Kısa sürede ikinci baskısı yapılan “Aynanın Uykusunda” adlı şiir kitabınızı kutlarım. Kitap, Neruda’nın“Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı”sına nazire olarak yazılan şiirlerden oluşuyor. “Ve Bir” adlı bölümde kitaba adını veren ve tek şiir olan “Aynanın Uykusunda” yer alıyor: “senden artakalmanın uzun sabahlarında/yüzüm aynanın uykusunda kalıyor/bakıyorum/çatlamış bir narın hüznü/akıp gidiyor yüzünün hafızasında/sen gözlerini döküyorsun/çerçevenin sırlı derinliğine/ıslak bir güvercin/eğilmiş/su içiyor/serçe parmağının çeşmesinde”
Rabia Çelik Çadırcı: 2017-2023 arasında yazılan şiirlerinizin yolculuğu ve yaratım süreciyle ilgili neler paylaşmak istersiniz?
İlhami Sidar: Yoğun, yorucu bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Şiir, çocukluğumdan başlayan uzun bir hikâye. Çocukluk oyundur, bu hayatın değişmez yasası ama benim çocukluğumun oyuna şiiri katan ele avuca sığmaz, haylaz abir yanı vardı. Bazı şeyler doğuştan gelir; Füruğ annem makinenin başında dikiş yapar ben karşısına geçer şiir yazardım, der. Bunu ilk öğrendiğimde adeta dejavü olmuştum. Çünkü çocukken ben de annem, elektrikle henüz tanışmadığımız zamanlardan kalma, haznesi kor ateşle beslenen tank gibi ağır ütüsüyle babamın pantolon ve gömleklerini ütülerken, karşısına geçer şiir yazardım. Bende doğuştan gelen bir şey ancak ne kadar yeteneğe sahip olursanız olun donanımsız; Verlaine ve Baudelairelerle beslenen Rimbaud gibi büyük şiirler yazamıyorsunuz ilk gençlikte.
Valizimi, tenimde hâlâ ağır is kokularının izini taşıdığım, handiyse bütün çocukluğumun vagonları arasında geçtiği Kurtalan Ekspres’in birinci mevki kompartımanlarından birinin bagajına atıp 36 saat sürecek uzun Ankara yolculuğuna çıktığımda yedeğimde 12 defter dolusu şiir vardı. Hayatın benim için hazırladığı tuzaklardan habersiz, körpe duygular, hayaller ve henüz delik deşik olmamış arıbir ruhla Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde edebiyat okuyup şair olmak için şimendiferin çufçuf sesleri eşliğinde Ankara’ya doğru yol aldığımda aklımda ve fikrimde sadece şair olmak vardı. Ve kompartımanın üst katındaki bölmeye özenle yerleştirdiğim valizimde 12 şiir kitabı olacak kadar, el yazısıyla özene bezene yazdığım 12 şiir defteri vardı. Böylece bir taşra kasabasından ülkenin başkentine adım attığımda karşılaştığım her şey benim için yeni bir dünyaya gözlerimi açtığımın habercisiydi. Hayatımda ilk kez bir kitabevi görecek, ilk kez tiyatro ve opera binalarına girecek, konserlere gidecek ve başta Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi gibi hayal bile edemeyeceğim kadar zengin kütüphanelerin salonlarında kitap kokularıyla hemhâl olacaktım. Üstelik Kürtçe bilmememe rağmen her Kürt gibi aksanlı Türkçemle ilk kez tanıdığım Galatasaray, Pertevniyal, Tevfik Fikret, Ankara Deneme Lisesi, Ankara Anadolu Lisesi gibi ülkenin en prestijli okullarından mezun olmuş, aynı sırayı paylaştığım arkadaşlara alay konusu olacaktım. Art niyetli olmayan bu alaylara hiç kulak asmadan uzun süre inatla aksanlı konuşmayı sürdürecektim. Bu, gerçekten benden katbekat donanımlı arkadaşlar içinde ezikliğini hissettiğim tek şey onların sohbetlerine konu olan sanatçıların nerdeyse hiçbirini tanımıyor olmamdı. Bu, beni onların her türlü edebiyat sohbetlerinin dışına itiyordu. Homeros’un İlyada ve Odysseia’sını tartışıyorlardı aralarında, İkinci Yenileri, Neruda’yı, Lorca’yı ve ben Allah’ın siktir ettiği boktan bir yerde hiçbir kitabevi olmadığı gibi, evimizde, duvarda bir çivide asılı babamın Kur’anı Kerim’inden başka kitabın olmadığı bir yerden gelmiştim. O güne kadar okuma imkânı bulduğum kitaplar sadece o dönemin çeşitli Kürt siyasal örgütlerine mensup sol görüşlü ağabeylerin elimize tutuşturduğu Gorkilerden ibaretti, bir de inek bir öğrenci olarak okulda hep en yüksek notları aldığım için felsefe öğretmenimin hediye ettiği Ahmed Arif vardı. Bir de muhafazakâr bir aileden olan bir lise arkadaşımın evinde görüp mal bulmuş mağribi gibi saldırdığım Necip Fazıl ve Arif Nihat Asyalar. Bunlardan başka bütün sanatçı bakiyem, sadece edebiyat ders kitaplarından aklımda Namık Kemal, Tevfik Fikret, Sait Faik, Memduh Şevket gibi birkaç şair ve yazardan menkuldü. Böyleyken varın Ankara serüvenimin nasıl bir okuma açlığıyla başladığını hesaplayın.
Şimdi gelelim sorunuzun cevabına: O gün Neruda okumaya başladığımda, kendi kendime bir gün ben de böyle bir şey yazabilir miyim diye aklımdan geçirmişim. Spontane bir şey, sonra unuttum zaten, aradan yıllar geçti, tabi bu arada köprünün altından çok sular aktı. 1999’da ilk şiir kitabım “Sözlerin Yalazında” yayınlandıktan sonra 2000’lerin başında nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde romana eğilim göstermeye başladım. 2003’te ilk romanım “”Bir Cudi Söylencesi yayınlandıktan ve dönemsel olarak yoğun bir ilgiyle karşılandıktan sonra kendimi romancı sanmaya başladım -ah ne büyük yanılgı- böylece bir yandan şiir yazmaya devam ederken bir yandan da romana olan ilgim giderek arttı. 2004’te ikinci şiir kitabım “Alışkın Hüzünler” yayınlandıktan sonra uzun yıllar şiirden uzak kaldım. Bu arada birçok romanım yayınlandı, 2010’larda şiir içten içe kışkırtmaya başladı, böylece bir yandan roman yazmaya devam ederken, ara ara sadece şiire kapandığım oluyordu. Böylelikle 2010-2017 yılları arasında bir dosya hâline getirdiğim şiirler (Masum Saat) kitap hâline geldi. Bundan sonra tekrar tamamen romana yoğunlaştım fakat şiir nadiren de olsa kışkırtmayı sürdürüyordu, o kışkırtıp çağırdıkça ondan kaçmam mümkün olmuyordu. Derli toplu bir dosya olarak değil, öyle geldikçe yazıp bilgisayarımda bir dosyada biriktiriyordum. Bu süreçte roman yazma çalışmaları çok daha fazla zamanımı almaya başladı. Öyle ki bir roman yazarken, henüz tamamlamadan kafamda bambaşka kurgular oluşmaya başlıyordu, şimdi hâlâ kurgusu hazır iki roman taslağı var zihnimde, hatta üç. Böyle olunca artık şiirle helalleşme zamanımın geldiğini düşündüm. Kafam bu denli roman kurgularıyla yoğunken şiiri sürdürmenin mümkün olamayacağına ve son olarak geçmişte yazdığım şiirleri toparlayıp üzerinde birkaç ay çalıştıktan sonra şiir serüvenimi noktalamaya karar verdim. Çünkü roman yazarken aklımda hep şiirin olması roman yazma süreçlerimi sekteye uğratıyordu. Böylece son dosyamı toparlamak üzere tekrar masaya oturdum ve birkaç ay sonra çalışmamın sonuna geldiğimde ilginç bir şekilde fark ettim ki, hemen hepsi uzun bir şiirin ayrı parçaları izlenimi uyandıran toplamda yirmi küsur kadar şiir birikmiş. İşte o an hemen dank etti, oğlum İlhami dedim, işte sana Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı! Aradan 30 küsur yıl geçmiş, o zamanlar aklımdan şöyle bir geçivermiş olan bir düşünce ben farkında olmadan kendiliğinden ete kemiğe bürünmüş meğer. Bu yüzden kitabın adı her ne kadar “Aynanın Uykusunda” olsa da, iç kapağa Yirmi Şiir ve Bir adını uygun gördük. Bu bir mucize aslına bakılırsa. Yeni yetme bir şair adayının farkında olmadan inatla peşinden koştuğu hayallerinin 30 küsur yıl sonra tecessüm etmiş olması. Bilmiyorum tatmin edici oldu mu ama sorunuzun cevabı, özetle bu.
Rabia Çelik Çadırcı: Bir önceki şiir kitabınız olan “Masum Saat” ve “Aynanın Uykusunda” kitabında da “Mavi” başlıklı birer şiir yer alıyor: “mavi/yarasından/bir karanfil/yaratmanın görkemi” “Mavi” sözcüğüyle kurduğunuz ilişkiden bahsedebilir misiniz? Sizdeki yeri, çağrışımı nedir?
Rabia Çelik Çadırcı: Zaman zaman okurlarınızla bir araya geliyorsunuz. “Aynanın Uykusunda” okurlarının geri dönüşleri hakkında neler paylaşmak istersiniz?
İlhami Sidar: Kitapta yer alan şiirler spesifik bir alanı kaplıyor gibi görünmekle birlikte aslında benim kırk yıllık şiir birikimimin ürünü. Bir okur olarak şiirde sınır tanımadım; Mevlana’dan Attar’a, Hayyam’dan, Hafız’a, Ciziri’ye yayılan ilgim, Homeros’tan, Ovidius’a, Dante’ye, Elliot’a, Rilke’ye, Japon haikularına kadar geniş bir yelpazede hep sürdü ve hâlâ sürüyor.Yeats, Elliot ve Pound’u geçenlerde tekrar bitirdim. Demek istediğim kitaptaki şiirler her ne kadar aşk şiirleri olarak öne çıksa da aslında Homer’den günümüze bütün şiir geleneğiyle beslendi. Bunu has şiir okuyucusu hemen fark eder, her şiirde yüzeyin altındaki katmanları da sezer, hisseder, hatta her okumada yeni bir katman daha keşfedebilir. Böyle olunca geri dönüşler de fena olmuyor.
Rabia Çelik Çadırcı: Aynı zamanda roman yazarısınız. Şiirle roman arasındaki çalışma disiplininizle ilgili neler söylersiniz?
İlhami Sidar: Yıllar önce Murathan Mungan bu türden bir soruya çok enteresan bir cevap vermişti: Aynı anda hem roman hem şiir hem oyun hem senaryo yazıyorum. Ben böyle bir şeyi denemedim sanırım deneyecek takati ya da cesareti bulamadım kendimde. Roman yazarken aynı anda şiir ya da şiir yazarken aynı anda roman yazmadım, denemedim bilmiyorum belki denesem olurdu. Yukarda ilk sorunu cevaplarken biraz açıklık getirmiştim buna aslında. Uzun zamandır romana yoğunlaştım ancak işte çocukluk aşkı ya da ilk aşk, ne derseniz deyin, siz ne kadar aranızdaki bağın kopma noktasına geldiğini düşünseniz de şiir gelir bir yerde bulur ve içten içe kışkırtmaya başlar sizi. Sözgelimi böyle bir kışkırtma esnasında bir romanın finaline gelmiş bulunayım. Bu kışkırtmaya direnirim elden geldiğince fakat öyle bir an gelir ki artık yapacak hiçbir şeyin kalmaz. İşte o noktada finaline gelmiş olduğum romanı rafa kaldırır ve şiire otururum. Artık üç gün mü sürer beş gün mü, üç ay mı yoksa beş ay mı, o heves kendiliğinden sönene kadar da tekrar romana dönmem.
Rabia Çelik Çadırcı: Son zamanlarda sizi etkileyen, içinizden tekrar edip durduğunuz dizeler var mıdır ve kime ait bu dizeler?
İlhami Sidar: Ne yazık ki aklımda dizeler tutacak kadar güçlü bir hafızaya sahip değilim ama seslerden söz edebilirim, sözgelimi, tutukunu olduğum şairlerin sesleri kulaklarımda mütemadiyen yankılanır: Rimbaud’nun, Baudelaire’in, Coloridge’in, Mahmut Derviş’in, Pavese’nin, Palth’ın, Ahmatova’nın, Rilke’nin, Şamlu’nun, Ahmed Arif’in, Nazım Hikmet’in, Gülten Akın’ın… Zamansız gelir genelde dilimin ucuna dizeler, en çok mırıldandığım Ahmed Arif’ olur hep: Seni baharmışın gibi düşünüyorum / Seni Diyarbekir gibi / Nelere neler baskın gelmez ki/ Seni düşünmenin tadı