Berkun Oya’nın yazıp yönettiği “Kuvvetli Bir Alkış”, her şeyin başka türlüsü mümkün değilmiş gibi yaşandığı ve aktarıldığı bu dönemde bambaşka bir aktarım şeklinin mümkün olduğunu kanıtlamış. Bu çağın insanları olarak temelde şu çelişkinin içinde soluk alıp veriyoruz:
Yapılabilecek her şey yapıldı, keşfedilebilecek her şey keşfedildi, zamanın bu noktasında her şey birbirinin dönüşümlü kopyasıdır,
Fakat
Damarlarında teknolojinin iradesi ve gücü dolaşan bu zaman, keşfedilmeyi bekleyen sonsuz kâinatın yalnızca kapı aralığıdır.
Gerçeğimiz hangisi?
Bir şeyler geri dönülemez bir şekilde değişiyor mu, yoksa her şey birbirini tekrar etmek üzere aynı kabın içinde harmanlanıp duruyor mu?
Berkun Oya “Kuvvetli Bir Alkış”la şu cevabı vermiş: Her şeyin tekrar ederek birikim oluşturduğu mekanizmada bu tekrardan ne anladığımız, farklılığı yaratan çekirdektir; algı ve aktarım belki de rüyası görülen tek değişimdir. Evet yaşananlar hiç değişmiyor. Kuşak araştırmacısı olan Evrim Kuran “Z: Bir Kuşağı Anlamak” adlı kitabında zamanın tekrar yasasını anlatmak adına Sokrates’ten bir alıntı yapıyor: “Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda. Kaba bir şekilde yemek yiyorlar, saygısızlar, ebeveynlerine karşı çıkıyorlar ve öğretmenlerini sinirlendiriyorlar.” Bugün birçok insan hâlâ aynı cümlelerle Z kuşağını eleştiriyor. Zaman değişiyor fakat yaşamın özü, kavramlar ve olgular değişmiyor. Tarih akıyor fakat duygular aynı kalıyor. Hiciv sanatıyla çağın ebeveynlik stilini inceleyen dizinin ilk sahneleri işte aklıma birer birer bunları sürükledi. Otuz yıllık bir zaman dilimi boyunca ilişkilerini izleyeceğimiz Zeynep ve Mehmet, bir bebeğin ihtiyaç duyabileceği her şeyi hazırlıyor fakat tek bir şeyi unutuyorlar: sevişmeyi. Döndük mü aynı yere… Nesiller değişiyor, çocuk sahibi olma fikrinin yarattığı çılgın kontrolsüzlük ve kontrol etme çabası aynı kalıyor.
Ardından Zeynep’in hamile olduğunu görüyoruz ve çiftimiz doğumdan sonra evde geçirdikleri ilk gecenin sabahında çocuğu kaybediyorlar. Telaş yapmadan evin her tarafını arıyor ve ailelerine telefon ediyorlar. Nihayet bebeği yeniden annesinin karnında buluyorlar. Portakalda vitamin olduğu günleri özleyen ve dünyaya gelmek istemeyen Metin, üstün bir bireysellikle anne karnına dönmeyi başarmış fakat dünya orada kalmasına izin vermiyor. Her bölümde iki kez doğan Metin’in bir başka yaşıyla karşılaşıyor ve günümüzün düğümlenmiş aile yaşamına absürt bir bakış atıyoruz. Yani her şey değişiyor, ama başlangıca dönüş arzumuz ve güven arayışımız hiç değişmiyor.
Metin’in her yaş aralığında kuşakların farklı bir iletişim sorunu işleniyor. Her şeyi bilen, anlayan, sezen folik asit çocuklarının çocukluktan mahrum oluşunun lanetini, en ufak bir problemde terapiye götürülüşlerini, “ravma” kelimesiyle kol kola yürüyüşlerini, odasından çıkmayan hayalet ergenliği, haklarını bilmenin çaresizliğinde isyan eden gençliği, ilişkileri ve dünyayı analiz ettikçe kuyulara düşen henüz ermemiş zihinleri, dijital çocukların tepki stillerini anlatıyor. Bu kronolojinin tam karşısına ise kurallı ve hedefli bir kuşağın evladı olarak büyüdüğü için kendi çocuğuna özgürlük vaat eden karma kuşak koyuyor. Çocuğuyla sağlıklı iletişim kurmak için çırpınan ama sağlıksız bir ilişkinin köküne saplanıp kalmış olan, bir türlü boşanamayan, tartışma bağımlılığını iletişim türü sanan, dışı modern içi geleneksel, dışı meditasyon içi virane, dışı maske içi söylenemeyen cümlelerle dolu bir yara, anlamaya çalışırken yaralanan bir anne baba. Berkun Oya varoluşun en önemli parçası olan çatışmayı, aile-birey-toplum savaşını bizi hikâyenin dışına ata ata anlatıyor. Metin’in annesiyle yaptığı yalnızlık konuşmasından sonra bize seti, kamerayı bile gösteriyor. Kendi hikâyemizin dışında kalarak ve başlangıçta “Ne izliyorum ben?” sorusuna kapılarak, en derinden tanıdığımız parçaya yabancılaşıyoruz. Dizinin neredeyse her anında yabancılaşmanın hicvini görüyoruz. Mehmet’in yanında, içinden geçeni filtresiz bir şekilde konuşan Mehmet’le telefon konuşması yapan Zeynep, bir anda Ahu’nun baskısıyla kendini sahnede, kendi söyleşisinde bulan Metin ve anne karnındaki arkadaşı Kudret… Her parça gökten düşer gibi, her parça aniden, her parça darmadağınık bir yapboz gibi önümüze sunuluyor.
“Kuvvetli Bir Alkış” en büyük alkışı ve yorumu psikologlardan alıyor, çünkü her bölümde ebeveynlerin çocukla bağlanma stilleri konu ediliyor. Babayı dışarıda bırakan anne-oğul ilişkisi zamanla çiftleri bölüyor ve taraf haline getiriyor: realist apollonik baba, çocuğunu her şeyden koruma hayalperestliğinde diyonizyak anne. Bu insanlar zamanla taraflarını, saflarını, özlerini kaybediyor ve yalnız’ca yan yana duran iki kabuk haline geliyorlar. Çekirdek ailenin meyvesi olan çocuk yetişiyor, çürüyor ve ölüyor. Seçimsizce var olan fakat portakalda vitamin olduğu günleri özleyen her varlık, bir gün kendi yılanının ısırığıyla varlık âleminden çekiliyor. Ve dönüp dolaşıp yine annesinin karnına saplanıyor.
Sanıyorum ki Metin’in dünyasızlığı… Bu dünyaya doğmayı reddetmek, doğumu su dolu bir kese yerine annesinin bilinçaltında beklemek ve tüm bunları hatırlayıp hiçbir yere hiçbir kalbe ait olamamak bana çok tılsımlı geldi.
Peki kuvvetli bir alkış kimin kulaklarında patlasın diye yapıldı? Kuvvetli bir alkışı ortaya çıkaran eller bu pasif şiddetle kimi neyi hedef alıyorlar? Zamanın değiştirilemezliği içinde çırpınıp duran insanları mı?
Bu zamanın koşulları, koşullamaları ve imkânsızlıkları içinde hareket etmeye çalışan biri olarak bu gürültüyü iade ediyorum. Gerçekten niyet buysa, yaratıcısına kuvvetli bir alkış gönderiyorum.
Hayata ve ruha katkı olsun.
Mart 2024