“Mørketid kommer.” dedi müşteri, dışarıdaki beyazlığı ve onu örten lacivert karanlığı göstererek.
Kuzeyin soğuk ve buz ülkesinde karanlık günler yaklaşıyor demekti bu. Bitmeyen, alışılması güç bir karanlık. Yürüyüp yürüyüp bitiremediğimiz bir yol gibi. Ben neresindeyim bu yolun? Bilmiyorum ve bilmemek büyük bir sancı, bunu çok iyi biliyorum. Kılavuzsuz, amaçsız; bir patikada yürüyor gibiyim. Sonsuz beyazlığa gölgesi düşen koyu gecelerin, mavisi cilalı denizlerin, yalnızlıkla terbiye edilmiş evlerin içindeyim. Hapis kalmış gibi. Ah Züleyha! Nerdesin? Bana demiştin, Ich möchte fürimmer schlafen, diye. İşte burası, tam da senin dediğin gibi, sonsuza dek uyumak isteyenlerin yeri. Ben de burada yatacağım o sonsuz uykuya. Hiç var olmamışçasına.
Yarın, altı aylığına dinlenmeye çekilecek olan güneş için ateş yakılacak. Nevroz ateşi gibi. Biz baharı, umudu ateşle karşılarken buradakiler karanlığı ateşle karşılıyor. Belki de bir veda bu. Güneşli günlere buruk bir veda. Züleyha, hadi bugün ara beni, düşmanın değilim!
“Unnskyld meg?”diyor müşteri. Çil yüzünde iki küçük mercek gibi duruyor gözlükleri. Masanın kenarı göbeğine gömülmüş, aldırdığı yok. Buyrun efendim, diyorum onların dilinde.
“Sola nekter å gined.”diyor pizzayı ağzında geviş getirir gibi evirip çevirirken. Lokma ağzındayken konuşulmazdı hani. Mørketid kommer, sen nelere kadirsin.
“Sola nekter å gined.”diye yineliyor umutla.
Güneş batmayı reddetmiyor, diyorum onun dediğine cevaben. O ise dediğini tekrarlıyor.
“Güneş batmayı reddediyor.”
Keşke senin dediğin gibi olsa moruk, diyorum. Güneş batmasa, altı ay gömülmesek şu karanlığa. Kıçımız üşümeden dolaşabilsek caddelerde.
Anlamadım, diyor Norveççe.
Patronum sesleniyor bana.
“Mustafa, müşteriyle uğraşma, işine bak; bırak söylensin adam. Bu anasını sattığım yerde bunca ay karanlıkta yaşamak kolay mı sanıyorsun! Adamlar yazdan yaza güneş görüyorlar. Güneş de güneş olsa. Cılız, aciz bir şey. Kafa bulma heriflerle. Türkçe cevaplar da verme. Kaçırma velinimetlerimi.”
Tamam abi, diyorum. Bozuntuya vermiyorum. Boş masalara servis açıyorum hemen, yediğim fırçayı sindirmek için. Söyleniyorum kendi kendime. Sövüyorum kışa, güneşe, tabak çanağa. Sövgülerde huzur arıyorum. Ulan, diyorum acaba dünyadaki ilk küfrü kim etti? Yaman adammış. O ara patrona bakıyorum, müşteriye yaltaklanıyor, benim adıma özür diliyor. Dalkavuk herif!
“Unnskyl, unnskyl.”
Bense içimden küfrediyorum ona.
Kuzeyin bu karanlık ülkesinde, seni düşünmek Züleyha, konyaaltı plajında güneşlenmek kadar güzel. Seni düşündükçe somon balıklarını, uysal ren geyikleriyle saldırgan kurtları; üzerime çullanan bu tipiyi unutuyorum. Buradakiler korkuyorlar biliyor musun? Bir gün hâkimiyet hayvanların eline geçecek diye ödleri patlıyor. Benim umurumda değil. Ben yine kaçarım. Uzaklara kaçmanın ahmaklık olduğunu bile bile kaçarım, hem de çok uzak bir yere. Senden, ailemden her şeyden uzak bir yere. İnsan bazı şeylerin idrakında geç kalıyor ve sürekli aynı hatayı yapıp duruyor. Benim gibi. Şimdi diyorum, keşke Almanya’dan hiç ayrılmasaydım. Euro da değerlendi. Saadeti parada arardım en azından. Para para para. Euro Euro Euro. Yeni şarkım bu: Euro Aşkına.
Fotoğraf çekiyor musun hâlâ? Hayatı en uygun anda dondurmak, büyük marifet derdin. Hadi bas deklanşöre, beni dondur o en güzel anda. Sonsuz bir donukluğun içine at beni.
Mustafa, diye sesleniyor patronum.
“Masayı topla hadi. Daldın gittin.”
Otomatlaşmış Almanya’dan, donmuş Norveç’e kadar her şey bir durağanlığın içinde, zamanın o geri dönülmez burgacında kaybolup gidiyor. Burası çok soğuk. Üşüyorum. Karın sessizliğiyle karanlığın ürkütücülüğü arasında sıkışıp kalıyorum. Kar, koca bir çöl. Kar, koca bir dağ. Uçsuz bucaksız bir ova, ak. Usanç ve huzursuzlukla geçiyor günler. Bütün bunlar ağır birer yük Züleyha.
“Mustafa, hadi be olum.” diyor patronum. “Mesaine şurda kaldı beş on dakka. Topla şu masaları sonra git evinde dal neye dalacaksan.”
“Tamam usta.”diyorum. “Karanlık günler geliyor ya o sıktı canımı biraz. Yoksa neye dalacam allasen.”
Masadaki pizza kırıntılarını, buruşturulmuş peçeteleri, sağa sola saçılmış kürdan parçalarını faraşla aldım. Rezerve olan masaya biftek servisi açtım. Özel steak bıçağını da çatal kaşıkların yanına yerleştirdim. İşim bitmişti. Servis önlüğümü çıkarıp restorandan çıktım. Gün altı aylık kararmanın ilk anlarıyla beni karşıladı. Kar ince ince yağıyordu. Şehir sessizliğine çekilmişti. Dr. Wessels Gate Caddesi’nde otomobiller ilerliyordu ağır aksak. Caddedeki büyük huş ağacı ile cadde boyu uzanan keçi söğütleri karın altında kırılacak gibiydi. Caddeyi geçip evimin bulunduğu Fjellveien Sokağı’na girdim. Dalları buz tutmuş yabanmersinleri, gövdesi eğik karacalar ve görkemli çam ağaçlarının altından geçerken tedirgindim. Evler soğuktan birbirine sokulmuş gibilerdi. Parkama sıkıca sarındım. Benim sokulacağım kimse yok. Bu evler kadar bile şanslı değilim. Köpeğim Bailey ne yapıyor acaba şimdi, çişi gelmiştir. Kapının önünde beni bekliyordur. Biraz geciksem salacak kendini. İşin yoksa temizle dur. Kokular sık içeri. Bunu düşünerek adımlarımı hızlandırdım parkama daha sıkı sarınıp.
Burada insanlar yalnız Züleyha. Bir insan nasıl bu kadar yalnız olabilir, diye düşünüyorum. Hayret ediyorum, kendimi yiyip bitiriyorum; anlayamıyorum. Ama sonra diyorum ki kendime, onlardan hiç farkın yok Mustafa. Onlar alışkınlar. Ya sen Mustafa! Sen, kalabalık bir ailede büyüdün. Sofrada, kaşık seslerinden birbirinizi duymazdınız. Kocaman bir odada yan yana yatardınız. Yatarken bile yalnız değildin Mustafa. Şimdi öyle mi? Kuzeyin bu soğuk ve kar ülkesinde bir başınasın. Avrupa, dedin. Refah, dedin. Medeniyet, dedin. Medeniyet artık yalnızlık be olum. Medeniyet artık bencillik. Robotlaşıyorsun Mustafa. Kirkenes neyine. Git İstanbul’una. Metroyu bile özledin değil mi? O tıkış tıkış metrobüsleri. Fındıklı parkını, komando merdivenlerini, İstiklal’i. Züleyha’yı da unut. O da kendine yalnızlığı seçti. Ölmeyen insanlar arasında yaşıyor. Her gün, duymaktan artık yaşama sevincini kaybettiği sözlerle yatıp kalkmak kolay mı sanıyorsun!
“Warum kommt der Todnicht?”
Yaşlı insanların arasında, sayrılı yüzlerin kırışıklığında yeni bir hayatın peşinde o. Yaşamak için yaşatıyor. Yaşattıkları ise ölmek istiyor. Devlet, yaşat diyor. Yaşat, at parayı cebe. Ötesine karışma. Hastalar ise ölüm neden gelmiyor, diye Züleyha’ya soruyor: Warum kommt der Todnicht?
Yaşama sevinci uçup gidiyor.
Bir kornayla irkiliyorum. Hâlbuki korna çalma alışkanlıkları hiç yoktur bunların. Yolun ortasında yürüyorsunuz bayım, diye uyarıyor beni kendi dilinde. Pardon, dalmışım, diyorum Norveççe. Refleks tak kollarına, ayaklarına; ben seni gördüm ama herkes benim kadar keskin gözlü değil diyor sırıtıp. Sonra gazlıyor arabayı, gidiyor. Hadi len, diyorum, gevşek ağızlı. Sen beni bir de Türkiye’de görseydin. Yolların Fatih’iydim. Kaldırımları dinlenmek için kullanırdım sade. Ne büyük hüner. Kendi kendime gülüyorum. Şakacı Mustafa. Köpeğim aklıma geliyor, hızlanıyorum. Kar çatırdıyor. Adamın dediği aklıma geliyor nedense.
“Ben seni gördüm ama herkes benim kadar keskin gözlü değil.”
Hoşuma gidiyor bu. Birilerinin beni görmesi hoşuma gidiyor Züleyha. Çatırdayan karları, yüzüme çarpan keskin rüzgârları ve yol boyu beni ürperten ağaçları geçip evime giriyorum. Köpeğim çişinin geldiğini belli edercesine kapıya tırmanıyor, kuyruğunu sallıyor, mızmızlanıyor. Onunla da Norveççe konuşuyorum. Türkçe anlamıyor.
“Gel hadi, yat oğlum, çömel koçum, zıpla yavrum.”diyorum yüzüme bön bön bakıyor. Türkçeyi öğreteceğim lan sana diye, takılıyorum. Kapıyı gösterip mızmızlanıyor. Çıkar beni, diyor köpekçe. Anlıyorum. Tasmasını takıp sokağa çıkarıyorum hemen. Kar, ince tüylerinin arasında usulca kayıyor. O ise köküne işeyeceği bir ağacı gözüne kestirmeye çalışıyor. Tercihi ulu bir çam oluyor. Arka bacağını kaldırıp işiyor. İşi bitince zıplıyor, mızmızlanmayı bırakıyor.
Karanlığın örttüğü, karın aydınlattığı bu kuzey ülkesinde robotlaşma becerime bakıp şaşırıyorum.
İş- ev- köpek beyin gezintisi- uyku- iş…. Ve hepsinden fazlası: sen, Züleyha.
Sen benim iptidaî tarafım. Hatırlar mısın bilmem. Hamburg’un o ruhsuz limanında buluştuğumuzda, umarım seninle bir gün bir öyküde rastlaşırız demiştim sana. Gülmüştün. Ben limanı tercih ederim demiştin. Öykü, limanımız olsun, demiştim.
“Hayal âleminden çık be Mustafa.”demiştin. “Burada ona yer yok. Şiir okumayı da bırak. Duygusallaşıyorsun. Gerçek hayatta duygusallık hatadan başka nedir ki? Kaçmak istersin, kaçamazsın. İçinde hep geri dönme isteği olur. Ama bilirsin dönmek, kaybettiğini kabullenmektir. Daha ne kadar kaybedeceksin?”
O gün anlamıştım. Hayata farklı pencerelerden bakıyorduk. Kaybetmek, benim için nasıl kazanacağıma dair bir tecrübe iken sana göre ağır bir yenilgiydi.
Evet, Sevgili Mustafam hangimiz yenildik şimdi?
Başa dönmeli. Limandayım. Hamburg Limanı’nda. Bir transatlantik demirlemiş ihtişamlı duruşuyla. Benim senden kaçmak için binip gittiğim transatlantik bu, onunla geri döndüm işte, seni bulmak için. Ben yenildim, farkındayım. İnsan dediğin bir çelişki yumağı zaten. Açtım defteri, seni düşünüp çevirdim sayfaları. Sonra fark ettim ki seni yazmışım. Senin nezdinde kendimi yazmışım. Nasıl da kandırmışım kendimi değil mi? Mustafa beni düşünecek de bir şeyler yazacak da beni özleyecek de. Boş hayal. Kendi kendime gelin güvey olmak. Gerçeğim bu. Teselli ettim kendimi işte. Yetmez mi? Anladım ki insana en büyük teselli yine kendisinden. Sen haklıydın Mustafa; sonunda senin dediğin oldu, limanda değil öyküde rastlaştık seninle. Yenilen de kaybeden de ben oldum. Umurumda mı, desen değil. Yaşamak, yanılgıyla beslenmekti çünkü. Kılavuzum buydu. Kılavuzu karga olanın burnu meselesini bilirsin. Bende de öyle işte. Dedim ya bir çelişki yumağı insan. Neyden şikayetçiyse gider ona sarılır. Bende hâl vaziyet böyle. Senden kaçtım fakat işte gelişim de yine sana. Önüm uzun bir kış gecesi. Ardım bahardı oysa.
Nerdesin bilmiyorum ama ben seni hep Norveç’tesin diye hayal ettim. Benim yerime kuzey ışıklarına el sallar mısın Mustafa?