“Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Bu hiçlik ne boştu ne de muğlak: Kendinden başka hiçbir şeyle adlandırılamaz.”
Bir kutsal kitaptan alınan bu sözler insanın; dünyaya, doğaya ve kendine dair arayışındaki döngünün başlangıç noktasını işaret eder. Ana rahminden fırlayıp hayata başlayan insan, toprağa karışıp yok olana kadar o boşluğu doldurmaya, muğlaklığı yok etmeye ve yaşamını anlamlandırmaya çalışır. Öyle sonsuz bir döngüdür ki bu; her adım yeni bir boşluk, her cevap yeni bir soru doğurur. Zaman zamana eklendikçe, nesiller yerlerini yenilerine bıraktıkça devrolunur bu miras; her defasında ilk kez sorulurmuşçasına yeniden şekillenir sorular ve başlar arayışlar. Bizler, bu çağın insanları, arayışın bu adımının failleri olarak payımıza düşeni yaşayıp soru ve cevaplarla hemhâl olup biriktirdiklerimizi ve yeni yüklerimizi sırtlanıyoruz. Sevinçler, mutluluklar, güzel paylaşımlarla birlikte hayal kırıklıkları, mutsuzluklar, acılar ve kayıplar da var çıkınımızda; yükümüz ağır. İnsanlığın kadim sorunlarıyla cebelleşmekten dolayı yorgunuz.
Bu cümlelerin zihnime dolmasının ve oradan da kağıda dökülmesinin sebebi okuduğum bir roman. Neslihan Önderoğlu, Yeryüzü Yorgunları [1] romanı ile yaşamın bir noktasından elini uzatarak; arayışta, buluşta, kayboluşta, yanılışta kimse yalnız değildir, mesajı veriyor ve yüreklere su serpiyor.
Başlangıçta kişisel bir arayış hikayesi gibi görünse de aslında insanlığın ezelden beri yaşadığı sorunların ve çözümsüzlüklerin hikayesidir roman.
“Ah o, karşıdakini anlayabilmek için ille de aynı olmak gerektiği yanılsaması. Bir türlü gerçekleşmeyen nafile aldanış.” (s. 40)
İnsanın anlama ve anlaşılma ihtiyacı, dünyada küçük de olsa bir iz bırakma isteği, pişmanlıklar, belkiler, keşkeler ve yeni adımlar için cesaret çabası ile ilmek ilmek işlenir kurgu Cihan ve Sinan ilişkisi etrafında. Ancak tüm çabalara rağmen sığ ama güvenli limanlar olan alışkanlıklar çoğu zaman ket vurur insana:
” İnsan ancak yola çıktığı yerden ve oraya dönmenin mümkün olduğundan emin olursa bir yolculuğa kalkışabilir.” (s. 83).
Oysa vazgeçmek, geride bırakabilmek özgürlüktür kimi zaman:
“Yolculuğunun sonuna gelmiş kişi için artık acı yoktur; kederden vazgeçmiş, kendini her yönden özgür kılmış ve bütün engelleri aşmış kişi için acı yoktur.” (s.47)
Bu şekilde iç çelişkiler ve çatışmalarla devam eder Cihan’ın arayışı. Bir yandan evliliğini sorgulayıp bir çözüm ararken bir yandan kadınlığının, anneliğinin kısacası kendi benliğinin peşine düşer ve geri dönüşlerle geçmişle yüzleşir sık sık. Net çözümler aramak nafile bir çabadır çünkü her arayış hem evrensel hem kişisel bir süreçtir; Cihan da kendi çözümünü, çelişkiler ve çatışmalardan geçerek üretmek durumunda kalacaktır.
Romanda dikkat çeken yönlerden biri de yer yer kutsal kitaplardan yapılan alıntılardır. Yazar; Tevrat, Zebur, İncil, Kuranı Kerim ve Budizmin Kutsal Kitapları’ndan alıntılar yapar. İlk anda kulağa garip gelen ve romanın konusuyla bağdaşmaz gibi görünen bu durumu, anlatımı zenginleştiren bir unsur olarak kullanmayı başarır Neslihan Önderoğlu. Olay akışı sırasında, yeri geldikçe, yaşanan duygu ve duruma uygun olarak bazen yol gösterici bazen kabullenmeyi kolaylaştırıcı bazen de durum tespiti yapmayı sağlayan alıntılardır bunlar. Arayışın döngüsünü sağlayan çarklardan biridir adeta bu alıntılar. Mesela ölümü kabullenmek, ölüm acısını hafifletmek ya da o acıyla yaşama devam etmek gerektiğinde, hangi zamanda ve mekanda olursa olsun, şu sözler yaraya merhem sürer sanki: “Bu dünyada ölümün ölümlüyü yok edemeyeceği bir nokta yoktur; ne gökyüzünde ne denizin ortasında ne de eğer görebilirsek, dağların yarıkları arasında…” (s.118)
Metnin içeriğini ve bütünlüğünü korumak amacıyla bu alıntıların hangisinin hangi kutsal kitaptan olduğunu belirtmez yazar. Böylece alıntılara ve dinlere değil sorunların evrenselliğine ve çok boyutluluğuna dikkat çeker; hangi inanç sistemine ve kültüre bağlı olursa olsun her insanın benzer sorunlarla karşılaştığını vurgular. Yani yazarın amacı, dini referanslarla insanları yönlendirmek değil insanlık hallerine ve bunların zamandan bağımsızlığına dikkat çekmektir. Yazar bu dengeyi sağlamada oldukça başarılıdır.
Romanın çok başarılı bulduğum yönlerinden biri de yazarın doğaya bakışını yansıtma ve doğayı anlatma biçimidir. Yazar, doğayı bir sığınak, nefes alınacak bir alan, hayatı güzelleştiren bir süs unsuru olarak görmez. Ona göre doğa, hayatın özüdür, kaynağıdır. İnsan, ancak doğa ile yakınlaştığında hatta iç içe geçtiğinde kendi özünü kavrayabilir ve varlığını tanımlayabilir; arayış döngüsünün çarklarından biri ve hatta en önemlisi doğadır. İnsan, tabiata kulak verdikçe anlayabilir kuşların, ırmakların, ağaçların dilini. Onları anlayabildiği oranda anlamlandırabilir kendi bedenini ve benliğini. Nitekim Cihan da arkadaşının daveti olan Güney Amerika gezisi yerine doğaya sığınmayı seçer yaralarını sarmak üzere. Elbette bu süreçteki en zorlu sınavı yine doğa ile olacaktır. Kolay değildir şehrin duvarları arasında yaşamaya alışmış bir insan için doğayı tanımak ve anlamak. Ancak Cihan o dili öğrenmeye çalışır ve bağ kurmayı başarır:
“Üstümdekileri tamamen çıkarıp(…) boylu boyunca yatıyorum suyun içine. Artık soğuğu hissetmiyorum çünkü suyun bir parçasıyım. Irmağın dibindeki taşlardan bir farkım yok. Taşlar sırtımda hoş bir kayganlık. Suyun akışını kesen bir kütleyim, üzerimde beyaz köpükler titreşiyor. Ağırlığım bedenimi terk ediyor. Biraz daha hafif olsam su beni alıp götürecek. Ama birlikte aktığımızı hissediyorum, saçlarım ırmak boyunca aşağı doğru hareket ediyor. Çıplağım, üzerimden dünyanın bütün yükü ve ağırlığı suyla birlikte gidiyor. Su her şeyi alıp götürüyor. Bütün unutmak isteyip unutamadıklarımız, olabilecekken olamayanlar, bir türlü olduramadıklarımız, senelerin biriktirdikleri.”(s.84)
Böylece insanın kendini doğadaki diğer canlıların dışında ve üstünde görmesindeki kibir yok olur yavaş yavaş. İnsan; zırhlarından arındıkça, silahlarını bir kenara bıraktıkça doğayla bağını güçlendirir ve tüm mahlukat eşitlenir. Doğanın acımasız kuralları tüm canlılar için aynıdır ve bu çoğu zaman korkutucudur. Bunun getirdiği görece zayıflık aslında teslimiyettir:
“Yeşil bir sinek, kendimi kaybetmemi bekliyor. Biraz sonra gözpınarlarıma yumurtasını bırakacak. Yaralarıma konup kanımı yalayacak. Ağzıma, göbek deliğime, iki bacağımın arasına. Et ve kan kokusuna(…) Karıncalar kollarıma, bacaklarıma tırmanıp burnuma, kulaklarıma dolacaklar, koltukaltlarıma tespihböcekleri, memelerime kırkayaklar.(s.126)
Ait olunan yerde, tabiatın koynundadır artık insan:
“Toprak için hepimiz aynıyız, binlerce yıldır tanışıyoruz ve o, bir gün hepimizin kendi varlığında birleşip tek bir şeye dönüşeceğini biliyor.” (s. 120)
Doğa anlatımının yoğun olduğu bölümler Hermann Hesse’nin Siddhartha adlı romanını çağrıştırdı bana. İnsan doğa ilişkisini betimleyen bölümler her iki romanda da çok güçlü ve ikisinde de aynı bütünleşme hissini yaşadım. Hesse’nin kahramanı Siddhartha, Cihan’ınkinden çok farklı bir amaçla çıkar arayış yolculuğuna ama o da çözümü doğada bulur. Çok farklı deneyimlerden sonra doğayla bütünleşir ve öğretisini anlamaya çabaladığı ırmağın sesini duydukça, dinledikçe kendine yaklaşır, yüreğindeki ağrı yatışır hatta onun nihai durağı doğa olur; Siddhartha için doğa yeni evdir. Romanımızın kahramanı Cihan da ırmağa, ağaca ve kuşların gösterisine bırakır kendini. Ancak doğadaki çetin koşullara ve buradaki yaşamın zorluğuna bir süre için göğüs gerse de burası Cihan’ın son durağı değildir Sidhartha gibi, sorunlarını çözmez elbette ama hayata bakışını tazeler, gücünü artırır ve yolunu açar:
“Şimdiye dek her geliş gidişinde,
İçinde hapis olduğum,
Duygularla duvarlanmış bu evin,
Yapıcısını aradım durdum.
Ey yapıcı! Şimdi seni buldum.
Bir daha bana ev yapmayacaksın.
Bütün kirişlerin yıkıldı, payandaların çöktü.
İçimde nirvananın suskunluğundan başka bir şey kalmadı.
Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi. “(s. 171)
Aşk, şiddet, yalnızlık, ölüm, varoluş, toplumsal bellek kavramlarını; evlilik, kutsal metinler ve doğa üçgeni üzerine oturtan çok boyutlu ve derin bir anlatıdır Yeryüzü Yorgunları. Bu çoklu yapıya rağmen hiçbir karmaşa ve anlaşılmazlık yok romanda. Cihan’ın anlatımı, sık sık geri dönüşlerle zenginleşir ve şehir yaşamının, bencilce tercihlerin, acımasız hayat koşullarının dayattığı yaşanmışlıklar şimdiki zamana bağlanır. Bu çarpıcı tanıklık, okuyucuyu empati kurmaya ve kendi döngüsünü gözden geçirmeye yöneltir. Yazarın duru ve sürükleyici anlatımı eserin bir çırpıda okunmasını sağlar. Ancak bir çırpıda tüketilecek bir roman değil kesinlikle bu eser. Herkesin üzerinde düşüneceği, feyz alacağı, özdeşim kuracağı noktalara ve farklı bakış açılarına sahip.
Yansıttığı döngünün ruhuna uygun olarak ucu açık bir sonu olan roman artık bize ait, onu kendi hikayemizle yoğurup istediğimiz gibi bitirebiliriz. Ne de olsa hepimiz hemen hemen aynı insanlık sorunlarıyla boğuşuyoruz, bir yönümüzle “Yeryüzü Yorgunu”yuz ve soluklanmak için okuyoruz.
[1] Önderoğlu, Neslihan, Yeryüzü Yorgunları, 2018, Can Yayınları, İstanbul
Yüreğine, benliğine , kalemine sağlık. Teşekkürler