“Her insanın bir hikâyesi vardır. İyi ya da kötü değil; ikisinin iç içe, koyun koyuna uyuduğu hikâyeler…” sayfa -29
Dünyasızlar, Nergis’in hikâyesi ile kapısını açıyor bizlere. Firuz Dede ile tanışması yıkıntılar içinde kalan Nergis için bir umut oluyor. “Orda kimse var mı?” diyen Firuz Dede’nin sesine cılız bir ses” burdayım!” diye cevap veriyor. Ve kader çoktan örmüş ağlarını. Bize de uzaktan seyretmek düşüyor. Seyretmek ve hissetmek ya da seyretmek ve hayatın anlamını düşünmek…
Sahi nedir hayatın anlamı?
Firuz Dede ile Nergis’in kesişen hayatı ile bambaşka bir yolculuğa çıkıyoruz. Yıl 1941, Bakü.
Üniversitede Baytarlık Mektebinde okuyan iki civan, iki can. Birinin eline diken batsa ötekinin yüreğine sancı giren iki dost: Firuz ile Ayvaz. Çocuklukları, ergenlikleri, ilk gençlikleri birlikte geçmiş ve şimdi de aynı okulda aynı sınıfta feleğin çemberinde dönüşlerini tamamlıyorlar. Aynı mahallenin suyundan içip, Bakü’nün enfes havası ile ciğerlerini doldurup Hazar’ın kıyısında dertleşiyorlar. Sahaf Akif’in dükkânında edebiyat ve siyaset denizinde küçük kulaçlar atarken onları bekleyen dalgalı bir okyanustan habersizler. Derslerle araları pek hoş olmayan bu iki dost üniversitede tiyatro ekibinde aktif rol almaktadırlar. Viyana Seferi’nin bir bozguna dönüştüğü tarihi atmosferde, Osmanlı ordusu İstanbul’a dönerken orada unutulan bir yeniçerinin komik ve dramatik hikâyesini sahnelemelerine az bir zaman kalmıştır. Senaryo yazma ve doğaçlama konusunda da oldukça yetenekli olan Firuz ile Ayvaz, bu yeteneklerinin başlarına açacağı büyük dertten de habersizdirler.
Hazar’ın kıyısında geceler boyu sohbet ederler. İçlerindeki küçük çakıl taşlarını Hazar’a tek tek atarlar. O taşlar göğe yükselip yıldız olur. Ayvaz göğe bakar ve der ki:
– Ne çok yıldız var. Sanki birisi içimizdeki yaraları tek tek toplayıp gök kubbeye dizmiş. Yaralar sancıdıkça yıldızlar parlıyorlar.
– Kimlerin yaraları?
– Gökyüzünde hepimizin yarasına yetecek kadar yıldız var.
“ Mutluluk vakti; senle ben avluya doğru oturmuşuz. Senle ben… Endamımız çift, suretimiz çift, ruhumuz tek
Hani Yunus Emre diyor ya: “Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun.”
İşte onları da bilenler anlar ancak bu hikâyeyi.
Firuz’un gördüğü bir rüyanın peşine düşen bu iki meczup fal baktırmanın, rüya yorumlatmanın cazibesi ile Habibe ninenin evinde bulurlar kendilerini. Meczup dedik ya, kapıldılar bir kere bu cazibeye.
Şair diyor ya: “Görmemek yeğdir görüp divane olmaktan seni”
İşte bazen “bilmemek yeğdir bilip divane olunacak bilgileri”
Habibe nine rüyanın yorumunu yapıyor:
“ Bu rüyanın tabiri açıktır. Siz ikiniz Harut ile Marut olacaksınız.”
Nasıl yani? Kıyamete kadar Babil Kuyusu’nda baş aşağı asılma cezasına çarptırılan Harut ile Marut mu? Nasıl yani? Zühre’nin sevdası ile birbirine düşen iki melek mi? İnsanın günaha meylini hafife alan iki melek. Dünyaya gelince insan olmanın ne menem bir şey olduğunu anlayan, Zühre’nin çengelinde iki melek.
Firuz ile Ayvaz. İki bedende tek nefes misali, iki can.
Peki bu nasıl olur?
En başında dedik ya, kader ördü ağlarını. Dünya,olmaz dediklerimizin olduğunu seyrettiğimiz bir sahne değil midir?
Mahallelerine taşınan Avukat Taği Bey ve ailesi yani bilhassa kızları Maral, Firuz ile Ayvaz’ın hayatında olmaz denileni gerçekleştirecek rolüne hazırdır. Maral, babası tarafından bu iki gence emanet edilince kader ellerini çırpar,
“Ve sahne!” der.
Firuz ile Ayvaz aralarına giren gonca gülün dikenleri ile kan revan içinde kalacaklar, ikisi de aynı kıza aşık olacak fakat bunu kendilerinden bile saklamaya çalışacaklar. Maral’dan önce ve Maral’dan sonra diye ikiye ayrılan bir hayat. Çünkü inkâr etmeye çalışsalar da görmezden gelemedikleri bir şey vardı. O dikenler her ikisinin de kalbine batmış ve aşk, iksirini mütemadiyen akıtmaktaydı.
Firuz’un okuduğu onca kitaptaki bilgiler Maral’ın gamzesinde boğuldu. Ayvaz’ın türküleri Maral’ın bir merhabasına kurban oldu. Günler bu üç gencin Bakü’de karışladığı sokaklar gibi birbiri ardına eskidi. Günler eskidikçe içlerindeki Maral sevdası günbegün yenilendi. Mezara konan her gün onları da bu aşkın pençesinde diri diri toprağa gömmekteydi. Firuz ile Ayvaz için çanlar hiç susmuyordu. Tiyatro günü geldiğinde onlar sahnede oyunlarını sergilerken seyirciler arasında davetsiz bir misafir de vardı: Büyük yoldaş Stalin.
Yetenekleri Stalin’in gözünden kaçmadı. Stalin, onları Kızıl Ordu’nun sanat grubuna emrivaki kattı. Hacivat ve Karagöz gibi olacaksınız ve orduya moral vereceksiniz, dedi. Artık cephelerde yangın içindeler. Ya içlerindeki yangın? İki ateş arasında kalan Firuz ile Ayvaz, hangisi daha yakıcı bilemez haldeler.
Maral’ın hemşire olarak cepheye onların yanına gelmesi ile bu ateşten kaçamayacaklarını da anlıyorlar. O zaman ne yapmalı? Ateşi ateş yakar mı? Firuz’un yangınını Ayvaz harlıyor, Ayvaz’ın yangınını Firuz.
Cepheye gönderilmeden önce Sahaf Akif’in dükkânında tanıştıkları Alacakurt, onlara yepyeni bir kapı aralıyor. Türkiye için, bağımsız Azerbaycan için Kızıl Ordu’da bir ajan olacaklar. Bir zamanlar bağımsız olan Azerbaycan tekrar özgür olsun diye Türkiye ile işbirliği yapacaklar ve bağımsızlık bayrağını göndere çekmek için belki de ölümüne çalışacaklar. Bu hayal ikisinin de içinde var zaten. İkisi de dinleri, dilleri, kimlikleri unutturulmaya çalışan her Türk gibi bu tohumu yeşertecek bir su beklemekteler. Alacakurt’un onlara sunduğu teklif tehlikeli olsa da bunu kabul ederler. Bağımsız olamadıktan sonra hayat neye yarar? Daha ne kadar komünizm gölgesi altında nefes alacaklar? 39 yiğit ile Çin Sarayı’nı basan Kürşad, bu baskında ölse de tarihe Türk’ün esir edilemeyeceğini göstermedi mi?
Savaşın en acıtan, en delirten sahnelerine şahit olup nasıl hayatta kaldıklarına kendileri bile bazen şaşmaktalar. İçlerindeki savaşla mücadele zaten zordur. Yüzbaşının çantasında buldukları bir harita onlara bambaşka bir yeri işaret eder ve bu hayalin peşinde gitmeye karar verirler. Cengiz Han’ın gömülü olduğu piramidin sırrına vakıf olurlar. Firuz ile Ayvaz artık fizik ötesine geçmiş, piramidin içinde bambaşka bir alemde Tumbaga’dan dinledikleri ile kaçırmamak için akıllarını sıkı sıkı tutmaktalar. Piramidin bekçisi Tumbaga, özgür Azerbaycan için kullanacakları yüklü bir hazine ile onları yolcular. Yani bunca çile boşuna çekilmemiş olur.
Tekrar cepheye döndüklerinde Maral yine oradadır.Maral onların kaderidir.Ve ne olursa olsun arkadaşlarıdır. Fakat piramitte görüp sır olarak saklamaları gerekenleri ikisi de Maral’a ayrı ayrı anlatınca şeytan yine galibiyetini ilan eder. Ajan oldukları ortaya çıkar ve tutuklanırlar. Maral’a güvenmenin ne büyük bir aptallık olduğunu defalarca anlasalar da iş işten geçmiştir. Alman bombardımanı imdatlarına yetişir. Tutuklu kaldıkları yerden onları Maral kurtarır. Çünkü pişman olmuştur. Fakat yıkılan güven geri gelir mi? Maral ellerindeki kelepçeyi çözüp onları çıkarsa da aylar önce kırılması imkânsız kelepçeyi ikisinin de kalbine takmıştır zaten. Ölüm kalım mücadelesi ile üçü de kaçarlar o cehennemden fakat Maral Mihail’den hamiledir ve hastadır. Oysa yola devam etmek zorundadırlar. Bir karar vermeleri gerekmektedir. Ayvaz, sığındıkları köyde bir gece kalmalarını ister fakat Firuz buna itiraz eder. Artık hayatlarında yol ayrımına gelmişlerdir. Firuz’un kararına uyup yola devam etmeleri ile Maral bu yolculuğa dayanamaz ve ölür. Ayvaz, Maral’ın ölümünden Firuz’u sorumlu tutar ve Maral’ın ölümü iki dostu yıllar süren bir ayrılığa hapseder. Firuz ile Ayvaz’ın ortasındaki “ile” artık yoktur; Firuz Firuz’dur, Ayvaz da Ayvaz. Maral’ı gömemezler bile. Zühre’nin yıldız olup göğe yükselmesi gibi Maral da bir akbabanın pençeleri altında göğe yükselmiştir. İki dost şimdi kuyuda baş aşağı sallanmaktadır. Maral onların kuyusu olmuş, kendisi göğe çıkıp eserini seyretmektedir.
Yıllar sonra Firuz Dede, Nergis’e bunları Bakü yolunda anlatır. Koca bir ömür iki dostun birbirine hasreti ile geçip gitmiştir. Firuz ile Ayvaz, yıllar sonra kavuşurlar fakat geçen bunca yıl birbirlerini çok sevmenin bir imtihanı mıdır? Firuz’un Türkiye’de, Ayvaz’ın esarette geçen yılları bir daha geri gelmeyecektir. Telafisi mümkün olmayan ayrılıklar sevenlerin kaderi midir?
Okudukları romanlara birer kahraman da kendileri olacaktır. Bize de onların Hazar’ın kıyısında sohbet ederken çitleyip attıkları çekirdek olmak düşer. Ayvaz’ın türkülerinde bir nağme, Firuz’un ellerinde bir kahve olmak düşer.
Kim bilir, belki de sincap Nohut’un tüyleri arasında saklanmış bir mesaj oluruz.
Özgür Azerbaycan gibi biz de bu hikayeden azat oluruz.
Kim bilir?