Yazarlık serisinin ilk yazısında yazarlığın dış hatlarını, oluşum süreçlerini ve yaşantı içerisinde konumlandığı yeri konuşmuştuk. Konuşmuştuk diyorum çünkü yazıyı araya mesafelerin girdiği uzun soluklu bir sohbet olarak görüyorum. Biri bir şey yazıyor, bir diğeri okuyor ve yazı zihninde bir iz bırakıyor, o iz zamanla başka bir şeye dönüşüyor ve belki bir sohbetin içinde başka bir dinleyiciye ulaşıyor. Yazı ulaştığı her kişide başka bir şeye dönüşüyor çünkü içine düştüğü zihnin toprağına, o kişiye özel bir kodla, bilinmez bir tohum olarak ekiliyor. İşte bugün yazının başkalaşım sanatını ve zihnimizin içindeki bahçeleri konuşacağız. Öyleyse başlayalım.
Geçenlerde yazar George R.R. Martin’e ait bir söze rastladım: “Bence iki tip yazar vardır: Mimarlar, bir mimarın ev inşa etmesi gibi, her şeyi önceden planlarlar. Evde kaç oda olacağını, yapının nasıl bir çatıya sahip olacağını, kabloların nereden çekileceğini, ne tür su tesisatı olacağını bilirler. İnşaata tek çivi çakmadan evvel her şeyin tasarımını ve planını yapmışlardır. Bahçıvanlar ise bir çukur kazar, içine bir tohum atar ve onu sularlar. Bunun ne tür bir tohum olduğunu bilseler bile yetişecek bitkinin durumu bir muammadır. Bitkinin gelişimi hava koşullarına ve onun sulamalarına bağlıdır. Ben bir mimardan çok bahçıvanım.”
Bu anlatım içimdeki sözcüklerle ilgili alana öyle güzel yerleşti ki… Yazının ortaya çıkış süreci her zaman kişiye has bir muammadır. İster onlarca kitabı yayımlanmış bir yazar olsun ister içinden geldiği için kalemi eline almış biri olsun, insan yazmaya başladığı an kendilik kodu da işlemeye başlar. İnsan yazı esnasında deşifre olur, dünyanın içerisinde bıraktığı kırık dökük parçalarını bulur, sahip olduğu ve olamadığı tüm kimliklerine kafasının içindeki sözlükte bir yer bulur. Dolayısıyla insanın kendi sözcüklerine ulaştığı o an, disiplinler arası bir mücadeledir. Bu sebeptendir ki yalnızca yazım tekniklerinin öğretildiği yazarlık dersleri yazmaya niyet eden insanın zihin çitlerini kırmıyor, hatta bazen tam tersi bir etkiyle kişiyi yazmaktan uzaklaştırıyor.
Yazı hikâyesinde bahçıvan olmanın ruhuna inanan biri olarak öncelikle kendimizden doğacak akışa ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Yazar önce kendi hikâyesinin onu düğüm düğüm kesen noktalarını saptayacak, sonra kendi sözcüklerini bulacak ve icat ettiği cümlelerle kendisine saplanmış olan her anı yaralarından söküp çıkaracak. Evet yazma eyleminin böyle romantize edilmiş bir tanımı var çünkü bu eylem sanat terapisi çatısı altında işlev gören terapötik parçalardan biri aynı zamanda. Kişi zihnini devreden çıkararak akışta yazmayı başardığında kendi içinden çıkana çizginin dışından bakma şansı yakalıyor. Bu insanın kendisine verebileceği en öz, biricik terapi metodu değilse nedir?
Elbette mimarlık da gerekir. Fakat bu mimarlık topraktan geleni işlemek, sonra geri çekilmek, sözcükler birbirine eklendikçe devreye girmek, sonra yeniden bir köşeye çekilip bahçıvanı izlemek şeklinde bir akışa sahip olmalıdır. Yalnızca mimarlık metoduyla ilerleyen yazarlar ve bunu öğreten kişiler çok kıymetli bir yapı(t) tasarımı yapıyorlar. Bunu tümüyle başarabilmek, sistematik çalışan matematiksel bir zekânın temsilcisi olmak demek. Yaşamın işleyişindeki her alanda olduğu gibi sözcükler söz konusu olduğunda da; doğru yanlış, iyi kötü, faydalı zararlı gibi bir ölçütten bahsedemiyor, yalnızca eylemin gerçek ifadesini bulmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla yalnızca yazma eylemini çerçeveleyerek şunu savunuyorum: Sözcükler ancak özgür bırakıldığında ve kendi halinde kişinin merkezleri arasında dönüp durduğunda ortaya planlanamayacak kadar eşsiz bir şey çıkar. Bu kısım yazarın kendi doğasından ve ortaya koyduğu eserden beklentisidir. İnsanlığın eril bir mekanizmayla yapıp etmeye adandığı bu hayatta kalma çağında düzen, kaosun içinde taşıdığı alüvyonu sönümler. Yazmak hafta sonu gibi planlayabileceğimiz, yapıp kenara koyabileceğimiz bir şey değildir. Ünü dünyayı tutmuş yazarların masanın başına oturup oturup yazamadıklarını duymuşsunuzdur. Yazamama haline dair evrenin hafızasında milyonlarca anı mevcuttur. Evet insan yazdıkça sözcükleri çağırabilir fakat yazma eyleminin kendisi komutlarla değil, içsel çağrıyla çalışır.
Bu yazıyı yazdığım günlerde “Kimler Geldi Kimler Geçti” adlı diziyi izledim. İlginç bir şekilde komut ve çağrı arasında yaptığım ayrım dizinin içinde de sık sık bana göz kırptı. Dizinin ismi, afişi, senaryonun üslubu ve konusu bu hafta epey konuşuldu. Dizi, Leyla’nın uzun süredir devam eden bir ilişkiyi ve aynı evde yaşadığı Ömer’i terk edişinin ardından aşkı yeniden keşfedişini konu alıyor. Bu terk ediş önce komutlarla yer etmiş alışkanlıkların içinde başlıyor, oradan zihne yürüyor ve en sonunda duyguları ele geçiriyor. Bu akışın yansıması ilişkinin diğer tarafı olan Ömer’in içinde de yaşanıyor ve bitişin tezahürü şahibeli bir aldatma oluyor. Bu noktadan sonra günümüzde yeni türemiş olan ilişki tanımları sahneye çıkıyor ve Leyla kendinin yeni bir versiyonuyla mimar olmak ve bahçıvan olmak arasında gidip geliyor. Eski sevgilisi olan Ömer’in mimar oluşu sizce de çok manidâr değil mi?
Ömer’le kurduğu ilişki gelinen noktada tam da başlangıçta bahsetmiş olduğumuz mimarlık tanımına denk düşüyor: Bilinir olan, sistemli, mantık dizgesine göre hareket etmiş ve bir noktada duyguyu es geçmiş. İlerleyen bölümlerde ilişkinin pandemiye denk gelen sürecinde dizginleri tamamen duyguların ele aldığını duyuyoruz. İnsanlığın yaşamış olduğu küresel korkunun kendi minicik çerçevelerimizde ne büyük depremler yarattığını görmek epey etkileyiciydi. Pandemi gibi güncel bir olayı hatırlamak ve o dönemlere dönmek diziyle otomatik bir şekilde bağ kurmamı sağladı ve güncellik açısından beni yakaladı. O dönemde korkunun yön verdiği kararları eyleme dönüştürmek, yani içimizdeki mimarları devre dışı bırakmak nice kıymetli hatalar yaptırdı. Leyla ve Ömer’in pandemi döneminde aldıkları evlilik kararında uç noktada bir bahçıvan yaklaşımı görüyoruz. Sonrasında bahçıvan tamamen aradan çekiliyor ve mimar aşkın alevini sistematik bir şekilde söndürüyor. Alev arayışını Leyla’nın Şeyyaz’ı seçtiği ilk anda görüyor; şeflik, tadımlar, kayboluşlar, aniden ortaya çıkışlar şeklinde parça parça birleştiriyoruz. Sonra devreye Cem Murathan giriyor: Hissi ve gizemi bahçıvanı, geçmişi ve kimliği mimarı devreye sokuyor. Leyla’yı bölümler boyunca dönüp dolaştırıp ona bağlayan şey de işte bu birlik oluyor.
Şeyyaz planın uğramadığı, mimarsız, dolayısıyla güvensiz bir ilişki yapıtı… Bir çağrı.
Ömer tarihinde hem mimarla hem de bahçıvanla ayrı ayrı anılar biriktirmiş fakat günün sonunda derinlik kazanamamış bir ilişki yapıtı… Zamanla çağrının komuta dönüşümü.
Cem mimar ve bahçıvanı el ele tutuşturan fakat henüz ikisi arasında iletişim kuramayan bir ilişki yapıtı… Mimarı anla çağrısı, bahçıvanı hatırla komutu.
Geldik mi yazının başından beri takip ettiğimiz bahçıvan-mimar metaforunun insana dair olan her şeyi kapsadığı o sonsuz alana…
Bugünün insanı aramak üzere doğuyor, aramak üzere yaşıyor, arayışın herhangi bir noktasında ölüyor. Aramak belki de olmaya geldiğimiz tek şey. Dolayısıyla bulmak dediğimiz şeyin net bir tanımının olmadığı bu alemde, var olan her şeye dair kendimize has bir arayış geliştiriyoruz. Yazmak bunlardan biri, sevmek bunlardan biri, aşık olmak bunlardan biri, ayrılmak bunlardan biri, körelmek bunlardan biri ve daha binlercesi… Bulma, buluşma ümidini taşıyoruz fakat bulgularımızdan emin olamıyoruz. Yalnızca temel iki zıt küreyi birleyerek, mimarı ve bahçıvanı, Apollon ve Dionysos’u, aklı ve kalbi aynı beden içerisinde bütünleştirerek yaşadığımızdan emin oluyoruz. Bu gerçekleştiğinde kendiliğinden yazıyor, kendiliğinden düzenliyor, kendiliğinden son haline ulaşıyoruz.
Hayata ve ruha katkı olsun.