Serkan Türk’ü, yıllar önce Trabzon’da Ada dergisinin editörü ve yayıncısı olan genç bir şair olarak tanıdım. Özveriyle sürdürdüğü dergi uğraşı yanında Trabzon’un, Karadeniz’de önemli bir kültür edebiyat kenti olması yolunda çaba gösteriyordu. Kentte kitap fuarları, toplantı ve oturumlar düzenlemeyi üstlendi, konuk yazarlarla radyo, televizyon programları yaptı. O günlerden bu yana da şiirleri ve öyküleriyle edebiyatımızda seçkin bir yer edindi. Trabzon’u bir kültür edebiyat kentine dönüştürürken edebiyata adanmış yaşamıyla olgunluğa erişti.
“Ada” günlerinden bu yana izlediğim Türk’ün, zaman içinde şiirinde son derece yalın ama derinlikli bir çizgiye ulaştığını söylemek isterim. Her dizesi yumuşacık bir vuruşla yüreğe oturuyor;
“her şeyin bir saati var, dedi adam,
kuyuya düşmenin, kuyudan çıkmanın,
bir kalbi uzun uzun dinlemenin.
…….
Zaman dedi bir daha yetişemez geçtiği yerlere.”
Ben bu yazıda yazarın öyküleri üzerinde duracağım. Beş öykü kitabı var. Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar, Tanrının Yalnız Kırları, Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim ve Uyurgezer Bir Gölge. İkinci öykü kitabı Rüzgârlı Camlar (2008) üç bölüme ayrılmış. Camlar, Rüzgârlar, Bulutlar. Bu üç sözcük bile en baştan şiirsel bir imge oluşturuyor. Yazarın bu öykü kitabıyla kendi yazınsal kavrayışını çok sağlam biçimde inşa ettiğini görüyoruz. Üzerince durulacak yeni bir öykücü olarak parlak biçimde öne çıktığı bu öykülerde yepyeni bir bakış, yoğun, süzülmüş, ölçülü bir kurgu ve örtük anlatım ustalığı göze çarpıyor. Türk, derinlikli bir öykü evreni kuruyor. Yaşamın, yalnızca var olma tutkusunun bir biçimde yaraladığı kişilerin ince sızılarını dile getirirken şiirsel bir enerji ve zengin çağrışımlarla düne dönük suskunluk ve yalnızlık halleri çiziyor. İçe dokunan, acıtan, buruk öyküler bunlar. Sevgisizlik ve benlik yitimlerinin duygu körlüğüne neden olduğu bir dünyada küçük büyük yıkımlarla dolu anımsamalar okuru hüzün iklimine taşıyor. Hep bir değişim, kayıplar, tükeniş ve can yakıcı düşlerle gerçek iç içe ama öykülerini dile getirenlerde yeni koşullara uyma, kesinlikle olanı kabul gücü var.
Bu öykülerde bir yandan da doğanın; gecenin ve sabahın, rüzgârın, ağaçların, kayaların, kumun, çiçeklerin, dahası nesnelerin her an gözümüze değdiği yerlerdeyiz. Bütün bunlar anlatılan ya da anımsananın fon müziği gibidir. Islak tarlaların, sazlıkların, kırların, bir evin, yıkık bir merdivenin, çayırların, nehirlerin yalnızlığına ortak olurlar. Öyle anlarda devinip duran duygular ve görüntüler birbirine girer; “Eylül her şeyin rengini ayrılığa benzetir. Gün yağmurun göğsünden sızmasına aldırış etmiyor” görünür. Bellekte birikmiş özleyişler kaplar insanın içini. “Suskunluklar takvim günlerini ele geçirir.” Büyükanne elindeki elmayı soyar, “bıçağındaki yalnızlıkla.”
Serkan Türk’ün öyküleri zamanları birbiri içinde eritiyor Geçmiş, şimdi ve hayal edilen gelecek aynı anda aynı düzlemde bulunabiliyor. Böylece dünyayı, nesneleri daha canlı daha algılanabilir kılıyor, bize daha içten daha dolu bir insani bakışı anımsatıyor.
“İnsan neden en ufak şeyleri bile tutar belleğinde? İçinde sayısız oda ve ceviz sandığı… Unutmak, kuşkusuz bana göre değil,” diyor bir öykü kahramanı. Sayısız oda ve ceviz sandığı! Yazar belleğinin geniş ve güzel tanımı tam da budur belki. Serkan Türk dünyaya oradan bakıyor, ilk kez bakıyormuş gibi taze ama görmüş geçirmiş gözlerle ve öykülerine yaşamın türlü halleriyle dolu ömürler sığdırırken içimizi burkuyor.
KE.