BÜTÜN MUTSUZ İNSANLAR BİRBİRİNE BENZER
Kahramanın henüz doğduğunda başına gelen acı hadise onun tüm hayatını etkisi altına alıyor. Ve nereye gitse hep o kara bulutlar onunla gelecektir. Tıpkı hayat gibi. Hayatın ta kendisi gibi. Kitabın arka kapağına alınan o cümle gibi: “Geçmiş, arkamızdan ihtiyar at gibi yavaş yavaş gelir.” Geçmişin hiç acelesi yoktur. Çünkü onun artık zamanla bir münasebeti kalmamış adeta. Oysa bizim saatimiz işliyordur. Trak da işte bu “zamansızlık” düzleminde hareket ediyor.
Edebiyatın merkezinde hep “insan” vardır. Edebiyat insanı anlatır. Yazar, türlü bahaneler arar durur bunun için. Bazen kendini doğrudan ortaya koyma cesaretini gösterir, bazen de örtük personasını. Ama nihayetinde insana çıkar bütün yollar.
Roman, kendi kendini tartışabilen tek edebi tür. Kendine muhalif olma imkanına dahi sahip. Birkaç hikâyeyi bir arada yürütebiliyor. Bu yüzden katmanlı anlatıma olanak sağlıyor. Kimi romanlar tek bir hakikat üzerinden, merkez düşüncenin etrafında süregiden olaylardan oluşuyor; bazı romanlar ise birkaç çekirdekten. Romanı okumaya başladığınızda hah şimdi merkez fikre geldim, düşüncesine kapılıyorsunuz; fakat okumaya devam ettikçe esasında tüm hikâyelerin ayrı ayrı düşünce mihenk taşlarının olduğunu fark ediyordunuz. Ben bu çok merkezliliği seviyorum. Trak’ı da bu yüzden farklı bir yere konumlandırıyorum, okuma deneyimlerim arasında.
Yazıya başlarken söylemiştim, tekrar olacak, fakat benim için mühim bir yer burası. Romanları okurken, zihnim hep yazarın bize sunduğu insan tasavvuruna götürüyor beni. Trak’taki insanlar, hayatımızdaki insanlara ne kadar benziyor, bunun arayışına giriyorum hemen. Metinle bağ kurmamı sağlayan en önemli etkenlerden biri bu, belki de en önemlisi. Yazarın neyi, nasıl anlattığı elbette çok ehemmiyetli bir husus, fakat insanı anlama, anlatma ve sunma üslubu, benim o metne devam edip etmememi belirleyen bir olgu.
Büyük metinlere baktığımda, onların kendilerinden önceki esaslı kitaplara göndermeler yaptığını ve sadece herhangi bir bölgenin şahsi duygularını değil, evrensel hislerden ve düşüncelerden bahsettiğini görüyorum. Büyük duygulardan, trajedilerden bahsediyorum elbette. Trak’ın mesele ettiği konular da bahsini ettiğim o büyük duygulardan hareketle bir hikâye ortaya koyuyor. Hikâyeyi bir ölüm başlatıyor. Tıpkı Kabil’in Habil’i öldürmesiyle. Kötülüğü icat eden ademin oğlu, bir annenin karnında zuhur ediyor yine. Dünyanın ölüme teşne yönünü hatırlatıyor adeta. İkiz doğacak olan çocukların biri ölüyor. Önce ölü olan dünyaya geliyor. Dünyayı önce bir ölü selamlıyor. Anne babaya acı bir mektup getiriyor, öyle ki, çocuğun soğuk bedeni ailenin tüm kaderini de belirliyor adeta. Ardından ölmeyen, yaşayan diğer ikiz dünyaya geliyor. Sevinçler kursakta kalıyor. Sevinilemiyor. Önce maktul anne rahminden dışarıya çıkıyor, sonra katilin capcanlı bedeni. Hikâye burada başlıyor işte.
Sonra çocuk ailesi tarafından bir daha asla kabullenilmiyor. Adeta kurban olarak seçiliyor. Anne babanın bütün hataları, yanlışları ve günahları küçücük bir bedenin ruhuna boca ediliyor. Masum doğan çocuk günahkâr oluyor birden, hem de öyle bir günahkâr ki, onu çarmıha gerilmek, kutsal sularla yıkanmak ve adına hatimler indirmek dahi para etmeyecek cinsten. Tabii hayat boşluk kabul etmiyor, öldürmeyeni Allah öldürmüyor, yaşayacak olana öyle ya da böyle bir şekilde imkân tanıyor Allah. Çocuğu nine halası büyütüyor. Burası da hikâyenin ikinci çıkış noktası. Ninesinden hikayeler dinliyor, masallara kulak veriyor. Yazıdan önce sözün gücüne teslim oluyor. Nine halasının ona anlattığı hikayelerle paralel bir yaşam devşiriyor kendine. Hatta öyle ki, kendi hayatının bile nine halası tarafından “uydurulduğunu” düşünüyor. Yaşanılan hakikat ne kadar gerçekçiyse o denli kurgu hissiyatı veriyor herhalde. Nine halası ona masallar anlattıkça, okurlar da sözün önemine inanmaya başlıyorlar. Yazının, görsel medyanın sözü gözden düşürmesini tecrübe ettiğimiz bu zaman diliminde, aslında sözlü geleneğin insan yaşamına ve ruhuna ne kadar tesirli olduğunu hatırlıyoruz böylece. Söz hayatımızdan ne kadar uzaklaşırsa o denli kendi gerçekliğimizden de uzaklaşmış oluyoruz böylece.
Trak’ın bir değil birden çok anlatıcısı var aslında. Daha doğrusu anlatıcılar arasına sızmış bir yazar personasından bahsediyorum. Romana yön veren yazar, Bay Ferrante. Onun insana dair sözleri, düşünceleri hikâyenin en dibinden sessiz sedasız konuşuyor. Yaşanılan her hadiseye kısa ve öz yorumlar yapıyor. Veciz sözler sarf ediyor. Yaşamı anlatıyor adeta. Kitaplar arasında, dünyalar arasında gezintiye çıkarıyor okuru. Bu da bana kalırsa hikâyenin üçüncü merkez noktası. Romanın içeriği birçok insani meseleye temas ediyor, onları merak edenler zaten kitaptan okuyacaklar.
İnsan en çok kaçtığına yakalanıyor
Roman kahramanı esasında hep kaderinden kaçan biri. İnsan olmanın ağırlığını derinden hissettiren pasajlarla dolu Trak. Kaderden kaçmak ne kadar da zormuş. Geçmişi insanın ensesinde yakıcı bir nefes gibiymiş, onu sürekli yerinden eden.
Benim asıl ilgimi çeken yukarıda da bahsettiğim gibi romandaki insanlar. İnsanın bin bir halini gözleyebiliyorsunuz.
Romanın anlatıcısı bir itirafta bulunuyor: Başkalarının başından geçmiş olayları anlatmak ne kadar da kolaydır. Oysa felaketi yaşayan sensen, onu kelimelerle anlatmakta güçlük çekersin. Romandaki yaşamla gerçek hayattaki yaşam arasında gerçeklikle mukayese edilemeyecek hadiseler de yaşanmış olsa o aslında gerçeğin ta kendisidir. Düşünülebilen şeyler hakikattir, sadece henüz zuhur etmemiştir. Bu yüzden yazar kendi gerçekliğinden hareketle bir dünya kurar. Kahramanın henüz doğduğunda başına gelen acı hadise onun tüm hayatını etkisi altına alıyor. Ve nereye gitse hep o kara bulutlar onunla gelecektir. Tıpkı hayat gibi. Hayatın ta kendisi gibi. Kitabın arka kapağına alınan o cümle gibi: Geçmiş, arkamızdan ihtiyar at gibi yavaş yavaş gelir. Geçmişin hiç acelesi yoktur. Çünkü onun artık zamanla bir münasebeti kalmamış adeta. Oysa bizim saatimiz işliyordur. Trak da işte bu “zamansızlık” düzleminde hareket ediyor. Adeta zaman kırılmış ve kendine başka başka yollar arayışına çıkmıştır.
Anlatıcı, başka bir anlatıcının zihin ev ruh dünyasında çıktığı yolculuklarla kendi personasını ortaya koyuyor. Bay Ferrante’nin araya girdiği yerler romanda benim ilgimi en çok çeken yerler oluyor. Özellikle insana ve hayata dair söyledikleriyle… Dünya böyle bir yer, diyordu Bay Ferrante. Hayat boyunca kaçırdığımız nice şeyin peşinden bakan yüzleriniz, sizin gibi başka şeyleri kaçırmış o başkalarını hiçbir zaman görüp fark edemeyecek. Gece ile gündüz bir yerde karşılaşıp karışırken, siz birbirine yabancı iki insan, bir paranın iki yüzü gibi göremeyeceksiniz birbirinizin suretini. Bu pasajdan da anlaşılacağı üzere insan yalnız bir varlık. Romanın başından sonuna kadar hep bu yalnızlığı hissettiriyor anlatıcı bize. Ve insanı görüyoruz devamlı olarak. Bize hayatın nasıl bir şey olduğunu hatırlatıyor sürekli. Örneğin şu tespit gibi: İnsan hayattayken başlar pis kokmaya, leşe dönmeye. Yarın öbür gün yerine vardığında yadırgamaz toprak onu. Trak bünyesinde manevi birçok hususu barındıran bir roman bana göre.
Trak birçok açıdan ele alınabilir bir roman elbette, fakat benim için asıl değinilmesi gereken onun insana ve hayata dair söyledikleri. Bir roman daha ne anlatsın.
Sabit Fikir