“Şuna baksana bi, her yeri ayrı oynuyor!”- Yalandırıkçı elini masanın üzerinden uzatıp göğsümü dürteleyerek kikirdiyor. Kadehlerimizi yenice kaldırmış, tokuşturacağız ve birden geri alıyor elini. Arkama dönüp bakıyorum. Sokakta, bizim buralarda dedikleri gibi, etlice butluca, güzel bir taze hızlı adımlarla, dimdik önüne bakarak geçiyor. Yüzündeki gülücük açmış, durmuş kalmış öylece. Yalandırıkçı ile oturduğumuz çardağa başını kaldırarak selam veriyor, gülücük öylece duruyor yüzünde. Aslında bugünlerde köyde gülümsemeyen kaldı mı ki? Şu rakı zamanı köy halkının tamamı çakırkeyif! Her iki kazan da geceli gündüzlü kaynıyor; göynümüş meyve, turşu ve taze rakının birbirine karışan ağır, mayhoş ve baş döndürücü kokusu köyün üzerine dalga dalga yayılmakta. Köylüler yüksek sesle konuşuyor, yaz yanığı tenlerinin altından rakının allığı vuruyor yüzlerine ve kime, nereye giderseniz gidin rakı ikram ediliyor.
“Haydi, hoş geldiin! Ve seneye de görüşürüz kısmetse!”- diyerek kaldırdı kadehini Yalandırıkçı. “Şimdi bunu bi tat, sonra ötekinden koyacağım. Gani gani meyve oldu bu yıl, çok rakı çıkardık ve hep meyvenin iyisinden, ancak üzüm boğması adeta merhem, merhem. Akşam içip yattın mı, sabah omuzlarında kanat biter, yürümeyi bırakır uçarsın, uçarsın! Kayısı rakısıysa tatlıdır, başladın mı güç bela bırakırsın, mezesi de aylaklık ister, zamanın olacak… Bak, bak, şu gene geçiyor!”
Genç kadın kolunda bir sepet, yürüyor, bu kez selam vermiyor, bakmıyor bile çardağa ancak yüzündeki o gülümseme yerli yerinde ki, şöyle dürtüversen kahkahayı basacak.
“Bu boş sepeti oraya buraya gezdirip durmasının sebebi var elbet. – kırıyor kaşını Yalandırıkçı, kart bir çapkın gibi. Ve koyuluyor anlatmaya:
Akşam üzere kazanın kaynadığı ocağa uğradım. Sundurmanın altına girmeden bakıyorum, ne göreyim: Milanka ateşi üflüyor, Mitka Paşkulev yanı başında, ayakta rakısını yudumluyor. Milanka doğruldu, Mitka’nın rakısından bir yudum çekti ve şöyle dedi: “Dokuz sularında rakı kaynamış olur, gelirim samanlığa.” Geri çekildim ve öteki kazana gittim. Erkeklerle oturduk biraz, içtik, lafladık, saat dokuzda soluğu Milanka’nın samanlığında aldım. Girdim. Kapıyı açık bıraktım, demir yabayı elime kaptığım gibi sesimi değiştirerek bağırdım: “Çık bakalım, çık da sana el alemin gelinlerini yoldan çıkarmak nasıl oluyor göstereyim! Mitki misin nesin, saplayayım şu yabayı da gör! Yürü!”. Mitka sindi, sonra bir hızla fırlayıp duvara çakıldı. Zavallı, korkudan kapıyı ıskalıyordu. Hu bree, diyerek yabayı kıçına batırıverdim hafiften. Bu kez de öteki duvara vurdu kendini, nihayet düşe kalka kapıyı buldu. Çit, duvar, avlu demeden tabanları öyle bi yağladı ki, çitleri inildetti peşi sıra, dersin ki avlulardan tank geçmiş.
Samanların arasına ilerledim ve ne gördüm dersin- yatacık yapmışlar Milanka ile, sıcacık, yumuşacık, yuva gibi. Dünden olamaz bu yuva dedim kendi kendime, o yüzden Milanka böyle kurumlu ve burnu havalarda dolaşıyor. Uzandım, beklemeye koyuldum. Nice sonra kapı gıcırdadı, Milanka girdi. Pşşşt, pşşşşt -diye seslendim samanların içinden. Kapıyı mandalladı ve tıpış tıpış- doğruca yanıma. Ateşi de bulunmasın, dedi, sönmeye yüz tutmuştu, kazan da o yüzden gecikti. Rakıyı eve taşıyana dek bu vakit oldu! Ziyanı yok, yok bişey, diye fısıldıyorum ben ve ellerini kavrıyorum kıskıvrak. Dur helee, aç kurt gibi atlıyorsun, diyor. Dur, şu çergeyi yayayım, sap saman yapışmasın üstüme. Boşver, boşver, diyorum, uzan yanıma!
– Biraz içtiğimden midir ne, bir başka geliyorsun gözüme bu akşam.- diyor bir ara Milanka.
– Hep aynıyım. Başka biri olmadım ya.
– Yo, yoo. Bi başkasın bu akşam ve her şeyciğin de farklı ama bu halini daha çok beğeniyorum.
Kumru gibi sokulup, şeker gibi eriyor kollarımda yavrucak. İyi ama hadise bittiğinde bir de yüzümü okşamaya kalkmaz mı?!
- Ne zamandan beri bıyığın var senin?“ – kalbi elimin altında tup tup atıyor.
- Yeni mi fark ediyorsun?
Yahu, tir tir titriyor koynumda tazecik, soluk alamıyor. Kalktı, üstünü başını silkti ve kaçtı. Ben biraz daha oturdum samanların içinde, sonra ben de çıkıp gittim.
Ertesi gün ne yapıp edip gözümü Mitka Paşkulev’in üzerinden ayırmadım. Bakalım samanlığa gidecek mi… Gidecek, sıkıysa. Adamı korku sardı bir kere, tuzak kurulacağını da kestirebiliyor, yaklaşır mı samanlığa? Onun yerine gene ben gittim. Sokuldum yuvaya, beklemeye koyuldum. Önceki akşamki gibi- kapı gıcırdadı gene, Milanka girdi: Pşşş, pşşşş!– dedim ben ve hoop, yanıma geldi. Olanlar oldu ve bu tekrar bıyıklarıma takıldı.
- Hayret bir şey! Onca zaman bıyıkların olduğunu fark etmemişim… Kör müydüm ki ben?
- Aşk insanı kör edebilir.
Bıyıklarımı kurcalıyor, yüzümü elliyor, saçımı okşuyor, karanlıkta tanımaya uğraşıyor beni. Sonunda gene ürktü bu ve kaçtı. Ertesi akşam- aynı şey. Her akşam olup bitenin ardından kaçıyor, her keresinde istisnasız geliyordu samanlığa. Kışa kadar böyle sürüp gitti. Havalar soğudu ve kocacığı izne döndü. Başka bir sıcak yerceğiz bulayım, dedim. İstemedi. Aydınlığa çıkmaktan korkuyor, hep ilk o terk ediyor samanlığı. Neyin nesi, kimin fesi olduğumu sormaya yanaşmıyor. Ben de pas tabi. Halen böyle sürdürüyoruz. Kim olduğumu bal gibi biliyor bilmesine. Samanlıktan çıkışımı gizlice izlemiş olmalı, görmüştür kim olduğumu. Gündüz gözüyle, aydınlıkta, birbirimizi tanımıyoruz. Selam, iyi günler. O kadar. Ancak gülümser, az önce olduğu gibi, o kadar…”
Tüm rakı çeşitlerini tatmış, vedalaşmak için ayağa kalktığımda hava iyice kararmıştı. Arabaya binmeden Yalandırıkçı elini omzuma atatark:
“Yalan bu dünya, yalan ve yalansız yaşanmaz, böyle bil!”- dedi.
Kendisini tanıdım tanıyalı ilk defa bir anlatısını öğütle bitiriyordu Yalandırıkçı. İhtiyarlamıştı, ya da bu akşam ihtiyarlamaya başlamıştı.
Bilgeler ihtiyar adamlardır.