Şeyma Subaşı: Deneme, senaryo ve oyun yazarı, romancı, ressam ve sanat eleştirmeni John Berger, eski eserlerinden beri takip ettiğim bir yazar. Onun okuduğum ilk kitabı beni kapağıyla da etkileyen “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü” adlı kitabıydı. Berger’in yazın hayatında okurların onu ve onun naif dilini tanıması için önemli bir eser olduğunu düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Şeyma Subaşı: Ketebe Yayınları’ndan çıkan ve çevirisini üstlendiğiniz Tren Rayları ise John Berger ve Anne Michaels arasında aşk ve kayıplar üzerine bir anlatı. Aynı zamanda bu metinleri Tereza Stehikova’nın fotoğrafları süslüyor. Kitabın sonunda eserin ortaya çıkışı hakkında bir yazı var. Bu metin bir oyun olarak da sahnelenmiş. Bu orijinal eserin doğuşu nasıl gerçekleşti? Sizden de dinleyebilir miyiz?
İrem Uzunhasanoğlu: Bu aslında bir proje kitap. Türüne baktığımızda tam olarak bir yere konumlandıramayacağımız bir diyalog metin. Lakin günümüz diyaloglarının tanımının dışında kalıyor zira gündelik dilden ziyade şiirsel bir dil kullanılarak yazılmış. Bir şiir okur gibi okuyorsunuz ve okurunu her bir cümlede durup düşünmeye sevk ediyor. Proje kitaplar söz konusu olunca her zaman samimiyet duygusunu yakalamak zordur. Sanırım burada metni özgün kılan ikisinin arasındaki gerçek aşk. Aşklarını ve kavuşmalarını samimiyetle anlatıyor ve buluşmalarını da tren raylarının önemini vurguluyorlar. Bazen bir çocukluk anısıyla karşılaşıyoruz bazen nostaljik bir objeyle. Tüm bunlar da metni sahih kılıyor.
Şeyma Subaşı: Mekânın da poetikası olduğunu düşündürüyor bence bize John Berger’in kitapları. Sizce?
İrem Uzunhasanoğlu: Özellikle Tren Rayları’nda bunu çok yoğun hissediyoruz. Mekânla kurduğumuz bağlar iyi ya da kötü anılarımızın ya da travmalarımızın üzerinde yükseliyor. Bunun bireysel bellekte yer alan örneğini Anna’nın ailesiyle keşfettiği terk edilmiş bir tren rayında görebileceğimiz gibi kolektif belleğimize kaydolmuş bir savaşta kullanılan gar da kitapta yerini alıyor. Haliyle bir mekân öznel ya da kolektif bilinç üzerinde yeniden kuruluyor, yeniden var ediliyor. O açıdan kıymetli bir metin.
İrem Uzunhasanoğlu: Bu konuda söylenecek çok fazla şey var elbette. Kötü bir metin iyi bir çevirmenin elinde devleşebilirken, iyi bir metin başarısız bir çevirmenin elinde yitip gidebiliyor. Bunun birçok örneği var, edebiyat derslerimde bunları örnekleriyle uzun uzun anlatıyorum. Bir şiiri bir şairin çevirip, kendi üslubunu kattığında yepyeni bir şahesere dönüşebiliyor, bunu en iyi Can Yücel çevirilerinde görüyoruz. En klasik deyişle çevirinin güzeli sadık, sadığı da güzel olmaz derler. Çevirmen inisiyatifi ve dokunuşu çok önemli bir yer tutuyor. Çevirdiğim metinden metine değişiklik gösteriyor bu mesela. En son yaptığım bir çevirimde yazarın sentaksı sorunlu olduğu için anlam kayması olmayacak şekilde minik dokunuşlar yaptım. İyi yazarların metinlerinde genellikle böyle bir sorun olmuyor. Elinize Woolf gibi, Berger gibi usta yazarların metinleri geldiğinde bunu en özenli ve titiz şekilde çalışıp kendi dilinizde var etmeye çalışıyorsunuz.
Şeyma Subaşı: Ayşe Ece, “Çevirmenin Yazar ve Kahraman Olarak Portresi” kitabında şöyle söylüyor: Edebiyat çevirisi denildiğinde aklımıza hemen hemen her zaman farklı diller arasında yapılan çeviriler gelir. Ancak belki de edebiyatın hatta dilin kendisi de bir çeviridir. Bu yaklaşıma bir çevirmen olarak nasıl bakıyorsunuz?
İrem Uzunhasanoğlu: Dil değişen, dönüşen, güncellenen dinamik bir şey. Sabit kalmadığı için mütemadiyen onunla haşır neşir olmanız gerekiyor. Beş yüz yıl önce yazılmış bir metin çevirdiğimde bunu fark etmiştim. Dil, kültürle değişiyor, yeni felsefi kuramlarla dönüşüyor. Zaten özgün dilinden çevirmeye başlandığını anda yerel/ kültürel dokuda kayıplar oluyor. O yüzden ben sadece dile hâkim değil o ülkenin kültürüne de hâkim çevirmenlerle çalışılmasından yanayım. Benim çok az İtalyancam var mesela ancak hiçbir zaman kalkıp bu dilden çeviri yapmayı (çocuk kitabı bile olsa) hayal etmedim. Hakimiyet alanını kurmak ve orada uzmanlaşmak önemli.
Şeyma Subaşı: Meksikalı yazar Octavio Paz, “Hiçbir metin tümüyle özgün değildir, çünkü doğrudan doğruya kendisi özü bakımından bir çeviridir, der. Aynı zamanda her çeviri bir buluş sayılır da der Paz ve çevirinin/metnin biricikliğini vurgular. Yaptığınız çevirileri bu perspektiften bakınca nasıl yorumlamak gerekir?
İrem Uzunhasanoğlu: Metinlerle uğraşan insanlar şunu bilir. Tek bir metin vardır ama onu okuyan okur sayısı kadar anlamı vardır. Şimdi bir de bir İngiliz romanını alıp kendi kültürünüzde ve dilinizde, kendi kelimelerinizle yeniden var ettiniz diyelim. Roman bir dünya vatandaşıdır ancak herkesin zihnindeki karşılığı farklıdır. Ben size “köşk” dediğimde benim hayalimde ne canlandırıyor, siz ne canlandırıyorsunuz? Bir de jenerasyon meselesi var. Bir Rus ya da Fransız romanının kırk sene önceki çevrisiyle şimdiki arasında dağlar kadar fark var. Çünkü hem kelimeler dönüşmüş hem de dünya dijitalleşmiş.
Şeyma Subaşı: Pasaj serisinin dördüncü kitabı Tren Rayları. Yayınevi bu seriyle de dikkat çekeceğe benziyor ilerleyen günlerde. İlgili seriden başka hangi eserler yayınlanacak?
İrem Uzunhasanoğlu: Sorunun yanıtını ben de bilmiyorum. Okurlar yayınevinin hem bu serisini hem de diğer serilerini takipte kalsınlar derim. Benim yakın zamanda aynı yayınevinden Panenka isimli bir çağdaş İrlanda romanı çevirim çıkacak. En azından onun haberini vermiş olalım.