktır. Elbette rızkımızın bize geliş yönü ve yolu üzerine düşünebiliriz fakat neden bize bu rızkın nasip olduğunu tam olarak bilemeyiz. Benim nasibimde Sezai Karakoç’u anlatmak, onun nasibinde tarafımdan da anlatılmak varmış. Her ikimize de bu nasibin hayırlar getirmesini Allah’tan dilerim.
**
İbrahim Durmaz
1988 yılında Şanlıurfa’da doğdu. Lisans öğrenimini ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde tamamladı. Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda yazdığı “Osmanlıcılık ile İslamcılık Arasında Bir Düşünür: Mizancı Murad Bey ve Siyasi Görüşleri” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesini aldı. 2022 yılında aynı üniversitenin Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda “Sezai Karakoç’un Siyasi Düşüncesi” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. 2013-2023 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalışan Durmaz, halen aynı bölümde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
İbrahim Durmaz ile Sezai Karakoç Üzerine Zeynep Karaca Söyleşti(1. Bölüm)