2021 yılında ilk baskısı yapılan kitaplardan hepsine ulaşmam ve onları okumam elbette mümkün değildi. Fakat bazıları ile bir şekilde yolumuz kesişti. Selamlaştık, oradan buradan konuştuk, o beni anladı ben onu anladım. Bu ne kadar mümkün olur takdiri size bırakıyorum. Şimdi bu kitaplardan birkaçı hakkında neler düşündüğüme gelelim.
İlk olarak bahsedeceğim “Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme”
Barış Bıçakçı’nın on dört öyküsüne yer verdiği 2021 baskılı kitabımız. Barış Bıçakçı ile tanışmam “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” ile oldu. Daha sonra filmini de seyrettiğim bu kitap derin ruh çözümlemeleri ile beğenimi kazanmıştı. Biliyorum çok klişe bir tabir. Ama bu iki orta yaşlı adamın kendilerine emanet edilen genç bir kıza olan duyguları ve bunların ifade biçiminin ustalığını başka nasıl anlatırım bilemiyorum. Kitabı bitirince yazarın sosyal medyada fotoğraflarını aradım- nedense okuduğumuz yazarı illaki görmek isteriz-ama bu bir hayalet yazardı. Hatta itiraf edeyim ilk etapta filmdeki oyunculardan birini yazar zannedip izledim filmi. -O anki kafamı gerçekten merak ediyorum- Oyuncuların adına bakmak aklıma bile gelmedi. Tabi daha sonra gerçeği öğrenince bu, hayalimi ele avuca sığacak maddeleştirme çabalarım da sonuçsuz kaldı. Bir kitap uygulamasında yazarın belki de ortalıkta görebileceğimiz tek fotoğrafına rastlayınca filmdeki oyuncuyu yazar sandığım ve çok da uygun bulduğumdan size saçma gelmesi muhtemel okuyucu fantezisinden bir türlü kurtulamadım. Barış Bıçakçı denince hafızamda yer eden görüntü değişmiyor maalesef. Yazarın son kitabına gelene kadar Sinek Isırıklarının Müellifi, Seyrek Yağmur da olmak üzere üç kitabını okumuştum. Bir yazarı bir kitabıyla tanıyamayacağımı bildiğim gibi bir yazarı, yazdığı bütün kitaplarla tanıyamayacağımı da bilirim. Kimsenin kimseyi tanıyamadığı dünyada kurgusal gerçekliğine hayran olduğum birinin bütün kitaplarını okusam da aramızdaki en kısa mesafe (!) hiç kapanmayacaktır. “Dili çok iyi, üslubu şahane, öyle böyle değil…” gibi artık klasikleşen ve okuduğumda beyin kıvrımlarımda kekremsi bir tat bırakan söylemlerden tabana kuvvet kaçarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Barış Bıçakçı benim için özel olma yolunda ilerliyor –ki bunun yazarın umrunda olmadığını da adım gibi biliyorum- Yazarlar için okurları ne ifade ediyor hep merak etmişimdir.Uzaklarda bir yerde yazdığım satırları okuyup dünyama sızmaya çalışan birini düşünmek açıkçası beni ürkütüyor. İşin doğrusunu söylemek gerekirse yazma fikri bile beni ürkütüyor.
Öyküleri tek tek ele alıp özetini geçmek gibi bir girişimde bulunmayacağım. Yazarı öncesinde bilen ve okuyanlar eminim bu son kitabına da hemen kavuşmak istemişlerdir. Bazıları yazarın öncesinde yazdıklarının daha iyi olduğunu, bu kitapla hayal kırıklığına uğradıklarını yazmış. Ben her kitabın bir öncekinden çok daha iyi olması gerektiği fikrine katılmıyorum. Yazar üslup değiştirebilir, yeni bir şeyler denemek isteyebilir ya da kimin ne dediğini umursamaz, yoluna bakar, işine bakar. Bu okuduğum dördüncü kitabıydı ve hepsini ayrı ayrı sevdim. Kitap bittiğinde ona ayırdığım zaman için esef etmedim. Bazı cümleleri tekrar tekrar okudum, çizdim, düşündüm. Daha ne olsun. Elimde bir eleştirel tırmık kurcalayıp dursaydım belki de alacağım lezzeti kaçıracaktım. Aslında bu okuma, inceleme ve kitap hakkında değerlendirme yapmalar konusunda yazar “Eşelek” adlı öyküde düşüncesini yansıtmış; hadi diyelim “kurmaca karaktere el vermiş, buyur sen söyle benim söylemek istediklerimi” demiş. Öyküde geçen cümleler aynen şöyle: “Elimizde kitap gülümsüyorduk. Sonra hepimiz sırayla okuduğumuz kitap hakkında fikirlerimizi söylüyorduk. Bana, cümlelerimizle kitabı, yazarı kendi çizdiğimiz bir çemberin içine almaya çabalıyoruz gibi geliyordu.” Eşelek adlı öykü “Gerçek, annelerimizle kurduğumuz ilişkidir. Gerçek en basit haliyle budur.” cümlesiyle gönlümde ayrı bir yer kazandı. Kitapta altını çizdiğim onlarca cümleyi buraya yazarsam okuyanlara yaralarımı teslim etmiş olur muyum? En iyisi herkes kendi okusun, bıçak gibi keskin cümlelerle daha da yaralanır mı yoksa dağlanıp iyileşir mi kendi karar versin.
İkinci kitabımız 2020’in bana kazandırdığı ve 2021’de de ne yaparsa takip ettiğim Emin Gürdamur’un Yasak Ağacın Altında adlı öykü kitabı. Gerçi son kitabı “Aşık Şeytan Kör Talih”i henüz edinemedim. Fakat “Atları Uçuruma Sürmek” ile başlayıp “Herkesten Sonra Gelen” ile devam eden yolculuğumuz Yasak Ağacın Altında da hız kesmedi. Eee atları uçuruma sürmüştük bir kere. Geri dönmek bize yakışmaz. 155 sayfalık bir kitapta sadece beş öykünün olması öykü uzunlukları hakkında bir fikir vermiştir elbette. Okuduğum ilk kitabında yakalandığım bir damar var Emin Gürdamur’da. Dine ve tasavvufa bakışı, rindane tavırları, imge dünyasının öyle herkesi içine almayan havası … Bütün bunları düşününce bazı ruhlarla bezm-i elestten tanışıklığımız varmış ya… Ben de acaba, diyorum ve tıkanıyorum. Bu kitabı da bolca çizdim, notlar aldım sayfa kenarlarına. Yıllar sonra ömrüm yeter de bir daha elime alırsam aynı şeyleri düşünür müyüm bilemem. Şeyhin beline zünnar taktıran felek bize neler yapar Allah bilir.
2021 basımı kitaplardan biri de Kemal Varol’un “Kara Sis” romanı. Aşıklar Bayramı ile tanıdığım yazar, Heves Ali’nin bavulunda beni diyar diyar gezdirirken yazarla da eserleriyle de daha çok gezeceğimin işaretini vermişti. Bir baba-oğul hesaplaşması olan kitabı okurken neler yaşadığımı bir Allah bir de ben bilirim. Bazı kitaplar dehlizlerden olmayacak şeyleri çıkarınca okur olarak elim ayağıma dolaşıyor, baharda ayaz yemiş erik çiçeğine dönüyorum. Aşıklar Bayramı’ndan sonra okuduğum diğer kitap “Ucunda Ölüm Var” dı. Ayazı yiyen, abrul beşine* aşılıdır; o yüzden bu kitap ilki kadar sarsmadı beni. Salladı ama yıkmadı. Ve son çıkan Kara Sis ile bambaşka bir kapı aralandı. Geçtiğimiz yıllarda şahit olduğumuz bir olay geldi yine yüreğime oturdu. Darbedilen kadını kurtarırken cinayet işleyen ve hala hapiste yatan Kadir Şeker, roman boyunca aklımdan çıkmadı. Bir kara sisli gecede elimden gelse de elinden tuttuğum gibi çıkarsam onu. Yerine takım elbise giyip iyi hal sergileyerek ceza indirimi alan canileri doldursam. Anlatılacak çok şey var da kelimeler sus diyor, yürek isyan ediyor. Kara Sis’te Heves Ali’ye selam göndermiş Kemal Varol. Roman kahramanının otogarda karşılaştığı kişilerden biri, elinde üç telli bağlaması ile otobüs camından dalgın dalgın bakan koca aşık. Bir diğeri, şiiri bıraktığı söylenen Arkanyalı şair. (!) Kemal Varol’un bu tarz anlatımları çok hoşuma gidiyor. Diyarbakır Ergani doğumlu olması, Ergani’nin adının aslında Arkanya olması ve üç şiir kitabından sonra romana yönelen yazarımız. Bu tür pasları karşıladığımda içimde tarifi imkânsız bir mutluluk… Aşıklar Bayramı’nın film çekimleri devam ediyor diye biliyorum. Kara Sis de sinemaya aktarılsa gayet güzel olur. Adaletsizliğe bir başkaldırı hikayesi olarak Barana’nın yanında yer alacak çok gönüllü olacaktır.
2021 Ekim basımı “Ülker Abla” Seray Sahiner ile tanışma kitabım. Öncesinde “Antabus” ve “Kul” adlı iki romanı daha varmış fakat ben okumamıştım. Sadece roman değil öyküler ve denemeler de yazan hatırı sayılır ödüller alan bir yazar. Ülker Abla için kitabın arkasındaki tanıtım yazısında “hem benzersiz hem de fazlasıyla tanıdık biri”deniyor. İçimizdeki Ülker ablalar az değil. Koca şiddetinden sığınma evlerine kaçan yüzlerce kadın var. Evlilik kriterlerine psikiyatrik muayene şartı getirilmeli, diyenlerin ne kadar haklı olduklarını görüyoruz. Gerçi o muayeneden de sağlam raporu alabilecek nice hasta ruhlar mevcut ülkemizde. Bu konu kanayan bir yara, diye demeçler veren kıymetli büyüklerimiz sokakta ulu orta bıçaklanan, kurşunlanan, defalarca şikâyette bulunduğu halde görmezden gelinip katille aynı yatağa sokulan kadınların ahlarının hesabını elbette verecekler. İnsanların işlemeyen adalet mekanizması Allah’ın adaletinden süphesiz üstün değil. Mahkeme-i kübra epey hareketli geçecek gibi. Ülker ablayı “kaybolayım hatta hiç yaşamamış olayım” derecesinde bir psikiyatrik vaka haline getiren bu katliamlar, katile elini kolunu sallayarak gezme hakkını verirken nice Ülker ablaları antidepresan bağımlısı yapmakta. Ben burada bu satırları yazarken bile sayısız kadın “nasıl olsa birkaç yıl yatar çıkarım” diyerek kendinde öldürme gücünü görenlerin kanlı ellerinde can veriyordur. Titreyen ellerime mukayyet olmaya çalıştığım bir konu hakkında uzun uzadıya yazamıyorum bile. Şiddetin mazereti olmaz, olamaz. Yazar, kimi yerlerde mizahi bir anlatım kullanarak işi deliliğe vurmaktan başka çare bulamamış gibi. Delilik hayatın emniyet şerididir, diyerek Ülker abla da son noktayı koymuş zaten. Daha yaşanılası bir dünya için “batsın bu dünya” diyenlere de hak vermemek mümkün değil.
Velhasıl, ilk baskısı bu yıl yapılmış olan kitaplardan okuduğum birkaçına değinmiş oldum bu yazıyla. Kitaplar sığınılacak emniyetli limanlardır. En azından dobradırlar. Yeni yılın güzellikler getirmesi dileğiyle…
*abrul beşi: Rumi takvime göre nisan ayının beşinci günüdür. Miladi takvimde 18 Nisan’a denk gelmektedir. Bu tarihte öyle bir soğuk ve fırtına olur ki halk arasında şöyle bir söz yaygınlaşmıştır:
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.