Siyah sekizli gelirse bitecekti.
“Nasıl da güzeldi sekiz: Böyle kolları birbirine bağlı, çizgisinde yürüdüğünde hep aynı yere geldiğin, kale gibi bir sayıydı. Diğer sayılar öyle miydi? Örneğin üç: Kolları yarıda kesilmiş, yarım kalmış bir sekizdi veya dokuz veya altı hepsi eksikti. Bir tek sekiz tamdı. Sonsuza kadar kollarının içinde dışarı çıkmadan dolanıp durabilirdin. Gerçi sıfırda öyle çizgisinden dışarı çıkmana izin vermeyen bir rakamdı ama onu yarım rakam saymak lazımdı, öyle tek başına bir halta yaradığı yoktu ki. Tuz gibi, şeker gibi bir şeydi sıfır,” böyle anlatırdı sekizi Rusya’da beraber çalıştıkları Mühendis Ali. Kemal de ondan öğrendiklerini masadakilere anlatırdı. Biraz kendi ağzından, biraz onun ağzından.
Kemal daha ilk turda elindeki taşı yere açmış ve ikinci turda da teke kalmıştı. Üstüne üstlük elinde okeyde vardı. Açgözlülük yapıyordu ama nankörlük yapmıyordu, sadece gelen şanstan biraz daha istiyordu. Bir sekizli gelecek kadar daha. Bu eli veren onu da vermeliydi. Açtığı sayı ne fazla ne azdı. Teke kaldığını anlamamaları için taşları bir arada ve sırtları görünecek şekilde ıstakanın üst katına taşımıştı. Eğer bu oyunda “okey dışarı” yaparsa hepsi biner ceza yiyeceklerdi ki bu da oyunun Kemal’de kalmasını çok zor bir hâle getiriyordu. Belki beş yüz oyunda bir gelecek bir ele sahipti. Sağ bacağını ritmik bir hâlde durmaksızın sallıyordu.
Taşın tur hızında pek bir sıkıntı yoktu, sırası gelen çektiği taşı ıstakaya koyuyor, akabinde atacağı taşı hazır ediyordu. Kimse ikilem yaşayıp bekleme yapmıyor, kendi kendine mırıldanmıyordu. Bekleme yapmak, atacağı taşta karar verememek veya gelen her taşı atmak teke kaldığının en büyük işaretlerinden biriydi. Artık bu turda geleceğini düşünüyordu siyah sekizlinin. Sıra Sinan’da idi, bir el önce kırmızı yedi atmıştı. “Demek ki eli yüksekti ve sekizi atma ihtimali pekâlâ vardı,”diye düşünüyordu Kemal. Sinan çektiği taşı ıskartaya koymadan atmıştı. Attığı siyah üçlüydü.
Hızlı çekmeyi seviyordu Kemal, hem kimse görmüyor hem de ortama bir heyecan kattığına inanıyordu. Kırmızı on iki gelmişti yerden, rengi ne olursa olsun atılması zor bir sayıydı. Altındakine açtırma ihtimali çok yüksekti. Atabileceği diğer taş ise kırmızı yediliydi, alınma riski orta düzey bir taştı çünkü o da sekiz gibi ara taştı. Düşük bir ihtimalde olsa on ikili de atılabilirdi ancak böyle bir sayı için taşları iyi takip etmek gerekirdi ve biraz önceki telefon görüşmesi nedeniyle atılan bir buçuk turdaki taşları tam anlamıyla takip edememişti. Risk almayarak yediliyi atmaya karar vermişti Kemal.
Volkan yediye göz ucuyla baktıktan sonra doğruca elini ortadaki taş destesine uzatmıştı. Volkan, Sinan’ın arkadaşıydı, yeni tanışmıştı grupla. Oyunu nasıl oynadığı bilinmiyordu. Oda kendini belli etmemişti, genelde ufak taşlar atıyor, risksiz oynuyordu. Şöyle bir bakınca pek sinsi birine benzemiyordu. Volkan çektiği taşı ıskartanın üst sırasındaki kalabalık bir taş grubunun ortasına koymuştu, ara taş çekmiş olabilirdi. Istakanın en sağında ayırdığı taşı düşünmeden atmıştı, yine küçük taştı, mavi beşliydi attığı. Şanslı mı şanssız mı bilememişti, elinde atacak küçük taşın olması ceza yememek adına şans eseriyken elin tamamının küçük taşlardan oluşması ise şanssızlıktı.
Bazen taş ilk açılışta kötü gelir ancak yerden gelen iki taş her şeyi değiştirir. Bir anda “Olmaz!” denilen oluverir, teke kalır ve sonrada biterdiniz. Siyah sekiz haricinde bir şansı daha vardı Kemal’in. O da okeydi, biri zaten elindeydi diğerini de yerden çekmek çok zor bir ihtimaldi ama o ihtimal hep vardı.
Sıra Volkan’dan Ersin’e geçmişti. Ersin hızlı oynar, eğer eli teke kaldıysa da gıkı çıkmaz sigarasını hemen yakardı. Sigarayı dudağına götürdüğünde de elleri titremeye başlar, görünmesin diye de hızlıca masanın altına indirirdi. Eğer eli kötüyse de gün görmedik küfürleri o taşlara söylediğini sessizce duyardık. Ama kendi hâlinde bir adamdı Ersin, oyun haricinde kahvede varlığı bile duyulmazdı. Nerede olursa olsun veya ne kadar yorgun “Alo! Ersin! Okeye dördüncü lazım,” der demez, soluğu kahvede alırdı.
Ersin bu oyun rahattı çünkü son iki elde o bitmişti ve çok az cezası vardı. Sıkıntı Kemal ve Sinan’daydı. Görünen o ki oyun ikisinden birinde kalacaktı. Ama Ersin’in attığı taşın Sinan’a yarayıp yaramaması çok önemliydi. Bazen iki kişi gizliden ittifak yapıp oyunu başka birine yıkmak isteyebilirdi. Olmadık şey değildi. Diğer yandan Ersinde oyun kalma ihtimalinin düşük olması rahatlıkla kolay taş atmasını sağlayacağından Sinan istediği taşı daha kolay bulabilirdi. Ersin açısından olması gereken oyunun hakkını vermek, ilerideki oyunları düşünüp Sinan’a yaranmak adına istediği taşı atmamaktı. Ersin siyah altılı atınca rahatlamıştı Kemal.
Bu durum Kemal’in geçmişini sorgulamasına, kendisini yargılamasına neden oluyordu. “Eğer yurt dışında çalışmak için bu kadar kalmasaydım şimdi oğlan annesini değil beni arıyor olacaktı,” diye düşünüyordu. İki sene diye gittiği yurt dışından yirmi senede anca gelmişti. İlk beş yıl güzel paralar kazanmış ve dönmeye de karar vermişti. Ancak önce babasının sonrada kardeşlerinin borçlarını ödeyip “E o kadar çalıştık, bari bir ev ve araba parası ile dönmeyelim mi?” deyip on beş sene daha çalışmıştı. Allah var, güzel para kazanmıştı. Yurt dışında madencilere iyi para ödüyorlardı, gidecek bir yeri olamadığından daha çok mesaiye kalmış, kaza bela aklına bile gelmemişti. Ama bedeli de ağır olmuştu. Umut’u çocukluğu ve ergenliği boyunca senede sadece iki defa görmüştü.
Umut için babasının yokluğu ilkokul yıllarında iki oyuncak arasında geçen süreydi. Annesi ve babasının her defasında “Baban sana yeni oyuncaklar getirecek, üzülme,” lafı mıh gibi çakılmıştı kafasına. Umut ilk başlarda babasının oyuncakları ile arkadaşlarına hava atarken sonra sonra oyuncaklarla konuşamadığını anlamıştı. Sonrasında gelen ortaokul ve lise, ikisi içinde kavgaların başladığı zamanlardı. Kemal, altı ayda bir geldiğinde on beş gün kalıyordu yanlarında. O on beş günde Kemal ve Umut’un sohbet ettiği zaman yarım saat bile olmuyordu. “Okul nasıl? Dersler nasıl?”Sorularının ötesine geçemiyordu sohbetleri. Durumun farkında olan Kemal Umut’u sıkıştırmaya çalıştıkça tersleniyordu. Umut’un hırçınlığı tüm iletişim yollarını kapatıyordu. Hırçınlığı zırhı olmuştu. Lise yıllarındayken yurt dışından ettiği telefonlara bile gelmiyordu. Karnesindeki notlar ortaokuldan sonra hızla düşüşe geçmişti her yıl bir önceki yılı mumla aratıyordu. Durum böyle olunca önce üniversite sınavını ardından da iş hayatını ıskalamıştı.
Kemal kesin dönüş yaptığında zaten iş işten çoktan geçmişti. Artık evin içinde Kemal ve Umut iki yabancı erkekti. Birbirini görmezden gelen bakışlar evin içinde gerilimi ister istemez artırıyordu. Umut askere gitmeden önceki son aylarda artık evi sadece otel gibi kullanıyordu. Gecenin bir saati gelip sabah kalkar kalkmaz da dışarı çıkıyordu. Evde biriyle konuşulacaksa o doğal olarak Zehra’ydı. Harçlıklarını ondan alıyor veya Zehra zorla cebine sokuşturuyordu. Garibim Zehra yıllarca koca hasreti çekmiş, döndüğünde ise hayalleri puf diye uçup gitmişti.
Ne yapacağını bilemiyordu Kemal. Yurt dışında çalışırken şirketler belirli dönemlerde çalışanlarını psikolog görüşmelerine tabi tutarlar sıkıntıları olan arkadaşlarına çözümler üretirlerdi. Birkaç soruşturmadan sonra ailecek gidilebilecek bir psikolog bulmuştu Kemal. Önce tek tek sonra birlikte yapılan görüşmelerden sonra biraz ilerleme kaydetmişlerdi. Ama belirli bir noktaya kadar gelebilmişlerdi. Psikolog “Kemal Bey, çocuğunuzla hikâyeniz yani geçmişiniz yok. Çocuk sizinle bağ kuramıyor. Eksiklik hissettiği veya başarısız olduğu her şeyde de sizi suçluyor,” cümlelerini söylediğinde Kemal beyninden vurulmuşa dönmüştü. Ortada ondan başka bir suçlu yoktu ki! Bir anda her şey anlamsızlaşmış ve berraklaşmıştı. Suçlu kendisiydi. Para için risk almanın bedeli buydu.
Ne yapsa ne söylese toparlanmıyordu veya ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Kemal oyununu oynamış hamlelerini bitirmişti, şimdi Umut oynuyordu oyununu.
Sinan sarı dokuz atmış ve Kemal’se siyah sekizliyi çekememişti. Kahveci Halim abi çayları tazelerken “Bunlar benden beyler,” demişti. Kıyak adamdı, üç tur masa hesabına yazarken bir tur da o kendinden dönerdi. Ama sadece oyun oynayanlara. Çayları dağıttıktan sonra“Kemal ne yaptı senin oğlan? Kalacak mı askerde? İstersen bizim oğlana söyleyelim arayıversin bir yerleri,”deyince bir an ne söyleyeceğimi bilememişti Kemal.“Halim abi biraz daha düşünelim diyoruz. Hani belki buralarda da nakliyecilik falan işine gireriz belki,” deyip kıvırmıştı sorunun cevabını. “Bizim küçük,senin oğlanla konuşmuş da seninki‘Babamın kararını bekliyoruz,’ demiş,”
“Babasının kararını bekliyorlarmış!” cümlesini tekrarlayıp duruyordu Kemal’in görünmeyen dili. Ayak tırnağından saç teline kadar bir coşku kaplamıştı içini, “Olsa da yanımda bir sarılsam doya doya” kıvamındaydı, yurt dışı günlerindeki gibi hissetmişti. Sürdürmek istiyordu bu anı, uzatmak için öyle boş boş önündeki ıstakaya bakarak tebessüm ediyordu. Ta ki Sinan’ın “Hadi birader çek artık taşını,” lafını duyana kadar.
Yerden mavialtılı çekmişti. Oyunu seriden erkeğe çevirebilirdi, siyah sekizliyi beklemeyi bırakıp yeşil veya kırmızı altılıyı beklemeye başlayabilirdi. Böylece şansını da artırmış olacağını düşündü çünkü bir taş beklerken şimdi iki taştan birini bekliyordu. Seriyi bozup siyah yediliyi atmıştı. Volkan büyük ihtimalle bu taşı alacaktı, ama olsun razıydı yetmiş cezaya. Bir aksilik olmaz ise bir dahaki turda okeyi vuracağını düşünüyordu.
Volkan hiç tereddüt etmeden siyah yediyi önüne çekmiş ve perini indirmeye başlamıştı. Sinan ise Kemal’in yetmiş cezasını titizlikle yazmıştı tabelaya. Volkan fena açmamıştı, oldukça yüksekti eli. Bir nevi işine gelmişti bu durum. Nihayetinde Sinan’ın açması zorlaşmıştı. Diğer yandan da elimdeki iki taşı Volkan’a işleyebiliyordu. Yerden çektiği herhangi bir işler taşta Sinan ve Ersin okey yemiş olacaklardı.
“Umut’u aramalısın,” diyordu bu seferde görünmeyen dili. Ama arayıp ne diyecekti ki? “Askerlik bitince kalma, dön gel, iş kurmak için yeterince paramız var,” diyebilirdi pekâlâ.
Sıra Sinan’a gelmiş ve atacağı taşı düşünmeye başlamıştı. Kemal sağ eliyle attığı taşları tik tik birbirine vurarak bacağının istemsiz titremesine eşlik ettiriyordu. Sinan, siyah bir atmıştı. Kemal, yerden beşli çekmişti ve ıstakaya koymadan Volkan’a ceza olarak işlemiş, okeyi de vurmuştu dışarıya. “Oğlana telefon edeceğim, bu oyun benden olsun,” deyip masadan kalkmış oyun da yarım kalmıştı. Tüm hesabı ödeyip dışarıya çıktığında ferahlamış gibi bir “Oh!” çekmişti. Boğazındaki düğüm bir şeyler yaparsa çözülecekti sanki. Arayıp aramamakta kararsızdı hâlâ. Sonra yazmak gelmişti aklına, telefonun mesaj bölümünde çoktan bir şeyleri yazıp yazıp silmeye başlamıştı bile. Parkta gelen sesler dikkatini dağıtsa da eve gitmek istemiyor, Zehra’nın kafasını bulandırmasından korkuyordu.
İLK cümleyi bir türlü kuramıyordu. Çok zor olmasa gerek, diye düşündü. Yıllarca Zehra’ya yazdığı mektuplar gelmişti aklına. Rusya’da soğuk kış aylarında koğuşlarda bulabildiği en tenha yerde yazardı mektuplarını. Parkın arkalarında tenha bir yer bulmuştu. Güneş kel kafasını yakıyordu, salıncaklara gelen iki çocuk kaydıraklardan kayıyor, küçük olan paytak paytak çıkarken merdivenleri, annesi başından ayrılmıyordu. Çocuk, annesi dokunsun istemiyordu, eliyle itiyordu elini.
Nihayet bulmuştu ilk cümlesini.