Yazar, yazıyı kendine yük edinir. Bunun için yalnızlığı tercih eder. Yalnızlığını yaşayabilmesi için kendine ait bir dünya kurmalıdır. Bazen yazara bir dünya da gerekmez. Sıradan bir masanın başında da yazabilir. Aslında yazar huzura kavuşmak için kendine bir mesken arar. Huzuru hissettiği yerde yazmaya koyulur. Bu süreç yazarın içteki yaralarını dışarıya çıkarabilme, kendisiyle yüzleşme cesaretini gösterdiği yerde başlar.
Ahmet Sarı’nın bu kitapta irdelediği esas konu, edebiyatın iyileştirici gücünün olup olmadığı. Her en kadar edebi metinlerin, hususen romanların insan psikolojisine dair önemli analizler ortaya koymalarına rağmen, edebiyat ve terapinin aynı çatıda incelenmesi son yıllarda daha revaçta. Psikolojinin ve psikanalizin çok geniş bir sahayı kapsadığını var sayarsak, edebi metinleri dışarıda bırakması elbette düşünülemezdi. Bu düşünceyi savunmamızın çok geçerli sebepleri var: Nietzsche’nin Dostoyevski hakkında söylediği şu sözü bile bu konuyu açıklığa kavuşturmaya yetiyor: “Kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski.”
Kitabın esas meselesine geri dönelim. Yazarın merkeze aldığı soru şu: “Yazmak terapi midir?” Yazmanın bir terapi, iyileştirme aracı ve ruhen şifalanma yöntemi olduğu pekâlâ düşünülebilir. Fakat kimi yazarın da yazma sürecinde çok ciddi sancılar çektiğini itiraf ettiğini biliyoruz. Yazmanın kendisi başlı başına yazar için büyük bir problem ve “sıkıntı”dır. Çünkü yaratımın aynı zamanda dayanılması güç acıları da beraberinde getirdiği bilinir. Her doğum sancılıdır. Belki de yazı aşamasında yazarın sanat eserini ortaya çıkarırken çektiği sıkıntılar onun ruhen iyileşmesine zemin hazırlamıştır. Çünkü yazarlar metinlerini ortaya çıkardıktan sonra bir rahatlama hissederler. Yazar, sürekli yazarak, yazmaya devam ederek, yazdıklarını diğer yazarlarla veya okur dostlarıyla paylaşarak, metinler üzerinde konuşarak, yaşadığı huzursuzluk, sıkışmışlık hissinden uzaklaşır. Böylece yazar, bir bakıma yazdığı metinlerde kendini içten dışa doğru yeniden inşa etmiştir. Her en kadar bu inşa süreci çetin de geçse, yapı ortaya çıktıktan sonra uzaktan izlemek hem okura hem de yazının mimarına haz verir.
Kurmaca metinler, özellikle de romanlar insan psikolojisine dair derin izler barındırır. Okur, eğer alt metinleri okuyabilecek donanıma sahipse, bu işaretlerden yola çıkarak edebi metni insan psikolojisine dair çözümleyebilir. Bu minvalde özellikle de son yıllarda psikologların, psikiyatristlerin hastaların/danışanlarına bir nevi aktarıcı gözüyle bakmaları bundandır. Hasta veya danışan aktarır. Aktardığı esas itibariyle kendi hikayesidir. Uzman, karşısındaki hasta veya danışanı tabiri caizse boş bir metin olarak görür. O metni birlikte tamamlarlar. Konuşmaların sonucunda ortaya bir hikâye çıkar. İşbu hikâye sayesinde danışan tekrardan ruh sağlığına kavuşabilmektedir. Freud’un, Jung’un, Lacan’ın karşısına geçen “aktarıcı” nasıl ki serbest çağrışımla derdini anlatırsa, yazar da okura derdini öyle anlatır.
Yazarların ekserisi, yazmadıkları, birtakım engeller yüzünden yazamadıkları, tıkanıklık yaşadıkları zamanlar huzursuzluk hissederler. Hatta öyle ki yazmadıklarında kendilerini derin bir mutsuzlukta hissedeceklerini, bu böyle devam ederse intiharı bile düşündüklerini itiraf etmişlerdir. Bu huzursuzluk ve baskından sadece yazarak kurtulduklarını ve huzura kavuştuklarını dile getirirler. Böylece yazarın üzerindeki bu varoluşsal yük yine yazma yükünün altına girilerek sırtlanabilmektedir. Tıpkı Richard Wagner’in dile getirdiği gibi: “Ancak yaralayan mızrak yarayı iyileştirir.” Karadut lekesini sadece karadut yaprağı çıkarır. İnsanın ruhi bunalımlarını yine insana dair hikayeler iyileştirir. İnsan kendi yaşadıklarına benzer hikayeler işiterek iyileşebilir ancak. Okuduğu edebi metinler sayesinde serin çimler üzerinde yalınayak yürümenin ferahlığına kavuşur. Bu öyle bir ferahlatıcı yürüyüştür ki, Rilke’nin de söylediği gibi, “kendi içimizde yürümek ve saatler boyu kimseye rastlamama.” halidir. İnsanın ancak ölünce peşini bırakan bu ruh simyagerliğinin adı yazarlıktır. Bu öyle terbiye edici bir edimdir ki, insanın asla üzerinden atamayacağı ölüm düşüncesini bile makul bir duygu durumuna çeker. Kişi terbiye edilmiş ruhla kendini bekleyen en acı tecrübe olan ölüme bile kendisini hazırlamıştır.
Edebiyatın İyileştirici Gücü
Ahmet Sarı / Ketebe
140 sayfa