İlyas Tunç ile Dipteki Zaman üzerine bir söyleşi…
Röportaj: Melih Yıldız
Dipteki Zaman adlı kitabınızın ortaya çıkış hikâyesi nasıl başladı?
Kitabın hikâyesi benim hikâyem. Benim hikayem ise, herkesinki gibi, sonu olan bir yolculukla başlıyor. Başladığımız noktadan uzaklaştıkça duyumsadığımız kaygıyı, siz buna ölüm korkusu da diyebilirsiniz, gidermek için çoğu kez çocukluğuna döner insan. Çocukluğumuz en güvenilir mekânımızdır çünkü. Güvenirliği onun, iyi de yaşansa kötü de yaşansa, geçmişte kalmış olmasından kaynaklanıyor. Geri getiremeyeceğimiz bir geçmişi hatırlamanın gereği var mıdır? Ama bu, gereklilik değil, zorunluluktur; zihinsel olarak hayata tutunma güdümüzün yol açtığı bir zorunluluk. Kendi çocukluğumu başkalarına anlatmaktansa kendime anlatmalıyım diye düşündüm. Nostalji yapamazdım! Belirli bir zaman ve mekânda geçtiğine göre, onu anlatırken genel anlamda zamanı ve mekânı da sorgulamalıydım; hatırlayışı, unutuşu, belleği de… Okurun metinlerde bulduğu deneme tadı, sorguladığım bu kavramlar sonucu ortaya çıkmıştır diyebilirim. Yazma süreci boyunca, “Bunları ben yaşadım, bunları ben yaşadım…” diye geçirdim içimden. İnsanın yaşadıklarını hatırlaması varoluşsal bir olguymuş meğer!
Kitabınızda çocukluğunuzun ve hayatınızın önemli bir bölümünün geçtiği Ordu’daki günlerinizden bahsediyorsunuz. Çocukluğunuzun Ordu’sundan bahseder misiniz?
Ordu, o zamanlar 25-30 bin nüfuslu ufacık bir kentti. Çocukluğum Taşbaşı ve Zaferi Milli mahallerinde geçti. Menekşe Sokağına girmeden sol tarafta, Sıtkıcan Caddesi üzerinde Bağdadi bir evde oturuyorduk. Artık terkedilmiş bu tarihi Rum evi, mekânsal belleğimi taze tutan en önemli mekândır. Gaston Bachelard’ın söylemiyle ‘ilk evrenim, gerçek kosmosumdur.’ Diğer mekânlara gelince, babamın, evimizin altındaki tahta kepenkli ufacık ayakkabıcı dükkânı, Taşbaşı Kilisesi, Boztepe’nin yamaçlarındaki Cumhuriyet ve İsmet Paşa ilkokulları, Fatih Orta Okulu, Tabyabaşı, Keçiköy, Rıhtım, İskele Bahçe, Eski Vali Konağı, konağın önünde, artık yerinde yeller esen, Recai Bey Köşkü, yokuşlu ya da merdivenli sokaklar, yerine beton bloklar dikilmiş Kumluk dediğimiz alan, Fidangör mevkii, Kuğu Pastanesi, Millet Sineması, Denizciler Dondurmacısı, Sırrı Paşa Caddesi, bakırcılar, fotoğrafçılar, daha ötelerde 19 Eylül Stadı, Bülbül Deresi, halk tabiriyle Boklu Dere, üzerindeki Kemer Köprü, Tahıl Pazarı… Kitaptaki anılar 1960’lı yılların tamamı ile 1970’li yılların ilk yarısını kapsıyor. Yukarıda sözünü ettiğim mekânların hepsiyle duygusal bağım olmuştur. İlla bir sınır çizilecekse, Recai Bey Köşkü ile Taşbaşı Kilisesi arasındaki o Kumluk’tur sınır. Kumluk’ta geçen çocukluğumdan hatırladıklarımı sorarsanız; kayaların arasında yengeç yakalamak, meyve bahçelerini tırpanlamak, sümüklü dediğimiz balıkları avlamak, golibicek taşlamak ve… Evet, evet, top oynamak! Öyle güzel, öyle estetik, ama öyle de şamatalı oynardık ki sahil boyunca yürüyüş yapan insanlar, yürüyüşlerini bırakır, bizi izlemeye koyulurlardı. Hayatımın en keyifli günleri! Sonra yeni yetme yıllarımız; İskele Bahçe’de 45’lik plaklar dinlemek, ilk aşklar, ilk heyecanlar, geç vakitlere kadar sahilde gezinmek, düğünlerde Ordulu genç müzisyenleri dinlemek… Evet, evet, yine top oynamak! Bulunduğunuz yer düzse ve elinizde zıplayan bir şey varsa tekmelemekten müthiş bir haz alırsınız. Hatta, elinizdeki şey zıplamıyorsa, diyelim komşu bahçeden kopardığınız ham bir hurma ya da mandalina, onu siz zıplatır, aldığınız hazzı katlamaya devam edersiniz. Ya kırılan camlar! Hangi evlerin mi? O yıllarda çekilmiş eski Ordu fotoğraflarına bakın lütfen! Hatırlayarak algıladığımız varlığımızı sığdıracak mekânı geçmişte ararız nedense. Acaba aradığımız mekân kabuğumuz olduğu için mi? İçindeki beden değişir kabuk hep aynı kalırmış! Yalnızca çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı yaşamama rağmen varlığımı sığdırdığım biricik mekândır Ordu.
Şimdiden geçmişe baksanız Ordu’ya dair neleri özlüyorsunuz?
Yükseköğrenim nedeniyle ayrıldığım Ordu’ya Ankara’dan her dönüşümde otobüs şoförüne şöyle derdim: “Hapishane’nin önünde beni indirir misiniz?” Hapishane dediğim yer, Taşbaşı Kilisesi. Otobüs Keçiköy mevkiinden sağa doğu kıvrılınca görünürdü manzara. Sırasıyla; Gülistan Oteli, Rıhtım, Kilise, etrafında mahallemizin evleri, Recai Bey Köşkü, Halkevi Parkı, Ordu Sineması, Yalı Camii, Turist Otel, Atatürk Parkı, Ordu Lisesi, Soya Fabrikası, daha ötelerde Kurul Kayalıkları… Ordu’ya ilişkin özlediğim şey, sadece mekânlar değil. O mekânlarda yaşanan sosyal ilişkileri de özlüyorum. Yazlık sinemalarda film izlemeyi, İskele Bahçe’de çay içmeyi, komşuların anneme sabah kahvesine gelmelerini, sahildeki patika yollardan Sıtkıcan Caddesi’ne çıkmayı, hapishane avlusunda voleybol oynayan mahkûmları izlemeyi, her hafta aldığımız Fotospor dergilerini okumayı, arkadaşlarıma Karagöz oynatmayı, onların sokaktan bana seslenmelerini, Boztepe’nin yamaçlarına doğru koşmayı, aynı yamaçlardan karlı kış günleri kaymayı,… Ah, evet, bir de bol kavgalı mahalle maçlarını… Bir kenti mimarların, inşaat mühendislerin, planlamacıların, müteahhitlerin diliyle anlatamazsınız. Değiştirmeye çalışırken kabuğu kırıverirler onlar. Kırılmış kabuklarının içinde çırpınan eski arkadaşlarımın acılarını birbirleriyle paylaştıklarını, buradan, Sinop’tan duyar gibiyim.
Kitabınızda Türk futbol tarihinin önemli isimlerinden olan Lefter ile olan hikâyenizden de bahsediyorsunuz? Oysaki Lefter Fenerbahçe’yle, İstanbul’la özdeşleşmiş bir isim. Lefter’in Ordu’yla yolunun kesişmesi nasıl oluyor? Onunla olan hikâyenizden bahseder misiniz?
Lefter Küçükandonyadis, 1972-73 sezonunda Orduspor’a antrenör olarak geldiğinde ben, Orduspor Genç takımında oynuyordum. Henüz 12 yaşındayken Orduspor Spor Okulu’nda, yıllar sonra Galatasaray, Fenerbahçe ve Şekerspor’un altyapı sorumluluğunu üstlenecek olan Tamer Güney’in eğitiminden geçme şansını yakalamıştım. Topa vurmasını biliyorduk yani! Antrenman sırasında Lefter’in kaleciye attığı şutlardan biri sekmiş, top ayağıma gelmişti… Gerisi kitapta anlattığım gibi. Attığı her şutu, verdiği her bası, yaptığı her çalımı hayranlıklar izlerdim. Başka futbol öyküleri de var Dipteki Zaman’da. Lefter’le ilgili olanın son bölümü:
“Lefter’den, çalım yemek elbette bir onurdu. Topu kapma çabalarım sonuç vermeyince bildik centilmenliğini gösterecek, başımı okşayarak onu bana bırakacaktı. Sahibine yakışan bir şey, yeniyetme bir çocukta iğreti dururdu. Anlatılmaz bir sevinçle topu kendisine verdim. Onun, o topla ne yapacağını zaten biliyorsunuz. Benim ne yapacağıma gelince, attığı golleri…
– Deftere yazsam yeterdi!”
Bir dönem öğretmenliğinizin dışında yeşil sahalarda da izlediler sizi. Lefter ile anınızın futbolcu olmanıza etkisi oldu mu?
O zamanlar sahalar yeşillenmemişti. Toz toprak içinde, çamur içinde kalır, eğer kurumadıysa ertesi gün giyecek eşofman ya da forma bulmakta zorluk çekerdik. Gerçekten çok kısa bir sürede çok tantanalı bir futbol hayatım oldu. Yüksek öğrenim nedeniyle futbola erken veda ettim çünkü. Bu, futboldan ekmek yiyemeyen arkadaşlarıma göre, bir şanstı. Oysa ısırdığım elmanın tadı damağında kalmış, o tadı bir daha yakalayamamak içimde bir ukde olmuştur. Şimdi söyleyeceklerim ise, ukdemi teselliye dönüştürme çabalarından başka bir şey değil; Ordu Lisesi Futbol Takımı İl ve Bölge şampiyonlukları, Orduspor Genç Takımı Bölge Şampiyonluğu, gol krallığı, Orduspor Amatör Takımı İl, Bölge ve Türkiye şampiyonlukları, Futbol Federasyonu Kupası için Süper Lige çıkmış profesyonel kadroyla karşılaşmamız; ki burada bir parantez açmalıyım, aynı kulübün şampiyon iki takımının bir kupa için karşılaşması bakımından bu olay, sanırım dünyada bir ilkti, sonra Futbol Federasyonu’nun bizi ülkemizi temsilen Afganistan’da özel bir turnuvaya gönderişi, milli formayı giyme heyecanı, profesyonel kadroya davet edilişim, futboldan az bir miktar da olsa ekmek yiyişim, beş altı ay sonra Gazi Eğitim Enstitüsü ve Ankara yolları… Şaşırtıcı ama; bunların hepsi, 1970-75 yılları arasındaki beş yıllık süreçte gerçekleşti.
Mahallede ağabeylerimizi, stadyumda Ordugücü, Karadeniz İdmanyurdu, 19 Eylül, Yolaç, Ocak kulüplerinin maçlarını izlemekle başlamıştır bendeki futbol tutkusu. Tutkunun beceriye dönüşmesindeki payı soracak olursanız, Orduspor’da antrenörlük ve futbolculuk yapmış ustalara çok şey borçluyum; Tamer Güney, İsfendiyar Açıksöz, Lefter Küçükandonyadis, Kadri Aytaç, Bülent Eken, Raşit, Rafet, Yener, Engin, Erol, Yüksel… Onları tribünde izlemek, kimiyle, kitapta anlatıldığı gibi, kale arkasında paslaşmak, vuruşlarını, çalımlarını taklit etmek, kimiyle sahada yan yana gelmek…
Sırası gelmişken anlatayım; Necip cemal Gökalp Hocamız, ki genç ve amatör takım antrenörümüz sıfatıyla bizim kuşağımızda emeği çoktur, bir gün arkadaşlardan Ordu’daki yerel gazetelerin birinde benim şiirlerimin yayımlandığını duymuş, duyar duymaz da “Böyle bir yetenek şiire kurban mı gidecek?” diye serzenişte bulunmuş. Ben arkadaşlarımın yalancısıyım! Necip Cemal Hocam haklıymış meğer! Kıyaslamalar koşullara göre yapılır; yine de o günlerde oynanan futbolu günümüz futboluyla kıyaslayınca şimdikilerin çok daha yetenekli olduğunu söylemeliyim.
Ordu Karadeniz’in en güzel sahillerine sahip olan illerinden biri… Haliyle deniz kuşlarının da önemli bir yaşam alanı. Siz kitabınızda bu kuşlardan da bahsediyorsunuz. Özellikle karabataklardan… Bize karabataklardan, sizin yüreğinizde her zaman yeri olan deniz kuşlarından bahseder misiniz?
Hatırlıyorum da o zamanlar denizde ne kadar çok karabatak olurdu; ya da bize öyle gelirdi. Onlara golibice derdik. karabatak olduklarını İlkokul 5. Sınıf Tabiat Bilgisi kitabından öğrenecektik. Göğsündeki sarı leke dışında bu her tarafı simsiyah kuşların suya bir daldılar mı nereden çıkacakları belli olmaz. Sahilde yürüyüşlerimiz sırasında onları görünce durur, kayalara doğru iner, nereden çıkacaklarına dair birbirimizle bahse tutuşurduk. Haylazlık işte, taşladığımız da olmuyor değildi! Ha, bir de karlı kış günlerinde serçe kapanı kurmak… Elekten yaptığımız kapanın altında kalan serçeye kıyamaz, biraz okşadıktan sonra bırakırdık. Bıldırcın avlarını herkes biliyor. Ne balık ne kuş avında becerikliyimdir. İkisini de sevmiyorum. Balık tutmuşluğum çok az da olsa vardır. Kuşlara gelince, çocukken sapanla birkaç taş attımsa hepsi o kadar! Canına kıydıklarımı hatırlamıyorum. Ordu’daki Hoynat Adası, karabatakların üreme alanıdır. Söz konusu golibice bahsini konu alan öyküden başka bir de Bilge Karasu’nun Bir Ortaçağ Abdalı adlı öyküsünden alıntılarla metinler arası bir geçiş denemesi de sayılabilecek bir öykü daha kaleme aldım Dipteki Zaman’da.
O zamandan bu günlere hayatımızda birçok şey değişti; kimi yakınlarımız hayatta kimileri maalesef aramızda değil, şehirler desek günden güne değişiyor. Bu kitabı yazdığınız dönemlerdeki duygusal dünyanızdan bahseder misiniz?
Görünmez Kentler adlı kitabında kurgusal İsidora kentinden şöyle bahseder Italo Calvino: “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan bir insan bir kent arzular. (…) Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.” Ordu’da üzerine oturulacak böyle bir duvar yok. Ama eskiden, hani derler ya, bizim zamanımızda, meyve bahçelerinin taş duvarları vardı üzerine oturduğumuz. O zamanlar gençliğimizi fark edemezdik! Şimdi fark etmek için Boztepe’ye çıkmak gerek. O da nesi! Boztepe de duvarlarla kuşatılmış. Yazarken bunları düşündüm. Bunları düşündükçe hüzünlendim, hüzünlendikçe artık anılara dönüşmüş arzuların çiçek kokularını aldım; evimizin, evlerimizin pencere pervazlarından, avlularından daracık sokaklara yayılan çiçek kokularını.
Bir şehri tanımak için o şehri anlatan, o şehrin insanlarının hikâyelerini okuduğum kitapları çok seviyorum. Siz de böyle bir kitap kaleme aldığınıza göre sizin için de bu tip kitaplar çok önemli. Kültür dünyamızda böylesine çalışmaların artması ve okurunun çoğalması için neler söylersiniz?
Ortaçağ’da seyyahlar, 19. Yüzyıl’da flanör’ler, 20. Yüzyıl’ın ortalarında ise derive’ler vasıtasıyla tanırdık kentleri. Hâlâ da tanıyoruz. Ama, Marco Polo’dan beri köprülerin altından çok sular aktı. Şimdi insanlar, elindeki cep telefonlarının navigasyon sistemlerini kullanarak buluyorlar yollarını. Bir kenti tanımak için yol bulmak değil, o kentin içinde kaybolmak gerekir; caddelerinde, daracık sokaklarında, kıyıda köşede kalmış evlerinde, o evlerin birbirine komşu avlularında… O avlularda oynayan çocuklarla, çocukları seyre dalmış yaşlılarla da söyleşmek gerekir bir kenti tanımak için. Hatta, söyleşmek yetmez, o kentin eski fotoğraflarını yanınıza alıp yeni görüntülerle kıyaslamak ya da yüzleşmek de gerekir. Bit pazarına nur yağsın diye eskiye itibar etmek gerekir. Eskiye itibar etmek, kent kimliğine, kent belleğine sahip çıkmak anlamına gelir. “Çocukluk, gerçeklikten kuşkusuz daha büyüktür,” diyor Gaston Bachelard ve devam ediyor; “Bütün ömrümüz boyunca doğduğumuz eve ne denli bağlı kaldığımızı gösterme konusunda hülya düşüncelerden daha güçlüdür.” Doğduğumuz kente ne denli bağlı kaldığımızı gösterme konusunda da böyledir durum. Üst üste konmuş beton kutularda hülyalara dalmak ne kadar zor! Edebi düzlemde bizi hülyalara dalmaya davet eden; ama aynı zamanda, tarihsel düzlemde yaşanan dönemi ayrıntılarıyla ortaya çıkaran kent kitaplarını bu nedenle önemsiyorum. Söz konusu kitap okurlarının çoğalmasına gelince, bu, biraz da aidiyet duygusuyla ilgili. Küreselleşen, küreselleştikçe küçülen bir dünyada ben, hâlâ aidiyet duygumuzu koruduğumuza inanıyorum. Kötü bir şey değil aidiyet duymak; kötü olan, duyulan aidiyet üzerinden güç yaratmaya çalışmak. Kentlerin iyisi kötüsü yoktur zaten.
Ordu kadar yaşadığınız şehir olan Sinop’u da çok sevdiğinizi biliyorum. Sinop’taki anılarınızı bir araya getireceğiniz, bu güzel şehrimizi de anlatacağınız bir çalışmanız olacak mı?
Sinop’la ilgili bir romanım var: “Herkes İşinde Gücündeydi” Sinop halkının yakından tanıdığı ve onların Tarzan Kemal, benim ise Sinop’un Kemal’i dediğim bir kent figürü hakkında yarı biyografik bir roman, bir anlatı. Kent sokaklarını adım adım arşınlayan, dokunduğu her nesnede, konuştuğu her insanda kendinden izler bırakan Sinop’un Kemal’i üzerinden yazılmış bir kent romanı da diyebiliriz “Herkes İşinde Gücündeydi”ye, belki de bir güzelleme…