Gergedan, en kısa ifadeyle bir hiciv kitabı. Yazar buna “küfür” diyor. Küfür, sözlükte “örtmek; inkâr etmek, inanmamak ve sövme” anlamına geliyor.
Kitabın mottosundan da anlaşılacağı üzere, elimizdeki kitap ciddi bir eleştiri örneği sunuyor. Öykü türünde çok sık rastlamadığımız bir anlatım tarzıyla karşı karşıyayız. Bu anlamda öyküye yeni bir soluk getirdiği tartışmasız. Yazar, “gelmiş geçmiş tüm faşist iktidarlara ve o iktidarların peşine canı gönülden takılıp duran şu insanlığa da öfkelidir.” Yani, yazar öykülerini bu şekilde şerh ediyor.
Mine Söğüt, gergedan metaforunu her öyküsünde kullanmış. Gergedan, bazen yaralı bir şekilde karşımıza çıkarken bazen de ürkütücü bir figür olarak görüyoruz onu; ama her öyküde var. Gergedan metaforunu birçok farklı şekilde okumaya tabi tutabiliriz. Örneğin, toplumdaki erkeklik algısı, faşizm, iktidar ve her türlü dogmatik inanışlar şeklinde okunabilir. Çünkü kitabın genelinden bu bakış açısını rahatlıkla anlayabiliyoruz.
Yazarımız, “Aile Ölüyor” öyküsünde, “Baba”, “Anne” ve “Kutsal Çocuk” karakterleriyle mevcut aile yapısını gözler önüne seriyor. Merceğini topluma tutuyor ve bir sosyolog edasıyla öyküsünü şekillendiriyor. Bu açıdan bakıldığında yazarın işi zor görünüyor, çünkü öyküde hem politik söylemleri fazlaca kullanmak hem de öykünün hüznünü ve şiirsel yönünü elden bırakmamak zor bir yöntemdir. Yazar bunu çoğunlukla başarmış görünüyor, fakat bazı öykülerinde, öykünün o kendine has içyapısından uzaklaşılmış deneme/anlatı/eleştiri türüne yaklaşılmıştır.
“Ablamın Cesedi” öyküsüyle toplumun eşcinsel tutumlara karşı tepkisel yaklaşımını eleştiriyor. Kitabın içeriğiyle ilgili ayrıntılara girmekten kaçınıyorum, çünkü her okuyan kişi öykülerde kendi birikim ve tecrübeleriyle anlam verecektir. Öyküleri okumaya devam ediyoruz… Okudukça şöyle bir hisse kapılıyorum: pencereyi açınca sanki ülkenin bütün kötü haberleri içeri girecek gibi…
Mine Söğüt, dile oldukça hâkim. Anlatımı sürükleyici ve seçtiği konular merak uyandırıcı. Onun öykülerini okuyunca, yazarın kendine has bir üslubunun varlığını hemencecik kabulleniyorsunuz. Öyküler sizi içine çekiyor. Hangi açıdan bakarsanız bakın, elimizdeki öyküler “farklı”.
“Şehri gösteriyorum. Yüksek binaları. Geceleri içlerinde beyaz soğuk ışıklar yanan sıkışık pencereleri. Sabaha karşı, daha gün doğmadan pencerelerden kendini aşağıya atan insanları. Sirkte yaşarken bunların hiçbirini görmüyordu. Şimdi kasvetli şehrin ortasında, bomboş bir çocuk parkında, tahta bir bankta otururken ve onu bırakıp giden rengârenk sirki geri dönmeyeceği için gözyaşı dökerken… aslında o da biliyor… kaybettiği sirk yalan, o bizzat kaybolmuş bir insan”
Yazarımız, kendi ifadesiyle, “Uçabilecekken, sırf korktuğu için uçamayan kuşa bu korku neye mal olur, onu da düşün” derken aslında kendi korkusundan veya korkusuzluğundan bahsediyor. Öfkeli bir yaklaşımla, hicvini ve küfürlerini savuruyor. Bunu bazen sembolik bir şekilde yaparken bazen şeffaf ve apaçık bir biçimde yapıyor. Bu açıdan bakıldığında yazarın öykü dili çetin bir okumaya tabi tutmuyor bizi. Söylemek istediğini gayet sarih bir şekilde ifade ediyor.