Afrika’nın Yapayalnız Lalesi, Engin Elman’ın ilk öykü kitabı. Ocak 2020’de Hece Yayınları’ndan çıkmış ve içindeki on üç öykü ile okuyucusuna doğru yol almış. Kitabın başında yazarımız, “babam, Hakime ve Lale için… rahmetle…” diye bir ithafta bulunmuş. Buradan yola çıkarak kitaba ad olan öykünün otobiyografik özellikler taşıdığını düşündüm. Lale; açar açmaz solan bir gül, kökleri olan toprağı çok bekletmeyecek bir çiçek, dünyaya istenmeden düşen bir gök taşı, bir yıldız tozu…
Engin Elman, 1986 Erzurum doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiş, Kürt Dili ve Kültürü alanında yüksek lisans yapmış, sinema eğitimi almış, TRT’de çalışmış. Çeşitli dergilerde öykü, deneme ve sinema yazıları yayımlanmış. Halen Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir okulda Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği yapmakta.
Öncelikle kitabı elime aldığımda kapağında karanlıklar içinde açmaya çalışan laleleri gördüm. Daha doğmadan ölüm fermanı verilen, bir kelebeğin kanadında sonsuzluğa uçan Laleler… Anne sütünün kokusu üzerindeyken toprağa gömülen Laleler…
İlk öykünün adı Bir Film Karesinin Tasviri. Kameranın kadrajından bir odaya giriyoruz ve senarist yazıyor, yönetmenin talimatıyla kameraman çekiyor ve bize de seyircisin, diyorlar. Pür dikkat izliyoruz.İkili bir ranza göze çarpıyor. Alt ranzanın düzenine inat üst ranza Picasso tabloları gibi. Oda, dünyanın bir prototipi aslında. Ak ve karanın, iyilik ve kötülüğün, doğru ve yanlışın uyumsuzluğunda yakalanan uyum. Her şey zıddı ile kaimdir. Yazar, ilk öykü ile bizlere “Seyreyle alemi gör ki neler var!” diyor. Pencerenin altında kalorifer peteği; peteğin altında kırılmış parke taşlarının arasında bir oyuk, bir çukur… Kamera bu çukura odaklanıyor ve çukura bambaşka anlamlar yükleniyor. Görmek, hatırlamak ya da kabullenmek istemediğimiz bütün kusurlarımız, hatalarımız, kötü yanlarımız o çukurda bekliyor; her an çıkabilirler ya da saklamaya çalıştığımız insanlara görünür olabilirler.İnsan gizlediklerinin ayan olmasından deli gibi korkar. Birazdan okuyacağımız öyküler, işte bu çukura attığımız yanlarımız diye düşündüm. Ayrıca çukur, kuyu metaforunu da anımsattı. Herkesin kuyusu kendine ve kendinde sonuçta.
Bakır Çaydanlık, eşyanın ruhunu ve temsil ettiği hayatı anlatmış.Köyünden, toprağından kopup büyükşehre oğlunun yanına yerleşmek zorunda kalan Zarife nine, torununa harita üzerinde kırmızı mürekkeple bir yeri işaretletiyor.Bu ülkenin Suriye olduğunu düşünüyorum. Zarife ninenin dualarına eşlik eden gözyaşları o kırmızı mürekkebi iyice yayarak adalet kandırmacası ile kanla sulanan toprakları gösteriyor bizlere. Zarife ninenin gözyaşları hakikati gözümüze gözümüze sokuyor. Oysa kör ve sağır yanımızla bakıyoruz dünyaya; gördüğümüz pembe hayatlar, duyduğumuz şen kahkahalardan ibaret sanıyoruz dünyayı. Bakır çaydanlık Zarife ninenin, onun değerlerinin bir sembolü. Çelik çaydanlık ise modernitenin sembolü. Geleneğe atılan tekme ve modernitenin baş köşeye oturtulması yıllardır gördüğümüz manzara değil midir? Bir mülteci evine onların hediye ettiği Halep işi entarisi ile giden Zarife nine, tek başına geleneğin direnişi. Bakır çaydanlığı onlara hediye ederek emaneti kıymet bileceklere teslim ediyor. Zarife ninenin o sevgisi ve merhameti yurdundan evlerinden kopmak zorunda kalan insanlara bir nebze olsun avuntu.Öldüğünde cebinden çıkan kırpkırmızı harita ise bizlere onulmaz dert.
Yere Bakma Durağı, yine bir kamera objektifinden bize sahneler izletiyor. Bir büfenin camı arkasında bir adam… Karşıdaki binanın üçüncü katındaki bekleneni bekleyen adam… Beklenen ve bekleyen. Bu iki kelime ne çok hicran ne çok vuslat barındırıyor. Öyküdeki bekleyen; divan şairleri gibi sevgilinin perdesinin kımıldandığını görmek için can atan bir divane, yarin penceresi önünde sabahlayıp gözlerinde bulut saçlarında çiy ile günü karşılayan bir aşık belki. O perde açılınca güneş doğacak, çünkü güneş o perdenin kıvrımlarına hapis, çünkü güneş iki kirpik arasındaki bir gamzeye hapis. Öykünün adı Yere Bakma Durağı olsa da ben Güneşi Beklerken adını da çok yakıştırdım.
Baba, adlı öyküye Nezihe Meriç’in “bu öyküde bir ah iki eyvah kullanmak istiyorum” cümlesi epigraf olmuş. Dinlenme tesisinde çalışan bir gencin, gecenin ilerleyen bir saatinde babasının kalp krizi haberini veren telefonu alması ve iç hesaplaşmaları…Baba-oğul varsa hesaplaşma da kaçınılmaz oluyor. Gurbette olanlara gece çalan telefonlar sur sesi gelir. Her çalış kalplere saplanan bir ok olur, nefesi keser ve bunu ancak yaşayan bilir. Öyküde, bir ah iki eyvah aradım fakat bulamadım. Ve sonra dedim ki: Bir babanın ölümü kaç ah, kaç eyvah eder?
Kahramanımız, kaldığı odada daha önceden kalmış olanların kendilerinden bir hatıra olarak duvara yazdıkları satırlara odaklanır. Hatta bir cümleyi daha önceden fark edemediğine şaşırır. “İnsan yalnız kendi yüzüne bakarak ağlamak ister.” yazmaktadır duvarda.Han Duvarları şiirinde Maraşlı Şeyhoğlu’nun dizeleri ile çarpılan Faruk Nafiz, gün gelip dinlenme tesislerinin bir han olacağını tahmin etmiş midir? Duvardaki cümle, ardından bir cümleyi sürükledi, getirdi, hafızama çaktı: “İnsan en çok kendine ağlar.”
Kesik Yankı, yine bir film sahnesi olarak kurgulanmış. Bir karı-koca hikayesi ve yemek ortamı tasarlanmış. Kamera kayıtta. Evliliklerde çoğu gerginlikler yemek esnasında yaşanıyor galiba. Belki de birçok karı- kocanın sindirim problemi yaşaması, söylenilen sözleri sindirememekten kaynaklanıyordur. Öykümüzde de erkek ve kadın soğuk savaştalar. Erkeğin sinir bozucu tavrına karşı kadın uzun bir replikle sindiremediği bütün sözleri ve tavırları ortaya döküyor. Senaryoya uygun hareket etmesi gereken erkek, rol arkadaşının cümlelerinde kendi evliliğini görüyor ve sahneye artık devam edemeyeceğine karar veriyor. Erkeğin ortamı terk etmesi ile rol arkadaşı kadın doğal seyirde rolüne devam ediyor. Öyküde eşlerin birbirleri ile konuşamadıklarını görüyoruz. İçlerinden herhangi biri konuşmaya karar verince üzeri örtülen problemler de gün yüzüne çıkıyor. Klasik bir karı-koca hesaplaşmasından çok farklı bir kurgu bu. Kâğıt üzerinde devam edip kalp üzerinde tamamen bitmiş evlilikleri anlatan, sorgulatan bu öykü oldukça dikkat çekici.
Leyla Gazeli, üzerinde sayfalar dolusu yazı yazılabilecek kapasitede bir öykü. Leyla artık çöllerde aranmıyor ya da artık Leyla’ya çöllerde rastlanmıyor. Bir kafede, metroda belki de bir otobüste ufacık bir göz kaçırılışı mesafede Leyla’sını bulabiliyor insanlar. Kahramanımız da yıllardır farklı zamanlarda karşılaştığı Leyla’ya bu kez bir otobüste rastlıyor ve gazelin ilk beyti gibi aynı kafiyeli bir düşüşle aşk, aşığın önce gözlerine sonra da kalbine saplanıyor. Leyla nidaları eşliğinde aşığın içinde nice şiirler, nice şarkılar dile geliyor. Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, İlhan Berk en güzel dizeleri ile resmi geçitte.Ardından Cem Karaca Tamirci Çırağı’nı söylerken Leyla rakibin siyah, simsiyah arabasına binip uzaklaşıyor. Batı felsefesinin değme filozofları Leyla’nın bu gidişi ile yıkılan aşığı avutmaya çalışıyor.Ama nafile… Onların sağaltamadığı bu yarayı Fuzuli’nin avuçlarından içilen birkaç yudum su iyileştiriyor.Leyla bir özge can, kara gözlü ceylan. O, kaçacak elbette ve aşık kovalayacak. Varılmak istenen Leyla ise elbet varılır, varılmak istenen Leyla’da tecelli edense vuslat için daha vakit var. Azıcık sabır…
“Yokluğunu hissetmediğin insanın varlığını da hissetmezsin, diyordu aynalar.”
“ Ayağımın ritimleri kalbiminkine uymuyor.”
“ Hatalarımızı temize çekmeyiz, silmeyiz de… karalamaya, üstünü örtmeye çalışırız; ah insanlar, vah insanlar…
“Bir şey biliyorsa susmalı insan.”
“ Doğuştan aykırıyım kelimelerinize.”
“ Hüznün elleri gözlerime dokunuyor.”
“Samimiyet bulamıyorum insanlarda.”
Kitapta dikkat çekici öykülerden biri de Bahçıvan ile Uşak. Dışarıdan bir gözlemci, çimler üzerine oturup sinema, edebiyat ve hayat hakkında konuşan bahçıvan ile uşağın cümlelerini bize aktarıyor. Öyküde birçok yönetmene, edebiyatçıya, düşünüre de selam verilmiş. Bütün bu konuşmalar bizi daldan dala gezdirirken hepsinin bir rüya olduğunu anlamak da şaşırtıcı bir son olmuş.
Afrika’nın Yapayalnız Lalesi; kitaba isim olan bu öykü, içine girdiğinde çıkışı olmayan bir dünyanın hikayesi. Ortak bir kaderin coğrafyasından “şu kadere bir oyun da biz oynayabilir miyiz” umuduyla büyükşehre göçen aileler… Oysa bilmedikleri bir şey var: “İnsan kaderini sırtında taşır.” Büyükşehrin kıyıcığına sığıntı gibi konumlanan gecekondularda geçen bir öykü. Yıllar sonra çocukluğunun geçtiği bu mahalleye gelen kahramanımız, o günlere bir yolculuk yapıyor. Bu anılar sarmalında kafasını çıkarıp çıkarıp kendini hatırlatan nice isimler var fakat iki isim kendini hatırlatmada daha mahir: Afrika ve Lale. Çocukluğun masumiyet kalelerinde kumdan burçlar yapıp sonra da yıkan çocuklar… Onlar masum ve art niyetsizler…Oysa büyüklerin yapıp yıkma konusundaki art niyetli doymaz iştihalarından habersizler.Afrika, çocukların imrendiği kimi zaman da kıskandığı bir kahraman. Erkek çocuk sahibi olmanın kraliyet tacı giymek ile eş değer sayıldığı bir toplumda kız çocuğu olarak gözünü açtıysan, hayata sonsuz sıfır olarak başlamışsındır.Lale, bu yenilgiye ancak yirmi üç gün dayanabildi ve başlangıç çizgisinin herkes için aynı olduğu mekana göç etti. Öykü, uzun uzun düşünülecek ve hüzünlenilecek ayrıntılar barındırıyor. Çocukluğunun geçtiği yerleri yıllar sonra ziyaret edersen aslında çocukluğunun hiç geçmediğini de anlarsın. Belki de hayat, kısa süren çocukluğun uzun upuzun süren izlerinden ibarettir.
Masumiyet Karinesi, erkek şiddetini iliklerimize kadar hissettiren bir öykü. Sahneler öyle gerçekçi ki bu tablodan dışarı kaçmak için fırsat kolluyor insan. Çünkü her gün televizyon kanallarında görmemek için kumandadan elini kaçırdığın sahneler şimdi okuduğun satırlarda hortluyor. Vahşiliğini yeterince gösterdiğine ikna olan koca, evi terk ediyor. İçindeki canavarı da sürükleyerek sokaklara bırakıyor kendini. Bir rüya olmasını umduğun sahneler bir rüya olunca derin bir oh çekiyor insan. Ne yazık ki şöyle de bir gerçek var: Kumandaya dokunmayıp hayatını, aklını, ruhunu koruduğunu zannettiğin her saniye onlarca kadın vicdansız pençelerde can veriyor.
Kaotik Günce, Araf ve Ölü Odasında Son Sahne adlı iki bölümden oluşmakta. Kahramanımızın iç monologları vasıtası ile psikolojisini derinden hissediyoruz. Annesizlikle yaşamaya çalışan birinin öyküsü. Yoksunluk ve onun insanda açtığı boşluk öyle güzel anlatılmış ki okurken etrafı dinliyorsun ve her cenahtan bir tek ses geliyor kulağına: Daye!*
Yeni Bir Mesajınız Var, iki gencin edebiyat, sanat ve hayat hakkında birbirlerine yazdıkları telefon mesajları üzerine kurgulanmış. Gecenin ilerleyen bir vaktinde uykunun kucağına uzanmak üzereyken başlayan bu mesajlaşmalarda bazı cümleler altını çizdiriyor:
“Zihnen bir şeyler yapabilmek için şartların oluşmasını bekliyorum. Peki bir gün şartlar oluşur ve bu tutku kalmazsa ne olur?
“ Yazmak mutsuzluğu çoğaltmak gibi.”
“ Bazı insanlar doğuştan mutsuzdur. Dünyaya gelmiş olmanın derin yarası, onları bir türlü güzel bir dünyanın olabileceğine ikna edemez. Yazma fikrini tetikleyen sebeplerden biri de budur kanımca.”
“ Bana aklının satır aralarını aç.”
“ Sencesi olmayan bir şeyin bizcesinin olmasının senin için bir önemi yok ki1”
“ İnsanların içini okumaya çalışmak onlara kendilerini değiştirme imkanı vermemek demektir.”
Kitaptaki son öykü ise “Çocuk ve Allah” Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın eserini** hatırlıyoruz hemen. Çocuk, çocukluğunu yapıp çocukça sorular yöneltiyor babasına. Baba ise bu sorular eşliğinde kendini sorguluyor, en sonunda gökyüzüne ne kadar uzak olduğunu fark ediyor. Oysa gökyüzü hep yerinde, o hiç uzaklaşmadı. Peki biz nerdeyiz?
Kitaptaki on üç öykü ile yaşamı, ölümü, ölümsüzlüğü ve kaderi sorgulayarak geçen zaman…
Dilimde Leyla Gazeli’nde beni çarpan tanıdık bir dize: “Düştümse eğer sana bakarken düştüm.” ***
O halde tut elimden, kaldır beni!
*Anne (Kürtçe seslenme sözcüğü)
** Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 1940 yılında yayımlanmış şiir kitabı
*** Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler Kançanağı Anlamında, Cahit Zarifoğlu