Onur Köybaşı: Anlatmakla bitmeyen; kafası bulutlar kadar hızlı, boynunda plastik bir haçla yağmurda bütün şemsiyeleri deşip kokuşmuş bir lastikle, kopana kadar kalbini geriye geren, dünyayı güzel bir heykele çevirmek isterken her şeyi yapmaya meyilli olan, her gürültünün ona iyi geldiği, öptükçe köpüren sabun yüzüyle saf bir dansın içinde Toronto’da bir Jane!
2017-2018 yıllarına bizi onun yanına böyle hüzünlü bir coşkuyla götüren ise Jane’in yaratıcısı İsmail Sertaç Yılmaz. Hoş geldin İsmail, “Jane” isimli illüstratif şiir kitabın 160.Kilometre etiketiyle satışta, hayırlı olsun. Sohbete başlamadan önce bize eşlik edecek bir şarkı rica etsem senden?
İsmail Sertaç Yılmaz: Madem o yıllara ve Toronto’ya gidiyoruz ve Jane’i anıp özleyeceğiz, bu şiirleri yazarken sıklıkla dinlediğim şarkıyı çalalım, The Modern Love – Hospital
Onur Köybaşı: Sanırım ilk olarak 2018 yılında Voidzine Fanzinde “Jane’in Akılalmaz Kayboluşuna Şiir” adlı çalışmanla bize göz kırptı Jane, nasıl başladı kitabın oluşum serüveni?
Kitabın serüveni şöyle başladı, o dönem Toronto’dayım ve etrafımdaki her şeye inanılmaz iştahlıyım. Hava -20 derece olmasına rağmen her gün beş-on km Oldtown’da yürüyorum. Girmediğim mekân, bakmadığım köşe kalmıyor. Yine bir gün, Cristie Pits Park’tan geçip Koreatown’da bütün restoranların, cafelerin camı soğuktan buğulanmış haldeyken bir tanesine oturuyoruz ve kahvemi içerken masama Jane geliyor. Şiirde de geçtiği gibi boynunda plastik bir haç var, biz çocukken oyuncaklı sakız kutuları vardı, onların içinden çıkan dandik plastik oyuncaklara benzeyen bir şeydi bu, kenarları eprimişti haçın, neredeyse dişlenmiş. Elinde günlük gazetelerden biri vardı. Masamıza oturmak istedi, gazetesini masaya serdi ve bizimle laflamaya başladı. O konuşurken ben Jane’i hayal etmeye başlamıştım bile. Tipini Patti Smith gibi düşün, altmışlarında fakat yirmilik bir Jane burnu vardı onda. Düpedüz evsiz olamayacak biriydi, evsiz olmayı tercih etmiş biriydi karşımdaki. Aklımdan çıkaramadım, onu düşündüm günlerce, onu düşünerek ve hatta yine görmek isteyerek dolandım, aynı yerde oturdum ama bir daha göremedim. Tam bir Jane numarası işte. O “akılalmaz kayboluş” böyle başladı ve büyük aşk devam etti.
Onur Köybaşı: Jane’i okurken Wong Kar-wai’nin“Chungking Express”’i, Lâle Müldür’ün “Pol & Virginie: Yıldız Madalyalı Mektuplar” şirini aklıma getirdi. Herhangi bir benzerliği olmasıyla ilgili değil, bende yarattığı duygu benzerdi, dolayısıyla oldukça da sevdim. Sen bu süreçte nerelerden ve nasıl beslendin?
İsmail Sertaç Yılmaz: Ben Jane’i yazarken ve Jane bir imaj olarak aklımda büyürken bizzat Lale Müldür’ü de aklıma getirdi. O yüzden sana da onun ismini getirmesi beni şaşırtmadı. Türkiye’de Jane kim diye sorsaydın sana Lale Müldür derdim. Bu süreçte ben bir önceki yanıtımda belirttiğim gibi Jane’e aşık olmuştum, yaşlanmış ve hayattan neredeyse kopmuş, aklı belki de uyuşturucudan, açlıktan pek de yerinde olmayan bu kadın beni hayatıyla sarhoş etmişti. Tabii biliyorsun, bir illüzyon bu, benim gördüğüm, hissettiğim, gittiğim yer bu. Bu şiirlerde de o duygudan beslendim, o tutkuyu aktarmaya, onunla bu çalkantılı aşkı yaşamaya çalıştım. Müzik dinledim, içki içtim, pazarları gündüz barına gidip jazz dinledim, -20 derecede Jane’i özleyerek dolandım. Bir ülkeden göçme hikâyem o yıl Toronto’da Jane’i arayarak ve şiirlerini yazarak geçti.
Onur Köybaşı: Jane kitabın bir diğer karakteri James, James’in bütün organlarından müthiş bir duygu ve hayranlıkla hatta bence modern bir takıntıyla Jane’i okuduk. Peki sence Jane, James’i bize nasıl anlatırdı? İtiraf etmeliyim ki Jane ile de bir röportaj yapmak isterdim. Evsizlerin süperstarı gibi çünkü:☺
James’in hikâyesi çok kötü, James bir piç, yetim biri olarak inşa edildi. Hayatını bir şekilde rayına sokmuş ve Jane’e adamış kendini. Hani şu herkesin bağımlılığından kurtulmak için kurduğu yuvarlaktaki kurtulan tek kişi James. Ne işlerde çalıştı. İnşaat, bulaşık, bekçilik, vale, kargoculuk… Berbat bir serüveni var. Jane evsizlerin superstar’ı doğru ama James de bir suburb rock star’ı. 🙂
Onur Köybaşı: Kitaptaki resimlediğin çalışmalar harika, şiirlerle beraber mi ortaya çıktılar yoksa şiirlerden önce ya da sonra mı, nasıl gelişti?
Teşekkür ederim. Şiirler bitmişti fakat şiirleri yazarken gözümün önünde canlanan, içinde yaşadığım görsel bir dünya vardı. Bir palto gördüğümde işte bu Jane paltosu derdim. Bu ayakkabıları Jane atmıştır sokağa, bu abajur Jane’in sevdiklerinden… Bunun üzerine çizmeye başladım, şiirleri okurken Jane’in önüme gelen hallerini, gördüklerimi, James’le ikisinin o küçük, hızlı dünyasını aktarmaya çalıştım. Bazı görüntüler gerçek, Toronto’da gördüğüm, girdiğim dükkânlar, barlar hatta. Şiirleri öylece bırakmak istemedim, çizdim. Şimdi olsa başka çizerdim sanırım ama değiştirmedim, yıllar önce nasıl çizdiysem öyle kaldı.
Onur Köybaşı: “Bazen unutuyorum bu boşluğu / aynada dimdik durmanın da bir resim olduğunu” diyorsun, ben bu dizelerden yola çıkarak şunu sormak istiyorum sana: aynada dimdik durmayı unuttuk mu, kendi resmimizi kaybetmeye başladık mı sence?
Unuttuk. Unutuyoruz kim olduğumuzu. Unutuyoruz nasıl yaşamak istediğimizi. Bütün gün sokakta yalan söyleyip evde bir kere aynaya bakıyoruz işte, bitti. Müthiş bir delik insanın kendini görmesi, bunu kaçırıyoruz. Aynada kendimi gördüğümde, vay canına diyorum, hiçbir şekilde varamayacağım biri.
Onur Köybaşı: Şiir yazmak dışında Mart 2019’da kurduğun small press The Poet House ile illüstratif odaklı yaratıcı yayımcılık yapıyorsun ve ayrıca illüstrasyon çalışmaların da var. Böyle çok yönlü olmanın altında ne var sence? Sadece bir şeyi yapmak meselelerimizi anlatmaya yetmiyor mu? Bunların hiçbiri olmasaydı nasıl anlatırdın derdini?
Çocukluğumdan beri var bunlar benim hayatımda, şiir, çizim, yayıncılık. 2019 senesine gelince artık bunlardan başka hiçbir şey yapmayacağım dedim kendime. Bir mesele anlatma çabası değil benim yaptığım, şiirleri resimlediğimde işte beni şimdi daha iyi anladılar diye düşünmem. Seni daha iyi anlayabilecekleri bir seçeneği her şekilde bulursun ama şu bir gerçek ki seni asla tam olarak anlamazlar. Bu şekilde, anlaşılma dürtüsüyle hareket eden biri de değilim. Ben şiir yazmaya başladım çünkü çok sıkılıyordum. Ben çizmeye başladım çünkü çok sıkılıyordum. Ben The Poet House’u kurdum çünkü artık çok sıkılmıştım. Bunların hiçbiri olmasaydı, turnelere bayılırım, turneye çıkmak isterdim. Hiç turneye çıkmadım.
Şiirin sözcükleri vardır, bu yeterlidir. Çizim, müzik ya da başka diğer sanatların şiire katılması sadece başka bir evrendir, buna yeteneğin varsa sunmak istersin ya da istemezsin. Şiirin sözcüklerden yapılma bir şey olmasını çok seviyorum.
Onur Köybaşı: Unutmaya ya da unutmamaya özen gösterdiklerin neler? Aslında tam olarak hatırlamakla ilgili derdin var mıdır?
Önceden vardı. Şimdi yok, unutmayı, yeni yolu çok seviyorum.
Onur Köybaşı: En çok nelerden sıkılıyorsun bugünlerde ve en son okuduğun şiir kitabı?
Ben çok sıkılan biriyim. Beni her şey sıkabilir, oturmaktan sıkılır ayağa kalkarım. Ben uykudan bile uyumaktan sıkılarak kalkarım.
Pablo Neruda – Evrensel Şarkı
“Buradalarmış gibi onlara seslenmeliyim
Dostlar, savaşımızın bu topraklarda
sürüp gideceğini bilin.”
Pablo Neruda, Evrensel Şarkı, syf 270, çeviri: Adnan Özer, Can Yayınları
Onur Köybaşı: Ve son olarak: Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar beyler diye anons geçiyor, durum çok ciddi. Çantanı hazırlıyorsun bir yandan gidiyoruz artık. En son ne bırakmak isterdin dünyaya?
Ben atıyla beraber gömülmek isteyenlerdenim.