“Hüsün Kitabı” Odağında İlhan Kemal ile Söyleşi
Rabia Çelik Çadırcı: Pikaresk Yayınevi tarafından 2022 yılında basılan “Hüsün Kitabı” adlı şiir kitabınızı kutlarım. “Hüsün” sözlüğe göre “güzellik” anlamına geliyor. Şair İlhan Kemal şiir kitabı için ‘Güzellik Kitabı’ mı demek istemiştir? “bir üçüncü yol düşürmek istedim varlık beldesine/zor oldu. ben, hüsünlü kelimeler koleksiyoncusu.” “Hüsün Kitabı” adlı şiirinizden alıntıladığım dizelerle de sormak isterim, niçin “Hüsün Kitabı”
İlhan Kemal: Evet. Şiir yitik bir güzellik arayışıdır: Sonsuz güzellik! O sonsuz güzelliği bulabilecek miyiz peki? Asla. Ama hep yolda olmak, aramak daha bir anlamlı, bulduğumuzda büyü bozulabilir çünkü. Hüsün Kitabı’na arayışın hüzünlü güzelliği de denebilir. Hüsün Kitabı şiirin hüzünlü güzelliğini getirsin istedim günlerin avlusuna. Hem zaten hüsün ile hüzün tek harfle birbirinden ayrılır, bu kadar iç içedir…
Nesli tükenen Kauai kuşunun son ötüşünü düşünün -Som mu deseydim?-, nasıl da içimize işler… Saçlarımıza, şakaklarımıza inceden dokunarak esip geçen seher yelinin bizde bıraktığı büyülü ürpertiyi düşünün, nasıl da hiçliğin yokluk olmadığını muştular sabaha… Issız bir dere kenarındasınız düşünün, kendi şarkısını söylüyor su, sanki kulağınızın içinden akıp gidiyor bir şırıltı… Bir sonsuzluk düşünün… Bir şiir düşünün edası aşk buğulu, naif, içten, insancıl, sıcacık… İşte böyle bir şiirin, kavgasına katıldım Hüsün Kitabı’yla… Evet şiir bir kavgadır, kanamaktır aslında: Bu kavgada neşter tutmaz yaralar mı alırım? Bilmem. Şiir benim sevgilim olur, yolunda alınan yaralar gülden sayılır, eyvallah!
Rabia Çelik Çadırcı: Şiir yaratım süreciniz ve poetikanızla ilgili neler söylemek istersiniz?
İlhan Kemal: Bir yazımda demiştim, buradan / bu söyleşi vesilesiyle de tekraren belirtmek, pekiştirmek istiyorum:
Hüsün Kitabı adlı kitabım dahil bütün kitaplarımdaki şiirlerim estetik başkaldırı, isyankâr şarkı olsun istedim, buna çalıştım, hep: Rüya dille yazdım şiirlerimi, belki de sayıkladım!.. Şiirlerimin hiçbir kalıba oturtulamamasına özen gösterdim: Biri lirizme yeni bir soluk kattığımdan söz açarken, biri bireysel bir şiir dilim olduğunu, bir diğeri tutkunun şairi olduğumu, bir başka birininse modern toplumcu bir şiir yazdığımı söyleyeceği kadar şaşırtıcı ve ele avuca sığmaz, hayat kadar dağınık yine hayat kadar derli toplu bir şiir atlası sermek istedim dünyanın avlusuna. Sözcüklerin büyüsüne inandım. Sözcüğü sözcükle çarpıştırarak yabanıl bir tını, iç müzik oluşturmaya, kaotika içinde uyumu yakalamaya soyundum. Tüm bunları geleneğin mirasını reddetmeden, fakat ona tabu derecesinde tapınmadan yapmaya çalıştım. Yereli evrenselle kucaklaştırmak istedim. Tema algımın içinde her şey kendine kendince bir yer buldu. Bir bilindik tekniğin üstüne bin bir bilinmedik teknik ilave edebilmek için kafa yordum. Mozart ile Karacaoğlan’ı el ele tutuşturmak muradıyla kalemimin ucunu ateşe yonttum. Türkçenin bütün güzelliklerini aşikâr etmek hayalim oldu. Her nasıl bir şiir yapısına çalışırsam çalışayım, insancıllığı, dil sıcaklığını önceledim: Şiirlerim kalplere incecikten dokunan meltem edasında ya da su şırıltısı tadında olsun istedim. Beni bir çoban da okusa, entelektüel de okusa her ikisinde de bir edebi şölene düşmüşlük hissi uyandırabilmeyi kendime hedef olarak belirledim. Ama eski bir söz simyacısının şu nasihatinden ödün vermemeyi kendime rehber edinerek: “Yeni şeyler söylemek lazım cancağızım!” Çünkü kim ne der, beni herkes anlamalı gibi kaygılarla sıradanın düzeyine inmek değil, sıradan bir yurttaşı nitelikten bu yana çekebilmekti asıl hüner. Gelişme böyle olurdu. “Poetik olanın yanında epistemik / ontolojik gelişme, kelime paletinde cesur ataklar, duyumsama düzeyinde parlak söyleyişler kazandırmayı ve formel olandan sıyrılayı” şiirimin olmazsa olmazları saydım. Her yeni kitabımı bir öncekinden farklı kılarak toplamda senfonik bir şiire ulaşmak için koştum durdum. Tamam, kan ter içindeyim. Seviyorum terimi ve kanımı. Terimi silen, kanımı yıkayan olmamış mı? Ne gam! Doruklara sevdalı bir karıncanın inadını ve ısrarını kuşandım. Kimsenin işine karışmadım kendi işime baktım. Orada burada bedenimle boy göstermek yerine tüm benliğimle sadece şiire ve yaşam kavgasına odaklandım göğün altında, bir kıyıda… Ruhumdaki stepte at sürdü, kardelen sabrı topladı yalnız bir şaman, tuttu ruhumu öptü, bir de gözlerime günışığı sürdü. Bundandır belki geçmişten el alan, günümüzle sentezlenen bir modern zamanlar ağıdına yahut bir Antep bozlağından faş olmuş haykırış yağmuruna, bir Eğin halayından fırlayan dünyaya yan bakışa çıkması şiir yolumun bin ucundan birinin de…
Şair avlusunda oturduğu günleri göz ucuyla derin gözler, yurdunun ve halkının her türlü acılarını kalbinde demler, o bu haliyle çağının tanığı olmanın ötesine geçer, omuzlarına ödev verir adeta: Üstlen, taşı, sel ol taş… Evet, şair yurdunun ve insanının dert vekilidir. Asilin yerine ağlayandır, haykırandır, itiraz edendir. Günümüz şiirinde bu dediklerimin olanaklarına da kafa yoruyorum. Romantik bir isyan motifini şiirime nakşetmeye çalışıyorum, estetikten ödün vermeden, slogana düşmeden. Böylesi bir toplumcu protest şiire çalışıyorum… Günümüz şiirinin toplumun sorunlarına eğilmediğini söylüyorlar. Bu hem doğru hem de değil.
Mevcut şiir ikliminin dışında bir şiir dili oluşturmaya çalışılmasının doğuracağı handikaplar iliklere değin hissedildi. Bu bir atletin kulvarın dışından koşup netice alma uğraşıyla koşut bir durumdu. İş zordu. Zorda ısrar etti. Ben kavgamı vereyim yenilgi ya da yengi kaygısından ari, dedi. Beklentisizlik belirsizlik sularında çimmek demek değildi fakat. Ne yaptığının ayırdında olarak eğildi sözcüklere, saçlarını taradı, şakaklarından öptü, yanağından makas aldı.
Şiir uzuuun bir yolculuktu, şairin soluğu yetmeyebilirdi varış noktasına ulaşmaya. Bu halde yolda olmaklığın ya da yolda göz kadrajına girenlerin tesellisi kazançtan sayılacaktı, yarına sarkamasa da tek bir sözcük. Kabul ediyordu, böyle bir züğürt tesellisine tutunarak yazdığını. Evet, hiçbir şey birdenbire olmuyordu. Emek, yürek ve alınteri dökmek gerekiyordu, çok döktü. Sonra kendi içinin dağlarına şöyle ünledi: Şair fanidir, ister tabii kalsın şiiri yarına…
Ve bekledi elinin tekini kulağının ardına yaslayıp…
Poetikamla ilgili yukarıda bir pencere açmaya çalıştım, o pencereyi biraz daha aralayalım o vakit:
Şiir, delice ıslanış!
Çünkü beni bir dil karnavalının ortasında daima yapayalnız koydular, yapayanlıştılar. Bu yüzden işte sırf bu yüzden dünyaya darıldım, insana küstüm, oturdum şiir ıslandım. Elimden bu geliyordu. Sözcüklerle başkaldırmak mizacım, şiirlerim imzam. Ama benim isyanım ve başkaldırı da nahif olmalıydı. Çığlığım şarkı, şarkım göksel bir tını tadı taşımalıydı. Başka şarkılardan farklı olmalıydı benim söylediklerim: Asi ama insancıl, sert ama pamuk kıvamında, çığlıklı ama dingin. Evet, benim şarkım şiirim. Söyle bana Rabia şair böyle delicoş, böyle kabına sığmaz biri şu eski dünyada yeni ve aykırı bir nehire dönüştürmesin de soluğunu, ya ne yapsındı? Yazmak benim ekmeğim, suyum, çayım, şekerim… Yazmak benim başımın tatlı belası. Biliyorum şiirimi hak etmiyor yeryüzü ve insan soyu. Olsun, ben bir boşluğa boşuna yazmaya devam edeceğim. Söylediklerim biraz örtük mü oldu? Peki, açalım. Güya büyük dergileri takip ederim, böyyük (!) yayınevlerinden çıkan kitaplara bakarım. Ödüllü şairleri incelerim. Bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu görürüm. Yok, doğru düzgün bir şiir yok. İnsanı bir dil sıcaklığı ile kucaklayan, İmgenin dudaklarıyla öpüşme boğan. Yazılan şiirlerden tat almıyorum günümüzde. Nerede o Attila İlhan artistik söylemi? Nerede o Ece Ayhan’ın aykırı sesi, Cemal Süreya’nın nefesi, Edip Cansever’in iç sesi, Can Yücel’in ironisi, Ahmet Muhip Dıranas’ın edalı söyleyişi… O klasik tat yok günümüz şiirinde. Ben demiyorum aynılıkların gönderine bayrak çekelim. Hayır. Ama şiir şiir olsun. Ben o şiirlerin tadını da içine kattığım başka bir şiire çalışıyorum. Biraz ayrıksı, biraz uçarı da olsa insana okuma keyfi sunan bir şiir yazıyorum. İmgeci Lirik Şiir olarak adlandırılıyor İlhan Kemal Şiiri. Bu adlandırma tam olarak karşılamasa da şiirimi, bir kısım özelliklerinden biri olduğu doğru. Hüsün Kitabı’nı da bu anlayışlar odağında yazdım.
Şiir, sonsuz virgül!
İnsanoğlu doğduğunda onu, yazılmamış yasaların ahtapot kolları kucaklar. Bu yazılmamış yasaların kapsamında, yaşadığımız toplumların tarihinden akarak gelen, atalarımızın genlerine
sızan kodlar vardır. İşte bu kodlar örf, anane, gelenek gibi olgulardır. Hayat bahçesinde, bu kültür suyu dökülür köklerimize. Verili bir düzende yürüyen, yoldan çıkmayan, uslu, ebeveynlerinin yanlış öğüt ve öğretilerine sorgulamasız “tamam” diyen cici, uslu, güzel çocuklarızdır. Söz dinlemesini bilen. Yaşamımız bize ait değildir bu durumda. Başkalarını yaşayan, büyüyen, yukarıda belirtilen kodları yarına aktarmak üzere genlerimize yerleştirmeye devam eden çalışkan arılarızdır. Yazık. Çiçekleri atalarımızın yaptığı tanımlarla açıklarız. Üzücü. Bu dayatmalar karşısında, insanın “emredersiniz efendimciliği” ne hazin, ne acınası, ne hüzünlü bir durumdur. Peki, bu durumun kırılma noktası neresidir, nasıl tersyüz eldir böylesi bir kuşatma? Evet, bu kuşatma sağanağını yaracak olan, savunma stratejileri geliştirip uygulayacak olan da insanın ta kendisidir. Ancak böylesi insanlar nadirdir, azdır, bilmem kaç yılda bir, pir çıkarlar yaşam denen küflü, tozlu, pörsümüş sahneye: Aklın krallığı, sorgulamanın cazibeli elleriyle pak edebilir bu sahneyi, öyledir! İşte bu sorgulama maharetidir ki; bize farklı bakış açıları kazandırır. Alışılmışı, sıradanı yıkmanın erdemini anlatır. Siyasi, askeri, felsefi ya da edebi alanda, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, söylediklerimizdeki özü tahayyül edebilir, “gerçekten de böyle” dersiniz.
Biz burada “edebi alanda”, özelde şiire dair irdelemelerde bulunacağız:
Şiir çıkmazda mı hakikaten?
Şiir, hayatın alnı. Karışlamaktır şairin işi orayı. Kaç parmak gelmekte, metreye vurulsa ne eder, yanılma payı da olabilir mi hesabın sonunda? Bunlar düşünülmez işin başındayken. Z Raporu ömür dükkânının terekleri indirilmeden önce alınıp, bunca koşunun ardından eline ne geçtiği sorulmalı mı, sonuç, yorumlanmaya sunulmalı mı şairce? Hayır. O, bu ince kavgada yenilmeden sonsuzluğa aktığını düşünerek gözlerine örtmeli o dalgın yorganı. Her şairin hakkıdır bu: Çünkü şair uygarlıkların dil sarayını kuran ustadır, işçidir, mimardır. Şairi olmayan toplumlar dillerini çağcıl kılıp, medeniyet dili haline dönüştüremezler. Şairler herkesin bildiği kelimelere başka derinlikler katarak, sıradan insanın akıl edemeyeceği yeni anlamlar yükleyerek oluştururlar şiiri. Bu, sözcüklerin yalın anlamlarına, düşlere pencere açtıran, okuyucuda düşünce ve duygu uyandıran bir sağanağa dönüşür. Şairin oluşturduğu bu atmosfer, mecaz, metafor, kelimelerin sözcük anlamlarının dışında yeni ve çoğalmacı bir yapıya kavuşmalarını sağlar. Böylece konuşma dili zengin içeriğe, anlam ve anlatım yeni olanaklara kavuşur. Şair sözcüğe onur, kıymet, derinlik ve görkem kazandır. Dilin yapıcısı şairler, dizeler dizmenin yanı sıra, ortaya koydukları şiir kuramlarıyla da şiir-dil iklimimizin zenginleşmesinde kaptanlık bandını kollarına takarlar: Her zaman doğru şeyler söylemeseler bile, bu söylenenler bir tartışma ortamı yaratır ki, böylelikle yeni düşünceler, görüşler, poetik açılımlar oluşur. Örneğin, “şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda” denileni beri yıllar geçti. Bu söz söylendiğinde gerçekten de şiir çıkmazda mıydı? Cemal SÜREYA dönemini hafızamızda bir canlandıralım. Bu sorunun yanıtı koskoca bir “hayır” olacaktır. Kaldı ki Türk Şiirinin en yeni, özgün ve cesur örnekleri bu dönemde ortaya konmuştur. Bu söz, şiir ortamına poetik bir hareketlilik getirmek, yeni bir ivme kazandırmak adına söylenmiş olmalı. Kuramsal düşünce şiirin gelişimine dair olmazsa olmazlardandır. Unutmayalım: Dilin yerine, başka, ikame bir şey bulamadıkça, söz var oldukça, şiir de var olacaktır. Sözü edilen çıkmazla “kötü şiirler”e gönderme yapma amacı güdülmüş olmalı. Fakat kötü’nün de bir yeri, değeri, işlevi var, unutmayalım. Kötü, iyiye kamçılar insanı. İyinin ve güzelin doğmasına önayak olur. Her şey iyi ve güzel olsa, iyi ve güzeli hangi karşılığa göre teraziye koyup kıyaslama yapabilecektik?
Kusursuzluğa ulaştık dediğimiz yerde hayat bitmiş, heves sönmüş, her şey donmuş olur.
Gelişme, iyi ve kötünün farkında olarak, başka’yı, yeni’yi aramakla sağlanır. Geçmişi bilecek, bu bilinçle yoğurduğumuz kalbimize şu komutu vereceğiz: O şairler bu değerleri ortaya koydu, sen bunların üzerine yeni şeyler koy. Gelenek yıkılamaz şey değil, fakat önce onu içselleştir, saygı duy, ondan sonra yık. Aşkınlaşma böyle olur, yarının şiiri böyle kurulur!..
Sözcük işçiliği:
Sözcüklerin çalakalem yan yana getirilmesi, özensizlik, şiirin önemli sorunlarından biridir: Yazdıklarımızı şiir kılan faktörlerin en başında sözcük işçiliği gelir, gelmelidir. Ne yazık ki bu olgu şiirin köşe taşı olarak gösterilen şairlerce de göz ardı edilmektedir. Baki Ayhan T’nin Soylu Yenilikçi Şiir Manifestosu’nda da belirtildiği üzere şiirin bünyesine uymayan kaba sözcükler dizelerden uzak tutulmalı. Şiirin bir incelik sanatı olduğu unutulmamalı. Bunun yanı sıra, dizelerde gereksiz sözcük kullanımlarından kaçınmalı. Aynı anlama gelen sözler aynı şiir içinde yer almamalı. Gereksiz tekrarlara düşmemeli. Şiire herhangi bir derinlik katmayan, katkı sağlamayan edatların kullanımından kaçınmalı. Bu söylediklerimize itiraz edenler sözcük işçiliğinin şiiri mekanikleştirdiğini, iç müzik oluşturma yolunda engel oluşturduğunu, soğuk bir şiirsel dile kapı araladığını iddia etmekteler. Bu kesinlikle doğru değil. Örneğin; “ben dallara anlam katan güldeki rengim” dizesini ele alalım, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılsın için: Bu dizede “ben” iki defa kullanılmıştır, sözcük işçiliği yapılmamıştır. Oysa ki, “rengim”in içinde ben zaten vardır. Bu durumda ilk baştaki “ben” kullanılmamalıydı. Bu “ben”i çıkardığımızda dizede oluşan derinliğe dikkat! Mekanikliğe yol açılıyor mu? Müzikaliteyi öldürüyor mu? Yok böyle şey. Kişi, şiire gösterdiği özen kadar pekiştirecektir şairlik kimliğini. Sözcük işçiliği konusu, üzerinde ayrıca durulması gereken geniş kapsamlı bir konu. Şimdilik özet bir değinme ile yetinelim.
Anlam’a dair:
Anlam şiirin ne içindedir ne de dışında!
Şiirde anlam? Bu konudan içre çok şey yazıldı çizildi. Kimi anlamın zaruriliğinden söz açtı,
“şiirde anlam aramak boşunalıkta yürümektir” dedi kimi. Biz ise hassas bir dengeyi gösteriyoruz işaret parmağımızla: Sözcük olan yerde anlam mutlaka vardır. Bu anlam sıradan okurun görme biçimine doğrudan yanıt vermeyebilir, onu belirli bir çabaya davet eder. Bu çabayı esirgeyen okurun aradığına şiir diyebilecek miyiz? Hayır. Onlara hikâye anlatmalı.
Türkü dinletmeli. Yapılagelmişleri aynen tekrar eden şairlerin durumu var bir de. Nazım Hikmet gibi, Ahmet Arif gibi, Hilmi Yavuz gibi, Necip Fazıl gibi, Cemal Süreya gibi…
Bunlar gibi yazmaya çalışılacaksa, gibi yapılacaksa; kişi şiir yazıyorum diye çıkmalı mı ortaya? Çıkabilir, bunda bir sakınca yok. Ancak, öykünmenin ardında özgünlüğü arayış olmalı. Kendi kulvarlarında en iyi şiirleri zaten ortaya koymuştur andığımız bu isimler. Biz onlardan öte ne yapabiliriz? Bunun kavgasında olmalıyız. Şair, fark yaratmalı. Görkemli şiir iklimimize kendinden görkemler katmalı, geçmişten aldığı kuvvetle. Şiir, akıl kanamasıdır.
Şiirde sadece anlam mevzuuna kafayı takıp, diğer olguları hiçlemek, zır cahilliktir. Çünkü şiir sadece anlamdan ibaret değildir. Yan yana gelmiş sözcükleri şiir kılan, dizelerde parıldayan zekadır. Şaşırtıcılıktır. Kışkırtıcılıktır. Bizim şiirimizde anlam yanaldır, çok katmanlıdır.
Mekanik değildir, dil sıcaklığına önem verir. Hayat içine başka biçimde konmuştur. Sonsuz bakma biçimleriyle okunmayı ister şiirimiz. Şiirlerimizde düz anlam arayanlar gitsinler halay çeksinler bir köy düğününde. Biz şiirin dil kentinde dans edeceğiz; sözcüklerle; sevişeceğiz.
Modern şiir kentsoyludur… Halk ozanıyla çağdaş şairin aynı çizgide koşmasını isteyenler bu istemlerini sorgulamalı… Günümüz şiirinde, yarının şiirini ortaya koyan şairlerimiz var, az da olsa var. İyi ki var. Onlar dar zamanların penceresinden bakıldığında elbette anlaşılmazlar.
Ama bunu dert etmemeliler. Şair, bildiği yolda inat edendir. Direnendir. Direnmelidirler sağdan soldan atılan taşlara. Ki, Türk Şiiri yaratıcılığını ebediyete taşımakta hünerli kalsın. Aslında en anlamlı şiirler, anlamsız olduğu iddia edilen şiirlerdir. Böyle biline. Sanatçı, evrenden yakaladığı iç sesi ruhundaki fırtınayla şekillendirendir. Yine de aslolan kendisi değil ürettiğidir.
Şiir ve hiçlik:
Şiir gerçekliği bire bir yansıtmaz, eriterek verir. Bu erimişlik hiçliğe erme, sonsuzluğu kucaklama halidir. Hiç’lik, yokluk değil, bütün güzelliklerin bir’in içinde bütün olma hadisesidir. Buradaki “bir” mistik bir kavram olan “ahad”la ilgili olmayıp, tanrısallık içermez. Olgunlaşmış bir şair ruhuna ve şiire gönderme yapar. Olgun bir ruhtan damıtılan şiirin dolaylı, zincirleme bir etki yaratarak bütün insanlara incelik, sevgi, aşk, barış duyguları aşılayacağı olgusu vardır bu “bir”in içinde. Şiir birleştirir! Bu birleşik sevgi gücü karşısında savaşların, kavgaların, kaosun, kan tarlalarının yok olacağı, her dem bahar dolu iklimler doğuran, kardeş bir dünyanın kurulacağı mutlaktır. Şiirin incelik kattığı insanlar olabilmek, güzel rüya. İmkânsız olmayan düş. Yüreklerimizi şiire açalım, hadi!
Şiir, sonsuz virgül:
söylemek afaki tespit olur. Bu çerçeveden bakınca, bazı şairler şiirlerinin yanı sıra, ortaya koydukları şair duruşuyla sözünü ettiğimiz yetersizliği giderme yönündeki gayretkeşliklerini ortaya koyarlar. Bu gayret hemfikir olmak adına ortaya konmaz. Zaten şiir, doktrinler birliğini yadsır. Hangi konuda olursa olsun; birlik, teklik, hemfikirlilik gibi olgular, mutabakat metnine topyekun imza koyulduğunun işareti olur. Mutabakat; sorun yok’un teğeti değil, paralelidir. Sorun olmayan yerde ise arayışlar nokta altına alınmış demektir. Edebiyatçı virgülün peşinde olmalıdır. Bu, şiirimizin ve diğer sanat dallarımızın gelişmesi adına, kaçınılmazdır. Gelişme arayışlarla elde edilir, unutulmamalı. Arayış, sürekli yenilik. Durağanlığın panzehri. Şair, dünyayı ve hayatı şiirle yorumlarken hep farklı bakma biçimlerinin peşinde olduğunu ortaya koyabilmeli. Algılaması açık şairler şiirin bütün külliyatına sirayet edecek değişim pradigmasının yaşama geçirilmesinde, statükoculuktan kaynaklanan durağanlığın temel taşlarını sarsarlar. Yeni bir dünyayı şiirlerinde kurarlar önce:
Sloganik söylemin kabacılığına düşmeden, estetik bir hünerle masaya sözden yumruk vurmak işi olan şiir, şairin içselinde kod’larla varlaşır önce. Biz bu koda imge diyoruz. İnsanı metalaştıran, değerleri eriten vargıların kıskacından esirgenişin nasıl olabilirliğine dairdir bu kodlar. Ya da, şiir adına iz düşerken yeni entelektüel perspektifler sunmanın diğer adı.
Dogmatik yaklaşımlarla kangren olmuş yaralara ilaç bulunamaz. Bulunduğu sanılan ilaçlar kifayetsiz kalır. Bu tespiti şair üzerinden ele alacak olursak; şair, şiir ilacını yeni, aykırı, ayrıksı ve özgün arayışların insanı olmaklığı ile bulur.
Bu budur denemez şiirse söz konusu olan. Şiir ak ve karanın dışarısıdır. Sonsuz arayıştır.
Rabia Çelik Çadırcı: “Hüsün Kitabı” okurlarının geri dönüşleriyle ilgili neler söylemek istersiniz?
İlhan Kemal: Olumlu dönüşler aldım. Hakkında birkaç iyi değerlendirme yazısı yer aldı dergilerde. Her kitabıma özenle çalışırım, bu kitabım da onlardan. İçinde yarına kalacak kıymette özgün ve güçlü şiirler olduğuna inanıyorum, buna inanmasam zaten hiç kitaplaştırmam. Ama yeterince yerini buldu mu dersen? Ülkemizde ne, hangi değer yerini buluyor ki. Hak etmeyenler güzel yerlerde, hak edenler / liyakat sahibi olanlar yerin ta dibinde… Bu bizi yıldıracak mı peki? Hayır. “Bitmedi sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” İyi şiirin yeterli itibar gördüğü günler mutlaka gelecek.
Rabia Çelik Çadırcı: Son zamanlarda sizi etkileyen, içinizden tekrar edip durduğunuz dizeler var mıdır ve kime ait bu dizeler?
İlhan Kemal: Var. Hem günceli de yakalayabilmesi, sezgi ve öngörü gücü açısından da iyi bir örnek… Kime ait olduğunu da okurlar bulsun.
“ama yine de belli mi olur, halk çölünde evrim olur, siyasada devrim olur… yere bakalım.”
Rabia Çelik Çadırcı: Tiyatro, Edebiyat ve Şiir içeriği olan “Teş Dergi” oluşumuyla ve nasıl karşılandığıyla ilgili neler paylaşmak istersiniz?
İlhan Kemal: 2000’li yılların başlarında Lül Sanat ve İmgelem Çocukları gibi iki edebiyat dergisinin içinde yer almış mutfağında çalışmış, ardından uzun süre dergicilik alanından uzak durmuştum. Arkadaşlar geldiler, dergi çıkarma projeleri olduğunu ve beni de mutlaka yanlarında görmek istediklerini, dergide ne tür bir görev istiyorsam bunu benim tayin etmemi istediler. Onlarda benim 20’li yaşlardaki heyecanımı gördüm ve hiçbir oluşum içinde yer almama yönünde aldığım kararımı bozdum. Derginin sanat danışmanlığını üstlendim. İyi bir dergi oldu. Yanılmıyorsam tiyatro ve edebiyatı birleştiren tek dergi. Dergi kısa sürede Şükrü Erbaş, Haydar Ergülen, Nilay Özer ve Veysel Çolak’a kadar birçok önemli değerin ilgisine mazhar oldu. İyi şiirin yeni adresi kıldık dergiyi. Üç aylık periyotlarda çıkan, henüz üç sayısıyla okurlara ulaşan yeni bir dergi olmasına karşın antolojilere girdi ve çeşitli tiyatro ve edebiyat mahfillerinde adından söz ettirdi. Her sayıda daha da güçlenen içeriği ile daha çok anılacağa benzer, en azından bunun için çalışıyoruz.
Rabia Çelik Çadırcı: Teşekkür ederim sevgili İlhan Kemal.
İlhan Kemal: Ben teşekkür ederim Rabia şairim.