Yazarlık Serisi: Eşsizlik Yazma Eyleminin Genetik Mührüdür
Yaşamda her şey eş zamanlılık üzerine kuruludur. Karşımıza çıkan, bize temas eden her şey birbiriyle bağlantılıdır. O anki versiyonumuz, motivasyonumuz ve oluşumuza göre asla tesadüf olmayan karşılaşmalar yaşanır. Aynı hafta içerisinde okuduğumuz ve izlediğimiz şeyler bir noktada birleşir ve ortaya güncel hikâyemize dair bir iskelet çıkarır. Bu haftanın konusu olan “Yazar ne yazacağına nasıl karar verir ve bu seçimi nasıl yapar?” sorusunun peşinden giderken hayat benim için bir sürü karşılaşma yarattı. Dolayısıyla bu yazının içerisinde birçok durak görecek, yazarken sahip olduğumuz tasarımın yaşamın malzemesinden nasıl bir kolaj yaptığını deneyimleyeceksiniz.
Öyleyse başlayalım…
Her insan eşsiz bir tasarıma sahiptir. Hiç kimsenin birbirine benzemediği gerçeğini göz önünde bulundurursak, insanoğlu dediğimiz şey hem muazzam bir birleşimdir hem de tükenmeyen kaosun temsilcisidir. Kimsenin birbirinin aynı olmadığı bir evrende herkesin bir diğer tasarımı anlamaya yönelik sistem geliştirmesi gerekir. Zamanın değişimini de bu denkleme eklersek, iletişim dediğimiz sınırsız kavramı her an yeniden icat etmemiz sorumlu olduğunuz bir zorunluluktur.
Evet herkesin sahip olduğu bir boğaz merkezi var, fakat herkes bunu tam kapasite kullanma tanımıyla doğmadı.
Boğaz dediğimiz merkezin içinde yüzlerce ses var, fakat herkes aynı sesleri aynı şekilde kullanmadı.
İletişim deyince aklımıza ilk olarak boğaz merkezi ve sesimiz geliyor, fakat insan evrim yolunu sadece konuşarak yürümedi.
İnsan tasarımının sınırsızlığı düşünüldüğünde, hepimiz birer iletişim yaratıcısıyız ve kimliklerimizle iletişim üretiyoruz. İşte tam bu yüzden yazma eylemi sesi şifreleyen ve içselleştiren en yaratıcı iletişim türlerinden biridir. Anlayacağınız yazarlığın en yalın mesleki tanımı, soyut ve sessiz bir şekilde iletişim kurmaktır. Bu yüzden yazar denilince insanlar içe kapanık birini hayal ederler. Çünkü yazı kişinin tek başına var edebildiği ve dışarıdaki sesi içinde kaybettiği yerdir.
Dolayısıyla yazma eyleminin kendisi tek, fakat değişkenleri var. Eylem sabit, fakat kişinin ne yazacağı sınırsız harekete sahip.
Eylem bütün, fakat kişinin yazarken yaşadığı şey tam bir parçalanma.
Peki insan nasıl karar veriyor ne yazacağına, dışarıda var olan hangi sesi hangi hikâyeyi içinde kaybedeceğine? İnsanın yazınsal seçimlerini ne belirliyor? Kendisi mi yoksa akışın getirisi mi?
Bu soru zihnimde yankılanırken “İbrahim Selim İle Bu Gece” adlı programın Buğra Gülsoy’un konuk olduğu bölümünü izledim. Buğra Gülsoy bir oyuncu ve aynı zamanda bir yazar. Şu an epey sevilen Bahar dizisinde Evren karakterini canlandırıyor. Oyunculuk hikâyesine eş zamanlı bir şekilde sözcüklerle kurduğu hikâyeyi de sürdürüyor. Programda dikkatimi çeken ilk şey, başlarda net bir iletişim kuramamaları oldu. İbrahim Selim zeminde kahkaha üretmeyi amaçlayan güncel sorularını sordu, Buğra Gülsoy ise sezgisel cevaplar verdi. Hatta birçok cevabının içerisinde sezgi kelimesini de kullandı. Yüzeyi taramak amacıyla sorulmuş sorulara kısa ve derin cevaplar verince İbrahim Selim şakayla karışık bir türlü onu anlayamadığını söyledi. Bu durum tam da biraz önce anlatmaya çalıştığım şeyin yansıması. Buğra Gülsoy sesini sezgisel bir merkezden kullanıyor. Dolayısıyla uzun uzun anlatmıyor, olanı söylüyor ve anın içerisinde gelen refleksle cevap veriyor. Hatta kendisi katıldığı birçok programda sürekli bu şekilde yaşadığını, stres kaygı ve endişe üretmediğini, çevresinin bunu bir türlü anlamlandıramadığını söylüyor. Yani boğaz merkezini pek alışık olmadığımız bir yerden, muazzam bir şekilde kullanıyor.
Peki Buğra Gülsoy bu kimlikle neyi yazmak istediğine nasıl karar verir?
Anın içerisinde sezgisel bir şekilde. Kaygı üretmeden, geleceğe sıçramadan bir anda bir hikâyenin enerjisine kapılabilir. Sezgisel bir şekilde ilerlediği için ara ara duraklamalar yaşayabilir ve o hikâyeye karşı sezgilerinin yükseldiği her an devam edebilir.
Peki yazarken nasıl bir üslup, nasıl bir iç ses üretir?
Sahip olduğu özelliklerin tezahürü olarak yine yalın, sezgisel, derin ve kısa cümleler üretir.
Olduğumuz kişi yazıya darmadağın bir şekilde düşer. Her okur parçaları kendi tasarımıyla birleştireceği için ortaya asla tanık olmadığımız kolajlarımız çıkacaktır. Hatta belki yazma eyleminin kendisi bile henüz tanık olmadığımız bir versiyonumuzdur.
James Clear “Atomik Alışkanlıklar” adlı kitabında yazar kimliğinin ilerleyen yaşlarda ortaya çıktığını ve üniversite yıllarında böyle bir özelliği olabileceğini düşünmediğini söylüyor. Alışkanlıkları tekrar ettiğimiz davranışlar örüntüsü olarak tanımlıyor ve onu bir yazara dönüştürenen zaman dilimini şu şekilde aktarıyor: “Yazarlık kariyerime başladığımda ilk birkaç yıl boyunca her pazartesi ve perşembe günü yeni bir makale yayınladım. Kanıt büyüdükçe yazar olarak kimliğim de büyüdü. Yola yazar olarak çıkmadım. Alışkanlıklarım aracılığıyla yazara dönüştüm.”
James Clear sahip olduğu tüm özellikleri alışkanlık konusu üzerinde derinleşmek için kullanıyor. Buradaki ateşleyici gücü hikâyesinden alıyor: lise yıllarında yüzüne beyzbol sopası isabet ediyor ve darbenin etkisiyle ciddi bir beyin sarsıntısı geçiriyor. Sağlığına kavuşması uzun zaman alıyor ve yaşıtlarıyla arasında bir deneyim mesafesi oluşuyor. Bu itkiyle küçük alışkanlıklar ediniyor ve yalnızca bunları sürdürüyor. Sürdürdüğü her alışkanlık bir süre sonra onun bir parçası oluyor ve onu var eden bir şey haline geliyor. Bu kitabı insanlara bu denli sevdiren şey ise yazarın net, yalın, açıklayıcı ve aynı zamanda hikâyeci bir üslupla konuları birbirine bağlıyor olması. Yani yazarın sahip olduğu eşsiz iç sesi ve iletişim yeteneği. James Clear kurgu dışı bir kitabı kurgu lezzetiyle okuma formatını icat ediyor. Yani ne yazacağına yine kendi özellikleri aracılığıyla karar veriyor. Motivasyon, iyileşme, ilerleme arzusu, kimlik edinme isteği, deneyime hazır olmak, gelişim ve anlatıcılık gibi özelliklerini kullanarak hikâyesinin onu bugüne getirişini yazıyor.
Buğra Gülsoy kurgu yazmayı tercih etmiş ve o çerçeve içerisinde kendi iç sesini şifrelemiş. Yani kendini karakterlere bölüştürmüş ve kendi olma halinden sıyırmış.
James Clear ise, kurgu dışı yazmayı tercih etmiş ve kendini apaçık bir şekilde merkeze yerleştirmiş.
Tüm bu tercihler bizi biz yapan kusursuz parçalar değilse nedir?
Yazanlar “Ne yazacağım?” sorusunun boşluğuna sık sık düşerler. Bu soru “Nasıl yazacağım?” sorusundan daha derindir çünkü yazma eyleminin başlangıç noktasını gövdesinde taşır. Yazarlar yazacakları şeyi içgüdüsel bir şekilde bilirler ve enerjilerinin büyük bir kısmını hikâyede bütünlüğü, tutarlı örgüyü tesis etmek için harcarlar. Her iki taraf da yazacakları şeyi kendi varoluş özelliklerine göre seçerler. Seçilen konu yazarın kendisinden doğduğu için otomatik bir şekilde onun biricikliğiyle mühürlenmiştir. Bu yüzden onlarca kişi aynı hikâyeyi, temayı yazsa bile ortaya bambaşka metinler çıkar. Yani yazarlar da eserleri kadar eşsizdir; önemli olan bu eşsizliği temsil eden hakiki özellikleri saptayabilmektir. İnsan ancak kendini derin bir şekilde tanıdığında yazma eylemini içselleştirebilir ve kişiselleşmiş bir davranış haline dönüştürebilir. Bu davranış zaman içerisinde sürdürülebilirlik kazandığında bir alışkanlık olarak kişiye yazar kimliği verebilir.
Ne yazmayı diliyor ve yazıyorsak oyuz.
Hangi hikâyenin buharına ve buzuna ayak basıyorsak oyuz.
Hangi sözcüklerin anlamında kendimizi kaybediyor ve buluyorsak oyuz.
Kişisel yazın tarihimizle ne olmak için var olduğumuzu bulguluyoruz.
Hayata ve ruha katkı olsun.