Tuğba Doğan, romanının fikri alt yapısını ilk bölümde, hatta ilk sayfalarda atıyor. Okurunu çok bekletmeden maksadını dile getirmekten geri durmuyor. Bu da okurunu henüz ilk sayfalardan hikâyenin içine çekebilmesini kolaylaştırıyor.
Roman fantastik bir olayla açılıyor. İlk sahne neden böyle diye düşünürken, sorumun cevabını kitabın son bölümünde alıyorum. “Mezara eşekarısı yağdı.” Bu ilk cümleyi okuduğumda, beni fantastik bir dünyanın karşılayacağını sanmıştım. Öyle olmadı, iyi ki de olmadı. Bunun cevabını son bölümde aldım.
Romanda, olayların örüldüğü merkeze ait birkaç örtüden bahsedebiliriz. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Tekdüze ilerlemiyor hikâye. Birkaç katmanı teker teker irdelememiz gerekiyor. Eğer okurlar, ilk okumalarında kitaba tam olarak nüfuz edemediklerini düşünüyorlarsa endişeye kapılmamaları gerekiyor. Bazı kitaplar birkaç kez okunmayı hak ediyor çünkü. Nefaset Lokantasını ben bu kategoriye koyuyorum. Roman karakteri kendini açığa çıkarmaya başladıkça tabiri caizse her seferinde kurguya farklı bir katman ekleniyordu. Yazarın, olay örgüsünün üstünü bilerek örttüğünü iddia etmiyorum, çünkü yazarımızın düşüncesini ifade ederken örtük bir dil kullandığı söylenemez. Aksine ifade etmek istedikleri konusunda oldukça sarih bir tutum sergiliyor.
“Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.” Pessoa’nın bu cümlesi kitabın ilk sayfasında okurlara merhaba demesi hiç de tesadüfi değil. Aslında bu okura, hoş geldiniz demek anlamına gelmiyor. İnsanın en merkezi özelliği olan akıl etmesi ve bunun yanında duygu dünyası arasındaki çatışma bir düaliteye mi sürüklüyor insanı? Yoksa bunların uzlaşabilme ihtimalinden bahsedebilir miyiz? Duygu dünyasına akıl etme vazifesi yüklediğinizde, onun işlevini yerine getirmeyeceğini, hatta bunu reddedebileceğini görüyoruz. Elbette her ikisi de keskin hatlarla birbirinden ayrılmamıştır. Düşünceyle duygu birlikte hareket eder, ama ya duygu öndedir ya da akıl. Burada kimin tarafı tutulacak veya bir tarafgirlikten bahsetmek ne kadar doğru? Birey kendi benliğini parçalara ayırmaya kalktığı vakit hayatı anlama yetisi de ortadan kalkacağı için bu uzlaşının çok da çığırtkanlığını yapmanın bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Yazarın da romanında böyle bir kaygısı yok.
Romanda yine merkezi bir konumda olan zehirlenmiş toprak metaforu önemli. Bu tanımlamadan şunu anlamamız gerekiyor: Bu topraklarda artık yabani ot bile bitmez. Yaşamın ortadan kalktığı bir mekândan bahsediyoruz. Herhangi bir bitkiye veya bir varlığa iltimas geçilmeden hepsinin ölümle tanımlandığı bir durumdan bahsediyoruz. Kahramanın bu iddiasını ve toprakları terk etme isteğini bu düşünceye dayandırabiliriz. Gidenlerin gitme isteklerini meşrulaştırırken, anlatıcı devreye giriyor ve Cemil Meriç’ten alıntı yapması dikkatlerden kaçmıyor. Herkesin aşina olduğu o meşhur sözü, “Vatanını yaşanmaz bulanlar, vatanını yaşanmazlaştıranlardır.”
Gitmelerden gitme seçer insan. Her terk eden kendi meşrebince yapar bunu. Kimi usulca, kimi de kapıyı çarparak. Kahramanın terk etme isteğini, kitabın genel havasına bakarak şöyle yorumlayabiliriz: kapıyı sertçe vurup çıkmak. Tabii sonradan olacak olanların riskini göze alarak. Burada eski bir aşk hikâyesi devreye giriyor. İnsana kendini sorgulatan en mühim hal olan aşk… Kahramanımız Salih ile Nihan arasındaki aşk.
Nefaset Lokantası, bireyin sosyal hayatta yaşamış olduğu açmazları konu etmesi bakımından da dikkate değer. İletişimsizlik, dilsizlik, aşk, evlilik, toplumsal roller, inanç, teslimiyet, kibir gibi ele alınması zor meselelerin altından kalkabilmeyi başarmış Tuğba Doğan. Yazarımız, “gördüklerinle mi yoksa düşündüklerinle mi insansın?” diye sorduktan sonra, içimizdeki çocuğun bizle dalga geçip geçmediğini de düşünmemizi de sağlıyor.
Herkesin kendini önemli addettiği bir toplumda, kim kendisine eleştirel gözle bakmayı başaracak? Belki de bunun bir yolu, terk etme istencinden geçiyordur.