Edebiyatçı Yazar İskender Pala’nın merakla beklenen romanı İtiraf; alışık olduğumuz üzere Ocak ayının ilk haftası okuyucuyla buluştu. İskender Pala her yıl bir kitap çıkarıyor ve kendi deyimiyle “hayatı kaç kitaplık ömrüm kaldı” diye yaşıyor. Bir yılda iki bin beş yüz saatlik planlı ve disiplinli bir çalışmayla bir kitap yazabildiğini söyleyen İskender Pala, başka hiçbir işin onun önüne geçmesine izin vermeden her gün on saat okuyup yazıyorum, diyor.
İtiraf; Abum Rabum gibi bir cinayet romanı değil, bir dönem romanı. Fatih’in Konstantinopolis’i fethettikten sonra tüm dünyadaki ilim ve sanat erbabını ülkesine davet ettiği bir dönemi anlatıyor. Kitabın ana karakterleri olan Molla Lütfi ve Akbaba’nın çevresinde Hıristiyan alemi tarafından Büyük Kartal olarak anılan Fatih Sultan Mehmet, Sultan tarafından şehre davet edilen büyük alim Ali Kuşçu, Fatih’in veziri ve aynı zamanda Sahn-ı Seman medreselerinde ders veren alim Sinan Paşa, Rönesansın meşhur ressamı Bellini ve daha nicelerini görüyoruz.
Yavuz Sultan Selim’in hocası Kemalpaşazade’ye yönelttiği “Tokatlı Molla Lütfi sizin üstadınızmış. Nasıl biriydi? İlim ve fazileti herkesçe bilinirken ölümü nasıl hak etti?” sualiyle başlıyor kitap. Bunun akabinde hikayenin kötü karakteri Ornio’nun Sultan’a on beş gün boyunca anlattığı itirafıyla devam ediyor. Bu yönüyle kitap kurgu yönünden bin bir gece masallarını da anımsatıyor okuyucuya.
İskender Pala “sanat toplum içindir” görüşünü benimseyen bir yazar. Bu sebeple her kitabında topluma vermek istediği bir mesaj bulunuyor. İtiraf ta yine aynı kaygıyla yazılmış ve verilmek istenen mesaj gizli ya da açıktan hikayenin belli yerlerinde kendini gösteriyor. “Türk toplumu her bakımdan aykırılıkları ve sapmaları fazla olan bir toplum haline geldi. Bu nedenle şeytanca davrananların oyunlarına gelir olduk” diyor yazar. Bu minvalde kitaptaki Molla Lütfi karakteri ilim ve sanat ehlini temsil ederken, Akbaba karakteri içinde biriktirdiği intikam hissiyle sürekli şeytanca fikirler üreterek Molla Lütfi’yi saptırmaya, yoldan çıkarmaya çalışan kötü zihniyeti temsil ediyor.
Ana karakterler arasındaki mücadelenin arka planında Fatih döneminde İstanbul’da kurulan Sahn-ı Seman medreselerini, bu medreselerdeki bilimsel hayatın nasıl olduğunu, o dönemde diğer coğrafyalarda neler yaşandığını, Batıda başlayan Rönesans akımı ile sanatta ve estetikte zirve noktasına ulaşmış olan Doğu dünyasının buluşmasını ve ülkeler arası rekabetleri görüyoruz.
Kitapta çok dikkat çeken bir bölüm var. Fatih, veziri Sinan Paşa hakkında idam kararı veriyor. Sinan Paşa’nın suçunun ne olduğu dönemin tarih kitaplarında kayda geçmemiş fakat ulema bu idam kararına karşı çıkıyor. Hepsi toplanıp ayak divanı talep ediyorlar, bugünün acil kriz masası gibi bir şey o dönemde ayak divanını toplamak. Ulemanın sözcüsü Fatih’e şunu söylüyor; “ Siz veziriniz olan Sinan Paşa’yı idam ettirebilirsiniz, devlet işidir karışamayız lakin medreselerimizde ders veren, alim olan Sinan Paşa’yı idam ettirirseniz ülkenizi terk eder gideriz.”
Fatih gibi Konstantinopolis’i fetheder etmez ilk işi medreseler kurmak olan ve dünyaya yeni bir ruh katmak isteyen bir cihangir bu tehdit karşısında ne yapacak, geri adım atacak mı, kitabı okuyanlar bu sorunun cevabını bulacaklar. Fatih’in yazılı olmayan bir fermanı vardı. Dünyanın her yerindeki sanatçı ve bilim adamlarına, benim şehrime gelirseniz atölyeleriniz ve laboratuarlarınız burada hazır olacak. Ve hiçbir baskı altında kalmaksızın özgürce çalışmalarınızı yürütebileceksiniz, vaadinde bulunuyordu büyük hünkar.
Aslında hikayenin alt metninde verilen mesaj; Fatih’in davetinin, sanat, bilim ve kültüre verdiği önemin bugüne bakan yanında gizli. Günümüzde Dünyada kültür ve sanat üzerinden yürütülen bir savaş söz konusu. Ülkeler müzeleriyle, sanat eserleriyle, her yıl ağırladıkları turist sayısıyla ya da milyonlarca dolar hasılat yapan sinema filmleriyle rekabet ediyorlar. Biz bu rekabetin neresindeyiz. Üst üste yığılmış yirmi üç medeniyetin üzerinde yaşıyoruz. Hiçbir memleketin sahip olmadığı kadar zengin bir alt yapı ve kültürel birikime sahibiz. Bunu bugünün şartlarında ve dünya çapında bir kaliteyle sanat eserlerine dönüştürmek zorundayız. Müziğimizle, tiyatromuzla, sinemamızla, edebiyat eserlerimizle bu kültür birikimini yeni bir formda dünyaya sunabilirsek ancak o zaman lider bir ülke konumuna gelebiliriz.
Toplumun her kesimini hedefleyen bu mesajlar anlaşılır bir dil ve akıcı bir üslupla verilmiş. Okuyucu yorumları daha önceki divan şiirini anlatan İskender Pala kitaplarının aksine bu kitabı okurken hiç zorlanmadıkları hatta kitabı bir buçuk günde okuyup bitirenlerin olduğu yönünde. Bu durum yazarın kendisini ve eserini sorgulamasına da neden olmuş. “Ben yazarken sığlaştım ve çok çabuk tüketilen bir eser mi ortaya koydum, konu itibariyle mi böyle yoksa okuyucuyla gerçek anlamda buluştuk ta ondan mı böyle oldu” diye soruyor İskender Pala. Ben yazarın genç ve sadık bir okuyucu kitlesi olduğunu ve yazdığı her kitapla bu bağın biraz daha güçlendiğini düşünüyorum. Kitabın çabucak okunup bitirilmesinde yazarla okuyucu arasında kurulan bu bağın etkisi büyük.
Umarız kıymetli yazarın ömrü bereketli olsun ve her yılın Ocak ayında raflarda yerini alan İskender Pala kitaplarıyla buluşmaya devam edelim.
Kitap hakkında bir önyazı,tanıtım tadında verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz. Yazılarınızın devamını bekliyoruz.