Hikâyeler; umutla, anlam arayışıyla, yaşamın her anıyla, hüzünle, mutlulukla, neşeyle ve insana dair duyguların merkeze alınmasıyla daha büyük bir anlam kazanır. Okuyucular böyle kitapları daha kolay benimserler, çünkü hepimiz kendimizi kitapların içinde ararız. Aslında satır aralarında karşılaşmak istediğimiz gerçek kahraman belki de yalnızca kendimiziz; yazarın cümleleri bizim kendi yolculuğumuza rehberlik eder sadece.
Meral Saklıyan’ın “Uzaklara Gidemem” diyerek serzenişte bulunması, saydığım bu duyguların bir tezahürü. Uzaklara gidemem, derken okurunu tersinden bir yolculuğa çağırmış olabilir. Evet, bazılarımız uzaklara gidemeyiz, daha doğrusu gitmek istemeyiz. Neyle karşılaşacağımızı bilmediğimizden de olabilir bu, hayatın konforuna çok alıştığımız için de. Düzen denilen, her şeyin bizden önce belirlendiği keskin ve katı yaşam kurallarının tahakkümü altında da olabiliriz. Tüm bunlar yüzünden “uzaklara gidemem” diyebiliriz. Fakat bu söylemin, kitapta, salt bir acziyetten ileri geldiğinin düşünülmesi doğru değil kanımca; bunu daha çok, her ne yaşarsak yaşayalım olduğumuz yerden başka bir yere gitmeyi tercih etmeyişle açıklayabiliriz. Gittiğimiz her yerde kendimizle karşılaşma olasılığı da çok yüksek. Sıklıkla bu duyguyu yaşarız hayatımızda.
Öykülerin insana sirayet etmesi salt işledikleri konu itibariyle olmaz. Neyi anlattığınıza biraz da nasıl anlattığınız karar verir. İnce elenip sık dokunmuş bir öykü kitabıyla karşı karşıyayız. Cümleler yerli yerine oturuvermiş ve telaşsız bir bekleyişle okurlarına selam veriyor. Öyküleri okurken, yazarımızın sözcük seçimini özenle yaptığını görüyoruz. Öykünün kendine has tek konu ve tek anlam barındırma yapısının kimi zaman dışına çıkan (ki bu mecbur bir durum değil) ve kısmen uzun öyküye doğru evrilen hikâyeler de mevcut kitapta. Örneğin ilk öykü “Töz”ü bu kategoriye koyabiliriz.
Çok olay anlatmaktan ziyade, hadiselerin insanın ruh ve duygu dünyasına bıraktığı izlerin peşinden gitmiş Meral Saklıyan. Bu açıdan baktığımızda zor olan yolu seçtiğini söyleyebiliriz. Hem günlük hayatın dilini kullanmadan geri durmamış hem de imgesel ve metaforik ifadelere de oldukça yer vermiş.
Kitapta karakterler canlı duruyor; onları, konuşunca ve bir söze karışınca hemencecik gözünüzde canlandırabiliyorsunuz; bu açıdan bakılırsa yazarımızın olay örgüsünü kurarken sinematografik bir bakış açısından da istifade ettiğini söyleyebiliriz. Mekânların kullanımı da bu tezimizi doğrulamış görünüyor.
Meral Saklıyan hikâyelerinin çoğunda bir hüzünle karşılaşıyoruz, fakat bunu hemen anlamamız zor; bu durum daha gizli saklı veriliyor; bir doz daha fazlası melodrama kaçabilirdi çünkü.
Öykülerde günlük hayatta karşılaşma ihtimalinin düşük olduğu hadiselerle karşılaşmıyor esasında. Herkesin başına gelebilecek olayları konu ediniyor yazarımız. Zaten öykünün gerçek matematiği de bundan sonra başlıyor. Her şey sıradan cereyan ederken hep ilginç şeylerle karşılaşıyoruz, mutlaka yolumuz başka bir yere doğru evriliyor. Normalliğin aslında anormalliği de içinde taşıyan geniş bir yelpaze olduğunu, deliliğin, aklın sınırlarının dışına çıkmakla mümkün olduğunu ve belki de yaşadığımız rasyonel hayatın tekrardan gözden geçirilmesi gerektiğini bize öykü diliyle anlatıyor.
Kitapların insanı bir yolculuğa çıkarması okuyucunun başına gelebilecek en gizemli olaylardan biri, hele ki bu insanın kendi iç dünyasına yapacağı bir yolculuksa. Meral Saklıyan öyküsünü bu zemine konduruyor.