İnsanın ölürken güzel cümleler söyleyebilecek kadar hatırı olmalı şu dünyada. Geldik-gidiyoruz davasında son bir vurucu cümleyi herkesin hak ettiği kanısındayım. Özellikle de penceresi mezarlığa bakanların…
Babam yedi çocuk, bir eş ve bir kaynananın eline baktığı, okuma yazması ilkokul beşten öteye gitmeyen gariban bir mezarlık bekçisiydi. Yıllar evvel annem beşinci bebesine hamileyken “Hayırlısı Allah’tan” diyerek köyden çıkıp binbir umut buraya gelmişler. Üç beş gün hısım akraba evlerinde süründükten sonra sekiz nüfus hane sahiplerinin belini bükünce belediyede kâtip olan büyük halamın torunu Niyazi Bey amca “Aman efendim gülüm efendim, yeğenimdir pek de temiz çocuktur. Ölülerinize sağlarınız kadar iyi bakar.” diyerek rica minnet durmuş başkanın karşısında. Başkan da biri karnında, beşi yanında, saçları iki belik anamın haline acımış “İyi madem, mezarlıktaki lojmana da yerleştiriver sen bunları Niyazi Efendi.” demiş.
Başkanın bunlar dediği ailemin mezarlık ortasındaki kaderi de işte o gün ilk ilmekle örülmeye başlamış. Annemin lojman bahsi duyunca sevinçle büyüyen gözleri evi gördüğünde gözyaşları ile nemlenmiş. Halil demiş, buraya köpek bağlasan durmaz. Babam kızmış, “Var git o zaman köye, güç anımda yanımda olmayan hiç olmasın daha iyi.” Annem tazecik, toycuk bir kız, başlamış ağlamaya “Altı bebe, bir yarım anayla beni başından mı atarsın? Sen nereye ben oraya.” demiş. İşte tam da orada yıllarca kalmışlar.
Ben evin ilk hallerini hatırlamam. O zamanlar en küçük çocuk olarak başı kabak, üstü çıplak nereye çekseler gider dururdum. Benden sonra gelen iki taneye analık yaparken büyümüşüm, farkında değilim. Bizde herkes kendinden küçüğün annesi ve babasıydı. Bu yazısız ama dilli kural herkesin birden oturup kalkmak zorunda olduğu yer sofralarında kafamıza vura vura belletilirdi. Ömer’in haylazlığından ondan büyük olanlar sorumluydu. Ya da Neriman ağlıyorsa yanına ilk Handan koşmalıydı. Annem köpek bağlasan durmaz, dediği evi köyden gelen yüklükleri, eşin dostun verdikleri, biraz da dişlerini sıkıp ikinci el pazarından aldıklarıyla ev denebilecek kadar çekip çevirmenin huzuruyla muşambadan bozma tentenin altına geçer ve evini seyrederdi. Bir kadın bir şeyi istemeye görsün önünde dağlar denizler duramazdı. İşte annem de on kişilik nüfusu şu üç göz odaya tıkıştırmanın verdiği zafer sarhoşluğu ile elini beline bağlar ve onun gözünde saray yavrusu olan lojmana baktıkça başkanın canına minnet duaları okurdu. Kaşıkla verip kepçeyle alanların canı, bu üç beş kırık duayla minnet bulacaksa hiç bulmasın, dedikçe de bana kızar; nankörlüğümden girer havailiğimden çıkardı.
Tam da bahsettiğim mevzu yüzünden biz yedi kardeş babamı pek göremeden büyüdük. Sabah ezanıyla işe başlar akşam yemeğinde eve gelirdi. Bazı akşamlar anneme “Kız Fidan bir çay koy.” diyecek kadar şanslı olur, evde çayını içerdi ama çoğu zaman eline geçen yevmiye ağırlığının onda biri etmeyen işlerde çalışmak mecburiyetindeydi. Başkan emrederdi, babam koşardı.
Ne yapayım Müzeyyen, ben okuyamadım siz okuyacaksınız.” demişti o gece. Deli gibi yağmur yağıyordu. Bardaktan boşalırcasına falan değil gök kubbeden hortum tutuyordu yağmur melekleri şehrin üzerine. Kapı önüne çıkmak şöyle dursun gök gürültüsünden, birbiri ardına düşen yıldırımlardan korkumuza cama yaklaşamadık. Tam mahşerin fragmanını yaşıyoruz derken eksik parça da tamamlandı. Başkanın zebanileri kapıda göründü. Bilmem nerede bilmem ne kayalıkları düşmüş de şehir yolu trafiğe kapanmış. E dedim, “Bundan bize ne baba? Sen mezarlık bekçisisin, yol işçisi değil.” Ama babam “Sus Müzeyyen, ayıp. İnsan ekmek yediği kaba pisler mi?”
“Ah baba ah! Ekmek yediğin kap ile köle olduğun kapı arasında sıkışıp kaldığın mengeneyi bir açsan da hakiki vazifenin mezarlıktakiler olduğunu idrak etsen…” derken babamın o yağmurda koşarak küçüldüğünü; yok olduğunu gördüm ve hırsımdan saatlerce ağladım. Kalabalık ailelerde büyük bir delik vardır ki o deliğe bir insan sığamaz. Kendimle kalacağım bir kuytu ve içimin sesini duyabileceğim bir sükutun hayalini kurarken bunun mümkün olmadığı girdabın içine çekilmekten nefret ederdim. İşte o gece sekiz farklı ağızdan seksen bin farklı cümle eşliğinde ağlayarak camın dibinde babamı bekledim. Geldiğinde edecek iki çift lafım vardı, onu bir daha asla vazifesi dışında bir ırgatlığa göndermeyecektim güya ama uykuya yenik düştü kelimelerim. Sabah ezanında endişeyle uyuyan her insan kadar ürkek bir uykunun kollarından kapı sesiyle uyandım. Onu karşımda su gibi ıslanmış bir halde görünce sadece “Bu halin ne baba?” diyebildim. Yüreğinde kötülük barındırmayan insanlara has bir gülümseyişle baktı bana. “Ne yapayım Müzeyyen, ben okuyamadım siz okuyacaksınız.” diyebildi, ağzından dökülen kelimeler kırık döküktü, yol yol dağıldı evin her yerine. Hepimizin canına battı.
Babam ayakta zor duruyordu, dişleri kontrolsüzce titriyordu. Eli ayağı mosmordu ve lanet olsun ki üzerinde kuru hiçbir şey yoktu. Annem hemen banyo kazanını yaktı, kaynar sularla yıkadı babamı. Ruhun ısınsın Halil, eyvahlar olsun Halil, dudakların mosmor Halil… diye diye ve ağlaya ağlaya…
Babam kaynar sularla ısınamadı. Zemheride yakarız, diye ayrı istiflediğimiz meşelerin sıcağıyla da ısınmadı. Ninemin hakiki koyu yünü yorganlarının altında da ısınmadı, ağzına zorla tıktığımız tarhanayla da… Babam bir daha hiç ısınmadı.
Yatağa düştüğünün ertesi Niyazi Bey amca elinde bir zarfla geldi. Babamın üstün çabasının nişanesi imiş, ömrüne bereket başkanımız göndermiş. O gece yoldaki bütün kayaları temizleyip şehri büyük bir kabustan kurtaran babam var olsunmuş; çok yaşasınmış.
Yaşamadı. Bir haftaya varmadan titreye titreye öldü. Ölmeden evvel beni yanına çağırdı. Bir yudum su istedi. Oda çok karanlıktı, perdeyi açacak oldum. “Bir şey diyeyim mi oldum olası ölülerden korkarım ben. Açma perdeleri Müzeyyen.”
siz, kelimeleriniz ve eşsiz ruhunuz…<3
Kalbinde işleyip kaleminle dokudugun satırlar yagmur gibi sinelerimizin en güzel hislerini besledi. Kıymetli elleriniz var olsun..
Şahane tam da yüreğime dokunduğu yerden❤️
Ve dolan kalem birden boşalır. Dökülür kağıda tane tane.. Ama öyle bir dolmuştur ki artık.. Her kelimede tüğleri diken diken eder.. Öyle bir içtendir ki kelimeler su gibi akar gider.. Farkına varmadan bir bakmışsın yolun sonundasın.. Bu yolun sonu güzel şeylerin başlangıcı olacak.. Tebrik ediyorum Esra hocam yüreğinizin ferahlığının mürekkebinize bulaşmasını diler başarılarınızın nice nice devamını ve bu hikayenin burda kalmamasını dilerim…
Açma Perdeleri Müzeyyen – Esra Kâhya
Okur, öyküye başlamadan önce öykünün adıyla yara almaya başlıyor. Öyle ki; yazarın bir yarası olmasaydı şüphesiz böyle derin yaz(a)mazdı…
Yazarın aynı zamanda bir öğretmen olmasından mı kaynaklı bilemiyorum, öykünün ilk cümlesinde parmak kaldırana “söz hakkı” verilmesi gerektiğini düşünüyor. Bunu öyle güzel dile getiriyor ki; ister istemez konuşmak için sıranın size gelmesi için sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Önceliğin –penceresi mezarlığa bakanların- olması gerektiğini düşünüyor. Özdemir Asaf’ın “Her şey hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler,” dizelerinde olduğu gibi…
Penceresi mezarlığa bakanlar; hiçbir konuda seçim hakkı olmayanların (kendilerine biçilmiş hayatın yaşanması gerektiğini kabullenenlerin), güldüklerinde bile gamzelerine acının ev sahipliği yapanların, sahip olduklarını bile emaneten kullananların, sessiz çığlıklarıyla ses çıkarmanın bile suç olduğunu düşünenlerin elbette önceliği olmalı. Bu tür insanlar her koşulda yaşarlar. Çünkü boşluğun her türlüsüne alışkındırlar. Göz doldurmakta üstlerine yoktur. Pencereyi her açtıklarında içlerine temiz havayı çekmek yerine boğazı düğüm düğüm olanlardır. Belki de gideni çok, geleni hiç olmayanlardır.
Öyküde öyle bir baba portresine tanıklık ediyoruz ki; yedi çocukla (Paradise and Hell ) cennet ve cehennem arasında yaşıyor. İyi olmasını dile getirmenin anlamı bile yok. Hayatının kırmızı çizgisini mezarlık belirliyor. Kronotop öğeleri açısından baktığımızda mezarlık mekân olarak seçilmiş. Hem evinin hem mezarlığın bekçisi olmak hiçte kolay bir şey olmadığının vurgusu inceden inceye içimize işliyor.
Yazar, okura öyle güzel ipuçları vermiş ki; Müzeyyen’in pencere önünde bekleyişi öyküde (negatif bir durum) belirtisini, dışarıda yağmurun yağmasıyla toprağa kavuşmanın verdiği özlemin hiç bitmeyeceğini, dışarıdan gelenin ıslaklığı en çok içerdekini hayatı boyunca yakacağını sessizce vurgulamış.
Bir baba, kızından perdeleri açmasını istemiyor. Penceredeki perde erkek egemenliği altında kadının içine kapanıklığını ve perde arkasından kadının iç dünyasından dışarıya açılmasını simgeler.
Yazarın bu düzene karşı bir davası olmalı ki; bu dava Franz Kafka’nın Dava’sını aynı zamanda Halil (baba) karakterinin mezar bekçisi olmasıyla Franz Kafka’nın Mezar Bekçisi oyunuyla birebir örtüşen anlatıya sahip olmasıyla bir anlamda karşı gelmenin özgürlüğünün ipi kaçmış uçurtma kadar tekinsiz olduğunu vurguluyor. “Her yaratıcı eylem, her şeyden önce bir karşı gelme eylemidir.” Picasso
“Ölülerinize sağlarınız kadar iyi bakar.” İnsanın içinin bir mum alevinden meşaleye dönüşmesi kadar derin yanık izi. Günümüz toplumunda insanın sırtını dönebilecek insan sayısının bir odanın dört duvarını geçmemesi ve vicdanın her gece gözlerin tavana dikilmesi kadar alabildiğince huzur içiren ansiklopedi kalınlığında bir derin cümle… Sonrasında bir ayağı topal masada, üç köşesi yalnızlık olan hayatın özetini anlatan dipnot.
“Başkan emrederdi, babam koşardı.” Belki de öykü başlı başına bir köleliğin hikâyesi. Hegel’in “Efendilik kölelik gerektirir. Kölelik efendilik gerektirmez.” Kölelik ve efendilik insanın içindedir. Ya efendisindir ya köle… Robinson Crusoe, Cuma ile efendiliğini ilan etti. Efendiler her zaman köleye ihtiyaç duyar. Hepimizin Platon’nun mağarasındaki zincirlenmiş kölelerden bir farkı yok.
Müzeyyen’in yaşamış olduğu iki türlü çatışma var. Birincisi (dış çatışma) doğa ve ötekiler. İkincisi (iç çatışma) kendisi… Babasını bekleyen bir kız çocuğunun çaresizliği bana Anar Rızayev’in “O Gecenin Sabahı” adlı öyküsünü anımsattı. Aynı zamanda Sevim Burak’ın “Pencere” adlı öyküsünü de… Okurken neredeyse aynı tadı aldım diyebilirim. Psikanalitik teori açısından öyküye baktığımızda Jung, Electra kompleksini de görebiliyoruz.
“Babam kaynar sularla ısınamadı. Zemheride yakarız, diye ayrı istiflediğimiz meşelerin sıcağıyla da ısınmadı. Ninemin hakiki koyu yünü yorganlarının altında da ısınmadı, ağzına zorla tıktığımız tarhanayla da… Babam bir daha hiç ısınmadı.”
Babasını kaybetmiş bir kız çocuğu olarak belki de beni en çok etkileyen yer bu bölüm. Gözyaşıma hakim olamadım… Çünkü ben de babamı nisan yağmuruyla son yolcuğuna uğurlamıştım. Çünkü benim babamda bir gece bekçisiydi…
Dünya Hafıza Şampiyonasında İlişkisel Bağlamalı Öğrenme metoduyla aynı sembollerin hem uyaran, hem de yanıt olarak karşımıza çıkması asla tesadüf değildir. Konuya öykü açısından baktığımızda sembollerin karşılığını anlatmaya çalışayım.
Buzdolabı – Perde
Güneş – Musluk
Network – Kova
Kalorifer – Direk
Buzdolabı (Başkan) karakteri. Ruhsuz, düşüncesiz, acıma ve vicdan denen bir şey yok. Perde, öykünün içine giydirilmiş iç gösteren bir gecelik. Güneş, bir umut beklentisi. Geçmişten geleceğe bir ışık arayışının devam etmesi. Musluk, verilen emre ya da işe sadık kalınarak iş bitiminin sürekliliği. Network, akraba ve hatır gönül ilişkisinde yapılacak işle bir bağlantı kurmak. Kova, kaybedilen babanın ardından gözyaşı dökmek. Kalorifer, babanın kaynar suyla, meşeyle, yorganla, tarhanayla ısınamaması. Direk, mezar taşı…
“Yaşamadı. Bir haftaya varmadan titreye titreye öldü. Ölmeden evvel beni yanına çağırdı. Bir yudum su istedi. Oda çok karanlıktı, perdeyi açacak oldum. “Bir şey diyeyim mi oldum olası ölülerden korkarım ben. Açma perdeleri Müzeyyen.”
Son olarak dile getirmem gerekirse, Khaled Hosseini, “Uçurtma Avcısı” romanında “Çığlık atmak istiyorsun. Becerebilsen, atacaksın. Ama haykırmak için soluk almak gerek.”
Freud, “Vaktiyle tanıdık olanın bize yabancılaşması.”
Tülay Sustam @tulayysustam
05.09.2022