Kemal Varol’un Ocak 2021’de Everest Yayınları’ndan çıkan Kara Sis adlı romanı içindeki çok seslilik, anlatımındaki duruluk, diğer kitaplarıyla olan bağlantısı ve baştan sona kadar hissettirdiği merak unsuruyla dikkat çeken bir roman oldu. Romanın tanıtım bülteninde de denildiği gibi, susanların, içine atanların romanı bu. Hayat bize bazen fırsatlar sunmak yerine katlanmaya mecbur kaldığımız, hata yapmaya maruz kaldığımız olaylar çıkarır karşımıza. Ve biz daha ne olduğunu anlamadan talihin bize hazırladığı o yolda giderken buluruz kendimizi. Sonrası katlanmak veya bir çıkış yolu bulmakla geçiyor.
Roman, Barana’nın C-6 koğuşuna getirilmesiyle başlıyor. Barana müebbet yemiştir. Fakat suçu ne, niçin bu kadar dövülüyor kimse bilmiyor. Anlatıcı, mahkûmlardan biri olan Mesut Hoca’dır. O, bir süre Barana’nın suçunun ne olduğunu, niçin müebbet yediğini merak edip ona yanaşır. Barana ise hikâyesini anlatmamakta kararlıdır. Ketumdur. Romanın büyük bölümü Barana’nın anlatmadığı hikâyesine odaklanır. Dildeki akıcılık, anlatıcının merak uyandırıcı anlatımıyla okuyucu romanın içinden çıkmak istemez adeta.
Romanda adalet kavramı da irdelenir. Yazar, ülkenin sorunlarını dert edinip bunları Mesut Hoca’nın sesiyle bize duyurur.
“Adalet kavramını onlar, yani galipler icat etmişti.”
Hapishaneye düşmek, hele de müebbetse ceza, o insan ölüydü. Dışarıda söylediği son cümlesinden sonra ölmüştü. Yarım kalan cümlesi tamamlanamayacaktı. Barana için de öyleydi belki de hayat. O son cümlesini çoktan söylemişti. Fakat umut hep olacaktı yine de. O yarım tümce tamamlanacaktı.
“Herkes günün birinde dışarı çıkıp kendi yarım cümlesinin peşine düşecekti.”
Yeni gelen mahkûmların adettendir denilip gardiyanlarca öldüresiye dövüldüğü hapishanede herkes kendi hikâyesini anlatmakla mükellefti. Yeni gelenin hikâyesi, ne yaptığı, niye buraya düştüğü merak edilirdi. Ama Barana hariç herkes anlatırdı. Mesut Hoca’nın ağzından hepsinin hikâyesine ortak oluruz. Kendimizce bir adalet terazisi kurar, merhamet veya kin duygusuyla onlara yaklaşırız. Ama Barana bir türlü anlatmaz. Mesut Hoca’nın ona yanaşması, yardım etmesi de kâr etmez. Koğuştaki herkes, onun hikâyesini anlatmadan nasıl dayandığına şaşırır. Çünkü insan en çok anlattıkça hafiflerdi.
İçeridekilerin hayatla, dışarıdaki dünyayla tek bağlantısı 37 ekran bir televizyondur. Ülkedeki siyasi olaylar, ekonomik kriz, kış manzaraları, işlenen cinayetler, yaşanan büyük deprem hepsi bu televizyondan öğrenilir. Tabi orda yine Arkanya’yı da görürüz. Barana’nın o şehrin adını duyduğunda kafasını kaldırıp televizyona bakması içimizde bir sıcaklık oluşturur. Zira Arkanya sadece Küfran Şairinin Arkanya’sı değildir. O hepimizin merak ettiği bir şehirdir artık.
Barana’nın içine kapanıklığı, hayata küskünlüğü, yediği dayaklara aldırmayışı yerde bulduğu kızıl bir saç teli ile biter. Artık hayatla barışık, yüzü gülen bir Barana görürüz. Buna en çok Mesut Hoca sevinir. Çünkü artık iletişim kurabileceğini, onun kendi hikâyesini anlatacağını düşünür. Ama epey beklemesi gerekiyordu daha.
Romanda gizli bir polisiye özelliğinin olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Özellikle sonlara geldiğimizde fark ederiz bunu. Sadece bir hapishane ve oradaki mahkûmların kederli hayatları değildir okuduğumuz, aynı zamanda yazarın bize hazırladığı bir sürprizi de okuduğumuzu anlarız. Roman Âşıklar Bayram’ındaki mailler gibi Barana’nın sevdiği kıza yazdığı içli mektuplarla desteklenmiş. Göz, saç, kulak isimleriyle karşımıza çıkan bu mektuplar bir anlatı şöleni gibidir. Kendimizi Barana’nın hazin mektuplarına teslim eder, o kızıl saçlı kızı hayal etmeye, onların acılarına ortak olmaya başlarız. Polisiye diyebileceğimiz bir anlatıya teslim olduğumuzu o an anlamayız tabi. Anlatıcının bile bundan haberi yoktur. Çok sonra öğrenecektir bunu. Biz o mektupları sadece bir ruhsal rahatlama olarak algılarız. Hatta Mesut Hoca da Barana’nın mektuplarını okuduktan sonra şöyle der:
“Yazmak, konuşmanın susturulmuş, bir kâğıt üzerine hapsedilmiş halinden başka neydi ki zaten.”
Elbette işin rengi sonra ortaya çıkıyor. Bunu anlayıp yorumlamak okuyucuya düşüyor.
Şu cümleyi tekrarlamakta fayda var.
“Yazmak, konuşmanın susturulmuş, bir kâğıt üzerine hapsedilmiş halinden başka neydi ki zaten.”
Belki de bu cümle kitabın da yazılma sebebidir. Çünkü hepimizin anlatmak ve yazmak için mutlaka bir sebebi veya bahanesi vardı. Ama yazmak, anlatmak yerine susanlar da vardı. Yazarın da dediği gibi, belki de bir tek susanların içinden geçenler doğruydu.
Romanda türkülere bir selam gönderilmiş adeta. Ayvaz Güzellemesi, Keklik Gibi, Candan İleri, Çamlıbel, Acem Şalı gibi türküler de kulağımıza değip kaybolur.
Romanda benim dikkatimi çeken başka bir kısım, siyasi mahkûmların açlık grevindeyken hapishanede mahkûmlara kebap yapılması idi. Dünyanın hiçbir yerinde devlet bu kadar bonkör değildi, diyen Mesut Hoca, kebapları midesine indirdikten sonra televizyondan öğrenir siyasi mahkûmların açlık grevinde olduğunu. Taşkale’de de böyle bir grevin olduğu belirtilmese de hapishane yönetiminin bu jesti açlık grevindeki siyasilere inat yaptığı akıllara gelmektedir.
Romandaki anlatım olanaklarının çok sesliliği Ferit Edgü’nün “Yazmak Eylemi” kitabındaki 101 anlatım çeşitlemesine de bir göndermede bulunur.
“…her hikâyenin başka türlü de anlatılabileceğini keşfediyor…”
Kemal Varol’un özgün anlatımıyla bizi içine çeken Kara Sis, bize her kederin umuda çıkan bir kapısının olduğunu gösteriyor. Okuyanların kendilerini bu anlatım şölenine bırakacaklarından şüphem yok.
Her karanlıkta bir umut vardır. Umut belki de sadece karanlıkta daha iyi görünürdü görmek isteyene. Kara Sis bu umudun romanıdır.