Ayfer Feriha Nujen: Yazmak mı, şiir yazmak mı? Seni hangisi tamamladı, hangisi eksik bıraktı?
Onur Köybaşı: Çoğalmak, sesimi yükseltmek için şiir yazmayı isterken, kendimi kendime ele vererek eksilttim. Hayatın kimseye mutluluk borcu yok, ben mutlu olmayan halimden aşırdım kelimelerimi birilerine yakalanmak korkusuyla. Eksildikçe çoğalır gibi içimde bir şiir virüsü var. Bölündükçe çoğalır gibi. Bölündükçe eksilir gibi de ama.
A.F.Nujen: Kitaplaşmamış, yazdıklarını kitaplaştıramamış bir yazar-şair olsaydın ne hissederdin? Sence de yayıncıların, editörlerin bir lobisi var mı, seçicilik yerine bir yandaşçılıkla mı yürüyor bu yayıncılık işi? Yani alt sınıfa ait biri olmanın cezasını mı çekiyoruz geride kalarak, dışlanarak, aşağılanarak? Sen de böyle hissediyor musun edebiyat ortamında bir zorlukla karşılaşınca?
O.Köybaşı: Eğer öyle bir şair olsaydım, daha özgür hissederdim kendimi. Derli toplu, disiplinle şırıngalanmış bir düzene ait olmazdım belki. Ama evlere girmek istedim, altı çizilen bir dize olmak istedim, bir sahafta çürümek en çoğu. O sebeple popüleriteye uzak durdum, hep yazdım gönderdim. Kitap oldu çoğu da. Edebiyat dünyası en az sanat dünyası kadar kurtlar sofrası. Yayıncıların çoğu ölü sevici ve birer iki ayaklı para makinesi gibi… Dışlanmak işe yarıyor, edebiyat çaresizlikten besleniyor aslında. Bir nevi bilmeden iyi bir şeyler yapıyorlar. Beni ayakta tutuyor ve savaşçı kılıyorlar. Bir gün bir şairden bir dosyam için yardım istemiştim, ilk zamanlarda tabii. Yardım edemem demişti. “Sizi ben affederim, ama şiir affeder mi bilmem” demiştim.
A.F. Nujen: Yazanlar arasında, insanlar arasında sen de kendini “öteki” hissediyor musun? Öteki olmanın insana verdiği boyutsuz bir acı vardır. Bu acıyı hissediyor, bu acıyla başa çıkabiliyor musun?
O.Köybaşı: Ben öteki olmaya doğar doğmaz başladım. Esmer bir anne, esmer bir baba ve esmer iki kardeş arasında tek sarışın çocuktum. Arap kimliğim de beni öteki kılıyordu ve daha birçok konuda ötekiydim. O sebeple olağan geliyor bana. Öteki olmak kadar güzel bir şey olmadığını fark ettim. Kocaman bir bahçede açan yeni bir renksin. Seni anlamıyorlar, anlamaya çalışırken ezmeye çalışıyorlar. Sonra insanların anlamadığı şeyleri sevmediğini fark ettim. Başa çıkmak için yazıyorum aslında.
A.F. Nujen: Seni okumasını istediğim bir cenah var mı? Ayrıştırıcı bir yanının olmadığını biliyorum, ama ben isterdim Birhan Keskin’in benim okurum olmasını mesela. Senin de böyle okunduğunu bilmek istediğin bir cenah, bir şair, bir kitle var mı? Filanca beni okuyor deyip, sevineceğin biri ya da birileri? Daha önemlisi bu sana ne katardı?
O.Köybaşı: Hiç öyle düşünmedim aslında, elbette şimdi sen öyle sorunca “okumasını istediklerim var mı?” diye düşündüm. Lale Müldür’ün okumasını isterdim, Kemal Varol, Metin Kaygalak, Umay Umay bir de. Ama Lale şiirlerimin birkaçını okuyup beğenisinden bahsedince, kuş olup çıkmıştım evinden. Eğer hayatta olsalardı, Sevim Burak ve Tezer Özlü ile tanışmadan göçmek istemezdim bu dünyadan. Sonra şair ve yazarları yakından tanımanın hep tehlikeli olduğunu düşünürüm. Çünkü iyi şairden çok iyi şiir vardır, düşünürüm hep. Bir şey katmazdı bana sadece ruhumu güzel bir rüzgâr gibi okşardı onların beğenileri.
A.F.Nujen: Yazmaya ne zaman başladın, neden yazdın? Yazmanın senin hayatında, ruhunda iyileştirdiği ya da hastalığını ikiye katladığını düşündüğün en özel şey nedir?
O.Köybaşı: Lise ikideydim, edebiyat öğretmenimiz Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” şiirini okumuştu. Vurulmuştum Ayfer. Bir leylek havalandı içimde ve o bir sürü leyleği getirdi içime. Kalbimin sıcağı yerine gelmiş o an. Lise ikide başladım yazmaya. İlk hastalığım öyle nüksetti. İlk virüsü atmış oldum içime. Hastalandıkça yazıyor, iyileşince duruyordum. Hem şifa, hem dert yazmak… “Geçmesin” diyorsun, “yok geçsin” diyorsun. “Yok, yok, geçmesin!” Eski sevgilim, “bana neden şiir yazmıyorsun?” derdi, “gidersen yazarım, ama gitme” derdim. Gitti ve bir haftada ona bir kitap yazdım. Benim kimseye kendimi anlatmak gibi bir derdim yok, hiçbir derdim yok bununla ilgili. Ama kendime kazdığım mezarda “dinlenin burada oturup, uyuyup dinlenin” diyorum. “Ne yapmak istiyorsanız burada yapın kendi mezarımda ağlayın, dökün içinizi” diyorum. “Burada hatırlayın ne varsa” diyorum. Güzel bir tabut kitaplarım.
A.F. Nujen: İlk kitabından biraz söz etsene bana. Türü nedir, içindeki en ağır duygu ile en hafif duygu nedir? Ve tabii kitabın kısa serüveni ve sana maddi ve manevi yaşattıkları nelerdi?
O.Köybaşı: Eskişehir’de okuyorum o zamanlar, kitaplar keşfediyorum, dergiler okuyorum. Sonra bir gün Umay Umay’ın kitaplarına rastladım sahafta. Çizdim durdum yazdıklarını sonra o zamanlar Facebook bu kadar kirlenmemişken, bir edebiyat sayfasında yazdıklarımı da paylaşıyordum. Bir gün Umay Umay’ın kitabını basan yayıncıyla görüştüm. O da, “dosyanızı bir yollayın bakalım” demişti. Yolladım. Bir süre sonra “İstanbul’a gelin görüşelim” demişti. “Bakın ben öğrenciyim benden para kopartacaksanız gelmem param yok” demiştim. “Hayır, sözleşme için çağırıyoruz” demişti. Gittim ve anlaştık. Bir gram para kazanmadım. Ve o zamanlar askere gittim, döndüğümde kitap ikinci baskısını yapmıştı. “İkinci kitabı yapalım” dedi yayıncı. Çocuğum, daha sevindim, “yapalım para kimin umurunda insanlar beni okumaya başlamış” dedim. Ağır bir melodramı vardı ilk kitabımın. Şiirsel metinlerdi. Uysal dönemlerimdi o zamanlar. Küfür etmeyi ilk kitabımla öğrendim. Sesimi hayata yükseltmeyi ilk kitabım öğretti bana.
A.F. Nujen: Biz seninle on yıldan fazladır yazışırız. Tanışığız. Bir süre hastalandım, o sıra görüşemedik tabii. Ve hiçbir zaman yüz yüze de gelmedik. Ama ben birinin ne kadar iyi ya da kötü olduğunu yazdığı bir metinden, kurduğu basit bir cümlede sıradan bir kelimeden anlayabildiğimi sanıyorum. Ben pek görünür olmaktan hoşlanmıyorum biliyorsun. Peki ya sen, görünür olmakla ilgili bir derdin var mı?
O.Köybaşı: Seninle bir kazada tanışmış gibiyim. Bir faciadan çıkmış iki yaralı insandık, ilk karşılaştığımızda. Evet, hiç yüz yüze gelmedik, ama birbirimize kalbimizi açtık. Sofra kurduk, rakı içtik, güldük de. Sen yaralarını gösterdin bana, ben de sana gösterdim. Görünür olmak için hiçbir çabam olmadı, mesela şiir ödüllerine inanmadım, kimseye yaranmak için el ayak öpmedim. Yalamadım orayı burayı. Bavulumu toplayıp alıp başımı gitmedim bir yere. Kendi kabuğumu yaşadığım şehirde kırdım. Ha aldım yaramı çıktım çarşıya kabuk aramaya da, ama her zaman buradaydım, sıyrılmak için abuk sabuk şeyler yapmadım. Benim derdim kendimle. Görünsem, rüyam da görünürdü çünkü. Ben kelimenin fotoğrafını çektim sadece. Beni gören orada gördü.
A.F.Nujen: Her yazarın anılmak istediği bir şekil, bir biçim, almak istediği bir unvan vardır. Mesela benim için “karanlık” derler. “öteki cins” hatta “deli” diyenler bile var. Tabii benim ayağımı yerden kesen şeyler bunlar. Bayılıyorum ben bunları duymaya. Senin hiç kırıldığın üzüldüğün bir şey var mı okur ya da yazarlar arasında kendi hakkında duyduğun?
O.Köybaşı: Sana hepsi çok yakışıyor… (Burada gülüyor.) İlk zamanlar “edepsiz” diye, adlandırdılar, ama iyi anlamda bir edepsizlikti dedikleri şey. Ama sorduğun soruya dönersek, hayır, üzüldüğüm hiçbir şey olmadı duyduğum. Aynı kasabanın delileriyiz kimiz de.
A.F.Nujen: Beni bilirsin, gizemi severim. Karanlığı, ketum olmayı, sırlarla dolu durmayı severim. Ama hep bilirim karşımdakinin içinde dışarıya çıkmak isteyen bir cümlenin olduğunu. Son olarak sadece bana söyleyecek olsan yazmak ve yazar olmakla ilgili kimsenin bilmesini istemediğin halde burada yayınlanacağını bilerek, belki de bir daha hiçbir yerde söyleyemeyeceğini düşündüğün bir şey var mı? Bunu söylemek ister misin? Ve sana bu söyleşi için çok teşekkür ederim. Belki biraz daha zaman alacak, az bir zaman daha. Ama senin istikbalin parlak… Yolun açık olsun Onur.
O.Köybaşı: Uzak ettiğim kendimi yanıma çağırmak istiyorum artık. “Gel bakalım buraya derdin ne senin?” diye, kulağından çekip. “El ele gezip bakın Onur burada” demek isterim sadece. Zaten o söyler söylemek istediklerimi. Ben çok teşekkür ediyorum, bak yine yüzün yok, ama kalbin benimle. Bu çok güzel bir duygu Ayfer memnunum çok.