IŞIK ÖĞÜTÇÜ İLE BABASI ORHAN KEMAL ÜZERİNE…
“Eşe Dosta Selam,
İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…”
Orhan Kemal
Aylin Yılmazer: Cihangir’in Akarsu Caddesi’nde rastladım Orhan Kemal Müzesi’ne… Bir gün öğrencilerimle ziyaret ettik müzeyi. Orhan Kemal’in Ara Güler tarafından çekilmiş fotoğrafları karşıladı bizi ilk olarak. Sonra, yazı masası, daktilosu, mektupları, kişisel eşyaları ve kitapları… Ve tabii en küçük oğlu Işık Öğütçü…Işık Bey, bize, on üç yaşında kaybettiği babasını anlatarak müzeyi gezdirdikten sonra İkbal Kahvesi bölümüne geçip hem kahvelerimizi içmiş hem de Orhan Kemal belgeselini izlemiştik. Sonrasında pek çok defa ziyaret ettim müzeyi. Her ziyaretimde Orhan Kemal’e hayranlığım artarken Işık Bey’in anlamlı çabasını daha iyi anlamaya başladım.
Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü… Asıl mesleği kimya mühendisliği. 28 yıl Anorbis Enformasyon firmasının yöneticiliğini yaptıktan sonra firmasını kapatmış ve Orhan Kemal Müzesini kurarak üstadı geleceğe taşımayı misyon edinmiş kişi.
Işık Öğütçü: Cihangir’de iş yapmış olduğum şirketin binasını yıllar önce almıştım. Hep içimde 13 yaşında kaybettiğim babam için bir müze açma fikri vardı. Binanın olması büyük bir armağan oldu. Bu tür bir çalışmada birikimleriniz bir şeyler yaptırıyor. Bugün böyle bir binayı almak çok zor ve ben bu hayalimi 2000’de gerçekleştirdim.
Aylin Yılmazer: Müzenin işleyişi nasıl? Masraflarını nasıl karşılıyorsunuz?
Işık Öğütçü: Orhan Kemal hayatı boyunca para kazanamadı. Parasız pulsuz büyük edebiyatçı oldu. Müzemiz Kültür Bakanlığı envanterinde bulunmakta. Bu büyük yazarı hep birlikte geleceğe taşımakta bir damla hizmet vermek. Büyük kurumların yapması gereken işler bunlar aslında. Masrafı elbette çok, elektrik kullanıyoruz, personel masrafı var. Masraflar için müzeye sembolik bir ücretle girilerek ziyaretçilerimizin de ufak katkılarını sağlıyoruz
Aylin Yılmazer: Işık Bey, Orhan Kemal’in “Eşe Dosta Selam, inandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir…” sözleri hem çok anlamlı hem de düşündürücü. Bir insanın bir yazarın bir sanatçının bir ilke belirleyip sonuna kadar bu ilkeye uygun yaşamış olması ve bu kişinin sizin yakınınız yani babanız olması sizin hayatınızı nasıl etkiledi? Bu büyük bir sorumluluk değil mi? Bu sorumluluğun altından kalkabilmek için neler yapıyorsunuz?
Işık Öğütçü: 2000 yılından beri biz bu sorumlulukla adımlar atıyoruz. Şu anda Everest Yayınları bu işi başarıyla yürütüyor. Kitaplar okullarda okutuluyor, birçok baskı yapıyor. Bu sevindirici bir şey tabi… Dizisinin çekilmesi, Hanımın Çiftliği” üçlemesini ön plana çıkarttı. Orhan Kemal’i bir kere okuyanlar da vazgeçemeyecekler. Babama bir kere sormuşlar: “Orhan Bey, en hızlı yazdığınız eseri kaç günde bitirdiniz?”.
Babam, “Vukuat Var” kitabını yirmi günde yazmış. Ve daktiloyla… Üç yüz yetmiş sayfalık bir kitap. Bu nasıl bir tempodur, nasıl bir duygu selidir. “Daktilonun başına oturduğum zaman her şey bitmiştir.” diyor. Eski yazarların böyle bir özelliği var. Bazen yazıyor, beş gün ara veriyor. Bakıyorum, oturur oturmaz kaldığı yerden devam ediyor. İnsan unutmaz mı yani? Kalemiyle geçiniyordu. Çok hızlı yazmak zorundaydı. Çünkü yazdıklarıyla geçiniyorduk. İşte böyle hızlı bir tempo, böyle bir yaşam ve bu yaşamın içinde siz ayakta duruyorsunuz, kaleminizi satmıyorsunuz. Çok defa babama teklifler gelmiş, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor Orhan Bey, biraz da onları görüp yazsanız?” Babam mesajı alır, “Evet, ama çok sıkıntı çeken insanlar var, açlık, sefalet, işsizlik varken, ben nasıl pembe tablolar çizen roman yazabilirim ki?” dermiş. Ekonomik sıkıntılar Demokles’in kılıcı gibi sürekli ensemizdeydi. O kadar sıkıntının içinde ben tabii neşe kaynağıyım. Küçük çocuklar bilirsiniz düzgün konuşamaz. Bana sorarlardı: ‘Oğlum baban ne iş yapıyor?’ diye. Daktilo sesi daima kulağımda olduğu için: “Dıgıdık, dıgıdık…” derdim.
Aylin Yılmazer: Çocukluk anılarınızda nasıl bir yer kaplar babanız? Bizimle paylaşır mısınız?
Işık Öğütçü: Unkapanı’nda 12 yıl yaşadığımız bir ev var. Babam üst kattaki odasına kapanır, romanlarını yazardı. Ben de kapısının önüne gider, oynardım. Soluk almak için çalışmasını bıraktığında beni yanına çağırır; “Işık gel bak, kuş sana ne getirdi.” derdi. Çalışma odasındaki yatağının üzerinde duran siyah battaniyenin üstüne bir tane gofret koyardı. O gofreti zevkle yerdim. Çünkü o zamanlarda gofret sadece bayramlarda alınırdı ya da babam sürpriz yaptığında… Kaybettikten sonra onu incelemeye başlayınca değerini, büyüklüğünü anlıyorsunuz. 5 Mayıs 1970’te, sabah 5’te Bulgaristan’a gitmek üzere havaalanına gittiler. 2 Haziran’da ölüm haberi geldi. Vedalaşamadım, öpemedim. Tabii anlayamıyorsunuz, şok oluyorsunuz. Babanız gitti, gelecek işte… Hatta hâlâ bana bir sürpriz yapacak da Bulgaristan’dan çıkıp gelecek diye beklenti içindeyim. Değil tabii. Ama o bambaşka bir duygu.1970’in son aylarıydı. Divanda babam, ağabeyim oturuyor. Ağabeyim çok kitap okurdu. Benim de tembel, dalgacı bir yanım olduğunu biliyor, ‘Oğlum kitap oku’ diye bana nasihatte bulunuyor. Ben de okumamak için işi yokuşa sürüyorum. Babam bizi dinliyor. “Oğlum sana bir kitap söyleyeceğim onu oku.” dedi. Önerdiği kitap “İki Çocuğun Devriâlemi.” Babam çocuk ruhunu çok iyi anlayan bir insandı. Benim işi yokuşa sürmemi gördüğü için macera kitabı öneriyordu. Çocukluk yıllarındaki o heyecanı, serüven duygusunu o kitapta bulacağımı biliyordu. Böylelikle beni kitaba alıştıracaktı. Babam bütün çalışmasını evde yapardı. Cumartesi-pazar kesinlikle evde olurdu. Pazar günleri herkesin evde olmasını çok isterdi. Sabaha karşı 4-5’te kalkıp 10’a kadar yazısını yazardı. Sonrasında zamanı bize kalırdı. Hafta sonlarımız çok şenlikli geçerdi. Hep birlikte kahvaltımızı yapardık. Biraz cebinde parası varsa, “Nuriye bize bir çiğköfte yap.” derdi anneme. Annemden çok dayak yedim, babamdan bir fiske dahi yemedim. Kızmazdı bize. Beni kıramazdı. Sabahları Cağaloğlu’na giderdi. Ben gitmesini istemezdim. ‘Baba ne olur top oynayalım’ derdim. Annemi kaleye geçirirdik. Kâğıttan top yapardık. Kâğıtları yuvarlak hale getirir, iple bağlardık. Babam acayip çalımlar atar, ben yerlerde yuvarlanırdım. O çok güzel goller atardı. Bizim parasızlık dünyamızda bunlar mutluluk pırıltıları, neşe ışıklarıydı.
“Bir zamanlar gittiğimiz bir yerdi,
Otuz sene önce,
‘Keyif diye bir de şiir yazmıştım.
Şimdi orda, şişeler önlerinde
Afili, hovarda, çokluk yeniyetmeler —
Üst kat tenha, ancak beş on müşteri.
Bir kız geldi, karamela uzattı,
‘Boş ver!’ dedi arkadaşı, beriki aldı,
İki delikanlıydı.
Alan sormaya başladı:
‘Kaç yaşındasın, anan baban var mı?’
Ezberlemiş gibi
Kız anlattı.
O gün 27 mayıstı,
‘Bil bakalım 27 mayısı!’
İlk’in dördünde kız, bilemedi.
Üç masa beride, plakta ölü bir şarkı,
lssızdı çevre. Oğlan sordu, kız söyledi.
Sıkıldığını görüyordum
Hiç aralı değil gibi.
Bir nutuk çekti uzun,
Dünyadan habersiz serseri
Cıvık gözlerinde parıltılar:
‘Ne işin var senin burda gece vakti?
Ablan güzel mi? Yok para! Al karamelanı,
Çek git!’ dedi. Duydum hepsini
Yazmaya Orhan Kemal olacaktı.”
Aylin Yılmazer: Necatigil’in kitaplarına almadığı bu şiirini çok severim. Aynı yürek yüceliğine sahip olup birbirine hem benzer hem farklı yollarla çağın tanıklığını yapan iki sanatçıyı buluşturduğu için…Bu iyilik odaklı bir buluşma…Sait Faik’te, Sabahattin Ali’de olduğu gibi…Bu bağlamda babanızla ilgili neler söylersiniz?
Işık Öğütçü: Annemden çok dayak yedim fakat babamdan bir fiske dahi yemedim. Babamın bizlere bağırmasını bile duymadım. Bunun nedenini uzaklarda aramaya gerek yok. Babamın kitaplarına baktığınız zaman onun insanlara olan sevgisini görmeniz mümkün. Bırakın çocuklarına vurmayı kendi kitaplarındaki herhangi bir kahramanına bile kıyamazdı. Ben böyle bir sevgi ortamında büyüdüm. Parasızmışsınız hiç önemli değil. Size verilen sevgi ve umut sizi yaşatıyor. Babam benim için çok önemliydi. Onu genç yaşta kaybettiğim için çok üzgünüm. Keşke yaşasaydı da şu anda aklımda kalan pek çok şeyi sorabilseydim ona. Biraz daha yaşasaydı belki birkaç kitap daha yazacaktı. Biraz daha yaşasaydı ona çektiği acıları unutturacak maddi imkânlarımız olacaktı ve bir evlat olarak bundan gurur duyacaktım. Bunları gerçekleştirecek fırsatım olmadı, babam çok erken vefat etti. Annem seksen dört yaşına kadar yaşadı. Hiç olmazsa annemi biraz rahat ettirmeye çalıştık. Ama tabi babanın yeri bambaşka oluyor. Ergenlik ve gençlik yıllarında pek çok hata yapıyor insan. Size yardım edip size fikir verecek birilerini arıyorsunuz. Babamın kitapları ve eserleri bizler için çok önemli bir miras. Yazdıklarıyla zaten yaşıyor ama keşke biraz daha yanımızda kalsaydı.
Aylin Yılmazer: Işık Bey, babanızın yeni kuşaklar tarafından daha çok tanınması ve okunması için gösterdiğiniz büyük çabalar için size minnettarız. Söyleşimizi Orhan Kemal’in iyilik dolu yüreğinden damlayan dizeleriyle sonlandırmak istiyorum:
“Şarkılarını kesin radyoların
Ajanslarını açın
Şarkı mevsimi gelmedi daha.
Mendil kadar gölge
İki tutam hava
Bir lokmacık ekmek
Haram edilirken insan soyunun yüzde altmışına
Oturup balıklara acımalıyız demek!”
Teşekkürlerimle…