Onur Köybaşı: Efendiler, bugün İlker Hepkan ile söyleşeceğiz, ama şiir sevmeyenlerin bundan haberi olacak mı bilmiyorum. Ellerinde kitabıyla koşup “Bu o mu?” diye sordular da “Hayır!” dedim, “Her şey aramızda.” dedim. Çünkü Hepkan’ın Beyefendiler kitabı tam da bu sözü okuyucudan alarak açıyor dünyasını onlara. Ben sözümü verdim, ya siz?
İlker Hepkan’ın 160.km etiketiyle çıkan Beyefendiler kitabı yakın zamanda okuyucusuyla buluştu. Bugün onunla kitabını merkeze alarak bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Bir maniniz yoksa sizi de bekleriz.
Hoş geldin İlker, yeni kitabın hayırlı olsun, söyleşimize başlamadan önce arkada çalacak bir şarkı istesem senden?
İlker Hepkan: Hoş bulduk Onur. Bir oyunbozanlıkla başlıyorum, kusura bakma. Tek bir şarkı yerine bir liste önersem? Beyefendiler’de referans verdiğim şarkılardan bir Spotify listesi oluşturdum. Onu açalım. İsteyen okurlar bu söyleşiden sonra listedeki şarkıların izlerini kitabın içinde sürebilirler.
Onur Köybaşı: Bu, bence oyun bozmak değil, oyun yükseltmek olur Harika. Ben de açıyorum şimdi. Hadi başlayalım.
Beyefendiler, biraz da hitapların şiiri olmuş gibi geldi bana; hayatına, hayatından geçenlere, kalbine dokunanlara, ısıranlara, öpenlere, hayatına girenlere, senin hayatlarına girdiklerine, şarkılara, şehirlere, ülkelere, müziğe, adamlara, Eray’a… Bazen haylaz, bazen dokunaklı bir hitap. Kayıplara, aşklara, içsel yolculuğa katmanlı, panoramik ve duygusal derinlikli bir hitap olmuş hatta. Sen nasıl anlatırsın Beyefendiler’in serüvenini?
İlker Hepkan: Evet, Beyefendiler’de sürekli birilerine hitap ediyorum, ancak onlar beni duyuyor mu, bilmiyorum. Kitaptaki şiirleri yazmaya 2020’de, yani tam Covid salgını sırasında başladım. O zamanlar yaşadığım en baskın his hayatımdaki insanlara erişemiyor olmanın verdiği hırçınlıktı. Ben şiire güvenip onda bir şeyleri saklamayı seviyorum. Beyefendiler’in büyük bir kısmını bu hırçınlığı muhafaza etmek için yazdım. Covid sonrası dönemde hayat karşıma yeni insanlar çıkardıkça kitabın farklı bölümleri şekillenmeye başladı. Ama belki de o erişilmezlik buhranını hâlâ kimse üzerinden atamadığı için benzer bir hırçınlıkla yazmaya devam ettim. 3. bölümün ilk şiirindeki birkaç dize bunu özetliyor sanırım: bu kitap, bu Beyefendiler, bu efendiler suçlamalarla dolu / her yerinde bir yalan, bin bir olmamışlık / akıyor tutamıyorum İsa yazıyor diyorlar / her yer oluk oluk balık. Kitabın son şiirlerini yazarken kendimi bu hitap etme haline o kadar kaptırmıştım ki bir noktada “acaba bir daha hitap etmeyen şiir yazamayacak mıyım?” diye korktuğum bile oldu. Ama ne zaman içimdeki hırçınlık dindi, o zaman kitabın hazır olduğunu anladım.
Onur Köybaşı: Kitapta ilgi çekici hatta bazen kışkırtıcı öğütlerde bulunuyorsun. Bunlardan bir tanesi “Siz siz olun birbirine âşık bir çiftin yatağında, onların arasında kalmadan gitmeyin bu hayattan” Peki senin bu hayattan gitmeden yapmak ya da gerçekleştirmek istediklerin neler?
İlker Hepkan: Öğüt demeyelim de hınzır öneriler diyelim. Bu hınzır önerilere dönüşen deneyimleri hep beklemediğim anlarda yaşadım. Hem kendi yazdıklarıma hem de queer topluluğun ürettiklerine dair birçok hayalim var, onları şimdi dillendirsem gerçekleştiremeyeceğim sanki. Ama seni kıracağıma bir hayalimden olurum, ya da buraya yazdığım için belki evreni harekete geçiririm, belli mi olur, o yüzden şunu istiyorum: Ege’de bir sahil kasabasında serin bir Eylül ayını bir grup queer şairle geçirmeyi çok isterdim.
Onur Köybaşı: Burak isimli şiirinde “söylesene ne olurdu ben İstanbul’dan gitmeseydim” diyorsun.
İlker, İstanbul’dan gitmeseydin ne olurdu hakikaten?
İlker Hepkan: Şiirin izleğini takip edersek şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki İstanbul’dan gitmeseydim Burak’ın kapısına elimde bir buket çiçekle giderdim. Mutlu olamazdık muhtemelen, ama ben şansımı denerdim, belki o gün “Onur vallahi yapıyorum, çiçeğimi aldım, Burak’a gidiyorum” diye sana mesaj bile atardım.
Şaka bir yana şiirdeki izlekten bağımsız hayatta kendime çok sorduğum bir soru bu. İstanbul’dan gitmeseydim Manhattan’ın en yüksek tepesinde sıkışıp kalmış bir kel olamazdım, o zaman Rapunzel’e bilenmezdim. Bir şey itiraf etmeliyim, bu sorunun cevabından bazen korkuyorum, gitmeseydim mutsuz olacağım için değil, gitmeseydim şimdiki halimden daha mutlu olabileceğim için. Ben 17 yaşımdan beri İstanbul’da yaşayan bir şair olmanın hayalini kuruyorum. Hayatımın gerçekleri bunu şu an tam zamanlı gerçekleştirmeme izin vermese de, git gide daha çok İstanbul’da vakit geçirip bu sorunun cevabını arıyorum. 17 yaşındaki İlker kendini ne kadar tanıyordu? Haklı mıydı? Bunu sorup duruyorum kendime Eminönü’nden Karaköy’e yürürken.
Onur Köybaşı: Şiirlerinde 90’lar da göz kırpıyor bize; Sezen, Sertab, taso, halka küpeler, bir gazoz reklamının sloganı ve daha birçok izlere rastlamak mümkün. Şiirinle o yıllar arasında oluşturduğun bu köprünün kaynağı nereden geliyor?
İlker Hepkan: 90’lar çocuğu olmamla yakın ilişkisi var. 90’larda büyürken, aşkı (bazen çok ama çok yanlış bir şekilde) Sezen Aksu’dan, yenilenmeyi de (ne yalan söyleyeyim pek fena olmayan bir şekilde) Sertab Erener’den öğrendim. O zamanlardan bugünlere taşıdığımız birçok şey benim yaşlarımdaki insanlarla bugün kurduğum iletişimde önemli bir yere sahip. Bu kitaptaki şiirler duyulmadığım, anlaşılmadığım ilişkilerin içinden çıkarken o dönemin öğelerine döndüm, benim taşıyamadıklarımı belki onlar sırtlanırlar diye.
Tüm bunlara bir şey daha eklemem lazım, kitapta sadece 90’lar yok. Melike Şahin, Sza ve Lana del Rey gibi şimdinin sanatçıları de geziniyor dizelerde. Onların bugün geçmişle kurdukları müzikal ilişki beni çok etkiliyor.
Onur Köybaşı: Kitapta Mabel adlı şiirin, şarkıcı Mabel Matiz’e tatlı bir selam yolluyor adeta, hatta onun için yazılmış bir şiir diyebiliriz. Sonra Freddie Mercury, Keith Haring ve daha fazlasını da konuk ediyorsun. Şiirde oldukça misafirperversin. Onları konuk etme fikri nasıl oluştu?
İlker Hepkan: Kitabı okuyanlar fark edecek, çok iyi bir ev sahibi değilim. Herkesle çok iyi anlaşmanın imkânsızlığının farkındayım. Ama ben kalabalık evleri seviyorum. Ev arkadaşım Mithat Ozan Küren’le üniversitenin ilk yıllarında Beyoğlu’nda bir evimiz vardı, misafirsiz gün geçirmezdik, çok da mutluyduk. O zamanlardan kalan bir alışkanlık.
Bu şiirlerin de ilhamı elbette küçük İskender’den. Şairin İlhan Mansız’a yazdığı ve İstiridye gibidir yüzün, içinde bir çift yalnız forvet saklı diye başlayan bir şiiri vardı; 2002 senesinde televizyonda okumuştu. 17 yaşında o şiiri dinlerken benim içimde bir şeyler sonsuza kadar değişti. O gün küçük İskender’in cesaretine hayran kaldım. Beyefendiler’i yazarken o ana geri döndüm ve beni bugün kim böyle cesaretlendiriyor diye kendime sordum. Şiirlerimdeki misafirperverlik böyle başladı.
Onur Köybaşı: Sadece şiirle de uğraşmadığını biliyorum; yanılmıyorsam karşılaştırmalı kültür alanında doktora sahibisin, Velvelenet.’in edebiyat ve İngilizce editörüsün, Spotify’da Yine Yeniden 90’lar podcasti yapıyorsun ve daha birçok şey. Bunlar arasında en çok “sen” olduğun yer neresi ya da bunların hiçbiri olmasaydı neyle anlatmak isterdin meseleni?
İlker Hepkan: Aile büyükleri ben çocukken bana hep “maymun iştahlı” derdi. Lisedeyken her tarakta bezi olan o örnek öğrenciydim, biraz da özel bir lisede burslu öğrenci olmanın baskısıyla. Edebiyat dergisinin editörüydüm, tiyatro yapıyordum, kimya olimpiyatlarına hazırlanıyordum, İngilizce etkinliklerinde mutlaka olurdum ve daha bir sürü şey. Üniversitede önce diplomasi kulübündeyim sonra tiyatro topluluğunda. Hiçbirinde rol yapmıyordum, hepsinde kendim olarak yer alırken insanlar buna şaşırıyordu. Sonra akademisyen olmak için 9 yılımı yüksek lisans ve doktorada harcarken bu özelliğim sürekli eleştirildi, tek bir şeye odaklanmadığım için başarısız olmakla suçlandım. Ne zaman akademisyenliğin benden beklediği o sıkıcı adam olmayı bıraktım, yeniden üretmeye büyük bir istekle yeniden başladım. O yüzden umarım bir daha bu saydıklarının hiçbirinin olmadığı bir döneme geri dönmem. Zira öyle olunca ketum ve sinirli bir adama dönüşüyorum. O zamanlara bir daha asla geri dönmek istemiyorum.
Onur Köybaşı: Mertcan Karakuş’u konuk aldığın ‘Arkadaşlar Arasında’ podcast’inde, ona kuir edebiyatın ne olduğunu sormuştun. Sanırım benzer fikirlere sahiptiniz, ama burada biraz daha net bir şekilde ifade edebilir misin acaba? Ve bu bağlamda ‘Beyefendiler’i bir kuir edebiyat örneği olarak görüp görmediğini yorumlamanı istesem, seni yormuş olmam umarım.
İlker Hepkan: Kuir edebiyat öncelikle kendini LGBTİ+ şemsiyesi altında tanımlayan öznelerin yazdıkları her şey. Konusundan bağımsız. Bizlerin hayattan sistematik olarak dışlanması sonucu ortaya bir restoran menüsü dahi çıkarsak, o yazdığımız şeyin bir değişikliği oluyor. Buna ek olarak, yazarın kendi cinsiyet ifadesi ve cinsel yönelim kimliğinden bağımsız olarak yazılan bir şeyin odak noktasında LGBTİ+’lar varsa, o edebiyat elbette kuir bir edebiyat örneği sayılır. Bir de her türlü yerleşik kategoriye, ikili sisteme, erkek egemen tahakküme karşı çıkan ve bunu deyim yerindeyse “yoldan çıkarak” yapan her şey -işte, bir restoran menüsü bile- kuir edebiyata bir örnek olabilir.
Beyefendiler’i ibne bir şair olarak, önce ibneler sonra herkes için ve Türkçe şiiri biraz daha ibneleştirmek yani güzelleştirmek için yazdım. Başardım mı, zaman gösterecek. Başaramadıysam kalem kâğıdın başına yine oturabilirim, bu çabayı gösterirken yorulacağımı sanmıyorum.
Onur Köybaşı: Ben kitabın ismini ilk duyduğumda ‘erkek egemen’ düsturun devamı gibi bir hisse kapıldım. Seni işlerinden dolayı tanıdığım için bunun görünenden fazla bir anlamı olacağını da tahmin ediyordum tabii. Şimdi kitabı okuyunca taşlar yerine oturdu, ama henüz kitabı edinmemiş olanlar için açıklamak ister misin: Kitabın adı neden Beye-fendiler?
İlker Hepkan: Birileri hayatımıza ilk girdiklerinde genelde çok nazik ve kibar oluyorlar. Söylediklerini tartıyorlar, duymak istediklerimizi kulağımıza fısıldıyorlar, bizi kırmaktan imtina ediyorlar. Ne hoş bir bey, diyorsun, ne kadar beyefendi. Ama sonra bazen bir günde bazen bir buçuk senenin sonunda “çat” diye değişiyorlar. O beyefendilikten eser kalmıyor. Bu sadece hayatıma giren adamlara dair bir durum değil. Benim de böyle davrandığım ilişkilerim oldu.
Kitaptaki şiirlerde beyefendiliğin kalmadığı anları anlatırken, şiirleri kendimi -bazen onlara, bazen kendime- duyuramamanın hırçınlığıyla yazdığım için ve kitabı açıp içine bakanları biraz şaşırtmak için kitaba Beyefendiler adını verdim. Şiirlerde bir beyefendiden beklenmeyecek bir sürü şeyi yapıyor karakterler. Bu zıtlık çok hoşuma gidiyor.
Onur Köybaşı: Son zamanlarda en çok ne yapmaktan sıkıldın ve en son okuduğun şiir kitabı?
İlker Hepkan: Son zamanlarda en çok “şimdi orada saat kaç?” sorusunu yanıtlamaktan sıkıldım.
En son okuduğum şiir kitabı da Füruzan’ın Lodoslar Kenti kitabı. Her Füruzan metninde olduğu gibi hâlâ aklımın bir yerinde o şiirler, yani okumayı bitirdim sayılır mıyım, bilmiyorum.
Onur Köybaşı: Ve son olarak: Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar beyler diye anons geçiliyor, durum çok ciddi. Çantanı hazırlıyorsun bir yandan gidiyoruz artık. En son ne bırakmak isterdin dünyaya?
İlker Hepkan: İşte söyleşinin en zorlandığım sorusu. Geçmişi hatırlasa da hemen uyum gösteren ve kabuk değiştiren birisiyim. Bu nedenle Ursula K. LeGuin’in Karanlığın Sol Eli kitabını bırakmak isterdim.