Gaye Boralıoğlu, hayatımızda karşılaşabileceğimiz küçük ama mühim ayrıntıları usulca okurun kulağına fısıldıyor, üstelik derinden gelen etkileyici bir sesle yapıyor bunu.
Hikâye, serin bir sonbahar akşamı usulca akan bir dere gibi. İnsanın içini ferahlatıyor, fakat bir yandan da çetin bir dağ yürüyüşüne çağırıyor sizi. Yükseğe çıktıktan sonra dönüp arkada bıraktıklarınızı kuşbakışı seyretmenizi sağlıyor.
Gaye Boralıoğlu, yaşamın içinde kaçırdığımız, dikkate almadığımız, belki de bu yüzden küçümsediğimiz ayrıntıları hikâyenin merkezine alarak hayatımızın büyük resmini çiziyor.
Evliliğin, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin derinlerde yatan iç diyaloglarını satırlar arasında okuyabiliyoruz. Vazgeçmenin zorluğundan, kıskançlıktan ve ilişkilerdeki çatışmadan sıklıkla bahsediyor yazarımız. Sözünü ettiği meseleler hayatımızın dışında cereyan eden ve yalnızca kurgudan müteşekkil unsurlar değil; hepimizin bir şekilde karşılaştığı mevzular bunlar. Romanın bana kalırsa en büyük başarısı da burada yatıyor: Büyük laflar etmeden hayatın içinden konuşabilmek… Bizler, ömrümüzü bir tiyatro sahnesinde veya bir film setinde yaşıyor gibi yaşamıyoruz. Dolayısıyla hayatımızı montajlama, kesip atma ve tamamen silme gibi bir seçeneğimiz bulunmuyor; her şeyi yaşarken ve hatta yaşadıktan sonra anlamlandırma şansımız var. Bizler yaşadığımız hadiselerden sonra hayata teşrif ediyoruz, yani hayat ‘anlam’dan önce geliyor.
Yazarın insan hayatına dair yapmış olduğu çıkarsamaları, anlara sığdırılmış bir yaşam panoraması gibi okuyabiliriz. Romanda okurun gözünden film şeridi gibi geçen olaylar, okuyanı sürece dâhil eden ve okurun hikâyeden kopmasının önüne geçen kıvrak bir dille anlatılmış.
Yaşadığımız hayat her ne kadar kaotik olsa da aslı itibariyle basittir, muhakkak bir nedenler silsilesine dayanmış; kader ağlarını, hem bizim hem de belki de bizim dışımızda var olan bir elle ortaklaşa örmüştür. Romanda yaşam-ölüm-varoluş gibi konuların, yazarın kendi zihin ve hayal dünyasında konumlanan zeminini de okuyoruz.
Kahramanın serüvenini, yerleşik inançları kabul etmenin konforlu düşüncesinin yanında, bu inançları yerinden oynatma girişiminin cesaretiyle, belki de insanın kendi acziyetini fark etmesinin farklı bir yorumu olarak da okuyabiliriz.
Elbette romanı okuyanlar, metinde birçok ümitsiz durumu da göreceklerdir, zira her şey zıddıyla bilinebilir. Dünyada ne kadar ümitvar olunabilse de o denli ümitsizliğin insanı kıstıran girdabından da bahsedebiliriz.
İnsanı kendisiyle hesaplaşmaya davet ederken, ruh ve yaşam bütünlüğünden de kopmamak gerektiği düşüncesindeyim. Yoksa hiçbir manevi değere tutunabilmemiz mümkün olmazdı. Elbette şöyle düşünenler de olacaktır: “Maneviyata ne lüzum vardır?” Burada sadece din mefhumundan bahsetmiyorum elbette, yerleşik tüm kültürel değerleri bu sürece dâhil edebiliriz.
Dikkatimi çeken önemli bir husus var: Okuduğum büyük eserlerin bir ortak özelliği de teolojik problemlerden bahsetmeleri. Yaşam, ölüm, cennet, cehennem, günah, sevap ve kötülük problemi… Gaye Boralıoğlu’nun Dünyadan Aşağı romanında da bu temaları görebiliyoruz. Tüm bunların sorgulandığı bir kurgu karşımıza çıkıyor. Yani insana yer veren ve onu merkezine alan eserler okurlar tarafında hemencecik sahipleniliyor. Varsın yazar okurundan apayrı düşünsün, bu bile o kitabı okumanızı engellemiyor; kaldı ki eğer okurlar kendi aralarında böyle bir kamplaşmaya gitselerdi Nietzsche’yi hiçbir dindar okumazdı. Bir keresinde dindar bir arkadaşımdan şöyle bir şey duymuştum: Ben Allah’a olan inancımı Bertnard Russel’a borçluyum. Oysa Russel tanrıya inanmaya şiddetle karşı çıkan bir düşünürdü. Nasıl oluyor da Ateizmi merkezine alan bir düşünür sayesinde insan kendi inancınıza sarılabiliyor? Demek ki kişiler, edindikleri tecrübelerle inancın ve sorgulamanın bin bir formuyla, hayatlarında yeni bir başlangıç yapabiliyor. Bilinçli yapılan her sorgulamanın muhakkak kendi içinde bir matematiği vardır ve kişiyi bir kazanıma götürür. Zaten bireylerin sorgulama ve hayatı anlamlandırma yetileri ortadan kalkınca, kedilerini hayatın neresine konumlandıracaklarını da şaşırıyorlar. Bu minvalde, elimizdeki romanı, kişiyi kendiyle bir çatışmaya sokmaktan ziyade, bir karşılaşmaya götürdüğünü söyleyebiliriz. Çatışma, her ne kadar yararlı olsa da, bireyin kendiyle çatışmaya tutulması, çoğunlukla yıkıcı ve tamamen şuuru kaybettirici olabiliyor. Bu yüzden romanın bir tür anlamlandırmalarla, iç diyalog ve aklı başında hesaplaşmalarla işlendiğini söyleyebilirim.
İnsanın yaraları olduğunu ve o yaraları tedavi etme yolunda kendine daha birçok kapanmayacak yaralar açtığını, romanı okurken üzüntüyle müşahede ediyoruz.
Bir kurtuluş var mıdır? İnsan küllerinden doğarak kendi hayatının iplerini eline alabilecek midir? Kendisi hakkında bunca söz sarf eden insanın, yaşadığı hayata dair hiçbir tahakkümü yok mudur? Gerçeklerle yalanların yer değiştirdiğini varsayalım, hayatımızda ne gibi değişimler olacaktır? Hayatımızın kaçta kaçında bizi gerçekler yönlendiriyor? Dünya dediğimiz yer neresidir, bedenimiz mi, ruhumuz mu yoksa rüyalarla bezenmiş uykularımız mı? Şüphelerimiz bizi nereye sürükler? Dünyada nice suçlular yaşarken bizim suçluluk payımıza ne düşer?
Bunlar ve bunlara benzeyen birçok soruyu yalın ve sade bir kurguya giydirmiş Gaye Boralıoğlu; okuruna akıcı, kolay okunabilir ve derinlikli bir hikâye vadediyor.