Kısa öyküleriyle tanıdığımız Raymond Carver, Yazmak Üzerine kitabında, kendi yazma serüvenine dair önemli ipuçları veriyor. Bahsi geçen konular içerik bakımından farklı farklı olsa da hayatını yazmaya adamış birçok yazarın ortak yaşantısı olduğunu gözlemliyoruz. Yazı malzemesi olarak nelerin seçildiğine baktığımızda, orada yaşamın tamamının baş aktör olduğu karşımıza çıkar. Carver, iyi bir gözlemcidir. Gerçek hikayelerinin yirmili yaşlardan sonra ortaya çıkmaya başladığını dile getirir. Evlenmeden önceki yaşantısı hakkında çokça fikri olmadığını, daha doğrusu o zaman diliminin zihninde belirgin olmadığını söyler. Buna gerekçe olarak da öykü yazabilmek için, “yaşam”ın elzem olduğunu dile getirir. Kişi yaşantısını da gözlemlemeli ve bunu edebi olarak dile getirmelidir. Eğer hikâye yazacaksa tabii. Kişi sadece kendi yaşamından da beslenmez, dışarıdan da hikâye toplar, fakat nihai olarak kendi süzgecinden geçirip kaleme aktaracaktır.
Yazmanın aynı zamanda insanın yaşama biçimi üzerinde yoğun tesiri var. Bunun tam tersini de söylemek mümkün. Her insanın kendine has bir hikayesi mutlaka vardır, fakat çok az kişi bu hikâyeyi edebi bir şekilde anlatma becerisine sahiptir. Bunu da edebiyat aracılığıyla yapabilirsiniz ancak. Aksi taktirde sohbetten, anı paylaşmaktan öteye geçemez. Her gün insanlar birbirlerine hikâye anlatıyor, anlatmaya da devam edecekler; birçok insan mektuplaşıyor, mesajlaşıyor, kısacası herkes yazıyor. Yazmak hayatımızda önemli bir yer kaplıyor. Farkında olarak veya olmayarak, herkes kendi hayatının şiirini, öyküsünü veya romanını yazıyor. Ama sanat icra etmeye kalkınca durum daha da ciddi bir hale bürünüyor. Burada sadece hikâyenin kendisi değil, onun nasıl kaleme alındığı da devreye giriyor. Elimizdeki kitap, yazmak süreciyle ilgili teknik bilgi vermeden, yazma sürecinde yazarın yaşadıklarını ve hissettiklerini anlatıyor. Benim şahsi fikrime göre, yazma sürecinde “en işe yarar” kitap bu kategorideki kitaptır. Elbette teknik bilgiyi azımsayamayız. Yazmak bir tür oyunsa, bu oyunun da kurallarını göz ardı etmemiz mümkün değil. Carver bunu öyle ustalıkla başarıyor ki, teknik anlatmadan yazmaya, özellikle de kısa öykü yazarlığına dair çok ciddi bilgiler veriyor.
Carver, niçin roman yazmadığını, kısa öyküde niçin ısrarcı olduğunu açık bir şekilde ifade ediyor. Özellikle öykü yazmaya gönül veren kimselerin mutlaka Carver’in bu deneyimlerinden ve yaşadığı düşünsel süreçlerden haberdar olmaları gerekiyor. Yazan insanlar, diğer yazarların yazma ritüllerinden haberdar olmak isterler. Bu bazen öyle bir hal alır ki, yapılan araştırmalar uzun yıllar devam eder. Hatta biyografi yazmaya kadar bile varabilir. Tıpkı Zweig’ın yaptığı gibi. Bana göre yazar adayı, ne kadar farklı yazarlar incelerse ve karar kıldığı türün en esaslı metinlerini defalarca okuma direncini gösterebilirse o derece kalemi gelişiyor. Bu savı Raymond Carver’in kitabında da görüyoruz. Kendisi yazma sürecinde birçok metni detaylı bir şekilde incelediğinden bahsediyor, öyle ki, o metinlere benzer şeyler yazarak yazarlığın geliştirilebilir olduğunu da savunuyor. Metinlerin bir kerede ortaya çıkmadığını, defalarca yazılması gerektiğini savunuyor. Böylece yazarlığın bir yönüyle düşünce ve kalem işçiliğini savunan önemli bir grubun düşüncesine ortak oluyor.
Zaman olgusu sadece metne yabancılaşma açısından değil, yazarın yazdığı türün belirlenmesinde de önemli bir etken. Örneğin Carver, roman yazmanın uzun soluklu bir dikkat gerektirdiğini, yazarın kendine has geniş bir dünya kurmasının elzem olduğunu düşünüyor. Bu açıdan, kendisinden söz açarak, hiçbir zaman bu kadar uzun dikkatlerin insanı olmadığını itiraf ediyor. Genellikle tek oturuşta yazılan, bir solukta okunan kısa öyküler yazmanın kendi doğasına daha uygun olduğunu dile getiriyor. Bu da yazarın kendisini birçok elekten geçirdiğini gösteriyor. Yazmaya niyetlenen veya bir süredir yazan insanların da aynı şekilde kendisini yazma biçimi ve anlayışı olarak sınaması gerektiği düşüncesine ulaşabiliriz. Çünkü en nihayetinde yazmak bir nevi arayış. İnsanın kendisini bir cümlede, bir paragrafta veya uzun bir metinde araması. Bu arayış hiçbir zaman bitmeyecek, zaten yazarlık da bu süreklilik için var. Veya şöyle de diyebiliriz, yazarlığın devamlılığı kişinin kendisini arayışında vücut buluyor. Kişi böylece hayatın ve kendisine dair gerçekliklerin daha derinden farkına varmış oluyor. Bunun için yazmak çok önemli bir dışavurum aracı. Bu da demek oluyor ki, hangi türde yazarsanız yazın, yazdıklarınızın içinde bir parça “sen” vardır. İşte o “sen”lerin toplamı ortaya gerçek “ben”i çıkarıyor.