“TAVAN ARASINDAKİ BUDA” *
Japonya’dan bir gemiye binip yola revan olan; genç, yakışıklı ve zengin Amerikalılarla evlenip “Amerikan rüyası” nı gerçekleştirmek hülyasıyla Amerika’ya gelen Japon kadınların trajik hikayesidir Tavan Arasındaki Buda.
Romanın yazarı Julie Otsuka, Amerika’da doğup büyümüş Japon asıllı bir yazardır. Eserlerinde Amerika’da yaşayan Japonların yaşamlarına ve sıkıntılarına yer verir genellikle. Özellikle 2. Dünya Savaşında yaşananlar, yazarın, kökleriyle bağlı olduğu Japonya ve yaşamakta olduğu ülke olan Amerika arasındaki gerilimleri eserlerine yansıtmasını sağlar. Yazar, romanın sonunda yazdığı teşekkür bölümünde, çok sayıda tarihsel kaynaktan faydalandığını belirtir ve bu kaynakları tek tek sıralar. Böylece bu çarpıcı hikayenin tümüyle kurguya dayalı olmayıp gerçek yaşamlara dayandığını öğreniyoruz.
Roman, 20. yüzyılın başlarında Japonya’dan San Francisco’ya giden bir gemideki Japon kadınların umuda yolculuk hikayesi olarak başlar. Sadece mektup ve fotoğraflara bakarak yapılan evlilik anlaşmaları, büyülü vaatler ve mahrem hayallerle sürer bu yolculuk. Kendi kültürlerinden ve alışkanlıklarından uzaklaşıyor olmaları ve yabancısı oldukları muhtemel yaşamlarındaki bilinmezliklerin yarattığı korkunun, güzel hayallerini gölgelemesine izin vermezler. Bazı tedirginlikleri ve tatlı kaygıları olsa da hepsi kendilerini güzel bir hayatın beklediğine inanır.
Belirsizlik bulutları arasında devam eden uzun ve zorlu yolculuk nihayet San Francisco limanında son bolur. Heyecanla müstakbel kocalarıyla yüz yüze gelmeyi beklerler bitmeyen anlar boyunca. Ama heyhat! Hayallerle gerçekler örtüşmez ve Amerikan rüyası ilk darbeyi alır:
” Kocalarımızı ilk gördüğümüzde onları kesinlikle tanıyamayacağımızı bilmiyorduk. İskelede bizi bekleyen yün bereli, hırpani siyah paltolu erkek kalabalığının fotoğraftaki genç adamlara hiç benzemediğini bilmiyorduk. (…) Burası Amerika, diyecektik kendimize, endişelenmeye gerek yok. Ve yanılmış olacaktık. ” (s. 18)
Beklentiler yavaş yavaş kabullenmelere bırakır yerini ve mahkum oldukları kocalarıyla birlikte bir hayat kurmaya çabalarlar. Aslında o kadar da kötü değildir kocaları, ne de olsa kendilerini seviyordur ve hayat o kadar da çekilmez değildir, avuntularıyla yerleşmeye çalışırlar yeni yurtlarına. Ancak hayatın kötü sürprizi beklentiyi karşılamayan kocalardan ibaret değildir ne yazık ki. Çoğu zaman ırkçı saldırılarla karşı karşıya kalırlar ve kendilerini kabul ettirmeleri hiç de kolay değildir.
“Kasabalarının kıyılarına yerleştik, izin verdikleri zaman. Vermediklerinde -günbatımı sizi bu topraklarda yakalamasin, diyordu bazen tabelaları – durmayıp yolumuza devam ettik.” (s.27)
Bununla da kalmaz sıkıntıları, çocukları olduğunda hem çocukları ayrımcılığa uğrar hem kendileri çocuklarıyla sorunlar yaşar. Irkçılığın evrensel bir sorun olduğu, ırkçı kötülüğün farklı toplumlarda neredeyse aynı çirkin örneklerle var olduğunu görürüz sık sık. Yok olmaya mahkum edilen, genç kuşaklar tarafından değersizleştirilen, utanılan, hatta yok sayılan geleneksel değerler, inançlar ve hatta isimler bile zaman içinde asimilasyona uğrar. Çünkü çocukların ve gençlerin kabul görmeye ihtiyacı vardır ve bunun için ne gerekiyorsa yapılacaktır.
“Kendilerine bizim seçmediğimiz ve zorlukla telaffuz ettiğimiz yeni isimler verdiler. Biri kendine Doris dedi. Bir diğeri Peggy. Pek çoğu George adını seçti. ” (s.85)
Ancak 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle zaten zor olan yaşamları çekilmez hale gelir. Kendi halinde yaşayan tüm Amerikalı Japonlara potansiyel düşman gözüyle bakılır, paranoyak zihinler hepsini Japon gizli ajanı olmakla suçlar. Sürekli tehdit edilirler, evlerine saldırılar olur, çocukları taciz edilir, çember daralır ve artık orada yaşamak imkansızdır. Amerikan rüyası kabusa dönüşür ve artık ana yurda dönüş kaçınılmazdır. Bu hazin dönüş ve geride bırakılan hayatların burukluğuyla biter roman.
“Bazılarımız ağlayarak yola çıktık. Bazılarımız şarkı söyleyerek. Birimiz tek elini ağzına kapatıp histeri kahkahalar atarak yola çıktık. Bir kaçımız sarhoş çıktık. Geriye kalanlarımız başımız önümüzde, utanç ve sıkıntıyla, sessizce yola çıktık. ” (s. 121)
Benim için kitap adları çok belirleyicidir. Hakkında hiçbir fikrim olmadan, adını ilgi çekici bulduğum için alıp okuduğum bir kitaptı Tavan Arasındaki Buda. Ama adı kadar konusu da farklı ve ilginç olan roman; emek sömürüsü, kadınlara dayatılan yaşamlar, ırkçılık ve ötekileştirme gibi bence her toplumda az çok görülen ve ne yazık ki bir türlü çözümlenemeyen sorunlara vurgu yapmaktadır. Rüyaları süsleyen, parlak jelatinlere sarılarak toplumlara sunulan ülkelerin, şehirlerin, insanların gerçek yüzlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekte, madalyonun öteki yüzüne dikkat çekmektedir.. Bu yönüyle çok beğendiğim ve başarılı bulduğum eserlerden biri oldu. Yazarın üslubu da oldukça farklı. Hep çok kısa ve tekrar eden cümlelerle örülmüş bir dili var romanın. Yaptığım alıntılarda da bunu özellik gösteriyor kendini. Yazarın bu tercihi, oldukça dramatik olan hikayeyi duygu sömürüsüne yer vermeden, neredeyse belgesel nesnelliği ile aktarmasını sağlar. Böylece hikayenin duygu yoğunluğu ile gerçeklik arasında bir denge sağlar. Yine roman boyunca yazar, 1. çoğul kişili anlatımı kullanır. Çok alışık olduğumuz bir durum değil ama “biz”dili anlatımı güçlü, hikayeyi etkili kılmış bence. Bu dil, her cümlede, kadınların ortak yazısını; yaşadıklarının tek tek kişilerin meselesi değil bir kolektif mesele olduğunu vurgular gibidir.
Çok severek okudum, hem konusu hem anlatım biçimi bakımından farklı bir roman okumak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim.
*Julıe, Otsuka, Tavan Arasındaki Buda, 2016, Domingo Yayınları