Bülent Ayyıldız’ın 2021 Kasım ayında yayımlanan “Biraz Evhamlı İshak Hoca’nın Karda Gece Yürüyüşü” adlı romanı öncelikle ismi ile dikkatleri çekti. Adını duyanda bir merak uyandıran bu kitap tam bir edebi ve felsefi şölen. Yazar, romanı mutsuz azınlığa ithaf etmiş. Az çok edebiyatla iştigal etmemiş vasat okur bu romanı derinlemesine okuyup analiz edemeyebilir. İçinde geçen, değinilen ya da sadece hissettirilen öyle çok eser ve yazar adı var ki hepsini araştırmak uzun mesai alır.
Bölümler halinde yazılan eserde her bölümün başında edebi, tarihi ve felsefi şahsiyetlere ait sözler epigraf olarak yer almış. İlk bölümün adı “Ruhlarımız Gecede Kaldı.” Alman düşünür Scheling’e ait “sonunda başlangıçta ne olduğu ortaya çıkıyor” şeklinde tercüme edilen Almanca epigraf, bu bölümü süslüyor. Manidar ve merak uyandıran bir epigraf olmuş. Bu bölüm, roman kahramanlarından Murat’ın “Sevgili Sevgili” hitabı ile yazdığı bir mektuptan oluşuyor. İlerleyen sayfalarda karakterini daha da iyi tanıdığımız Murat’ın ilk başta yer alan bu mektubunda geçmiş, gelecek, ruh, sonsuzluk ve kitaplar üzerine düşüncelerini öğreniyoruz. “Sonsuzluk hızda değil yavaşlıktadır.” cümlesi ile George Perec’e bir selam yollamış Murat. Mektupta geçen “Bazılarımız kitapları yaşar, Don Kişot mesela. Bazılarımız da kitaplarda yaşar, Don Kişot mesela. Yaşadıklarını yazmak maharet değildir ki. Yazsan roman olacak bir hikâye sıkıcıdır. Yazılmışların yaşanmasıysa bambaşka.” cümlelerini oldukça etkileyici buldum. Yakın zamanda tam metin olarak ikinci kez okuduğum Don Kişot’taki “yazılırken yaşanan ve yaşanırken yazılan” kurgu beni de büyülemişti. Mektubun geneli Murat üzerinden bir edebiyat ve fikir ziyafeti gibiydi. Oğuz Atay’ın ve Nabokov’un ilk sayfalarda karşıma çıkması daha sonra okuyacaklarımız açısından bir ışık, bir ipucu sayılabilirdi.
Mektuptan sonra İshak Hoca ile tanıştık. J.D. Salinger’ in “Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün” öyküsüne değinildiğinden bu bölüme “Muz Balığı İçin Kötü Bir Gün” adını vermiş yazar. Hatta Salinger’ in bir sözü de epigraf olarak kullanılmış. “Lanet psikanaliz” mealinde bir söz, Jerom D. Salinger imzalı.
“Ben de onu anlamıyorum, Mümtaz sana benzemiyor ki. Mümtaz biraz arada kalmış bir tip, senin öyle kimlikle falan alıp veremediğin yok.” diyor Hatice. İshak kendini tanıyan birinden hiç de hoşlanmadığını fark ediyor. Hatice haklı aslında, İshak’ın Mümtaz ile alakası yok. Doğu-Batı ikilemi olmayan biri olarak sürekli Huzur okuyup kendine yapmacık bir dert edinmiş. Belki de huzursuzluğun peşinde. O gün Orhan Pamuk üzerinde de devam eden konuşmalar ve İshak ile Hatice’nin duygusal hiçbir anlam ifade etmeyen yakınlaşmaları İshak’la ilgili somut veriler de sunuyor bizlere. Romanlarla ilişkisini normal seyrinden çıkarıp içselleştiren insanlar, gün gelip roman kahramanlarına dönüşünce çok da katlanılır biri olmuyorlar diye düşünüyorum.
İshak’ın karda yürüyüşü evine ulaşma niyeti taşısa da biz okuyucular açısından bakıldığında İshak evrenine doğru evhamlı ve tekinsiz bir yolculuğa dönüşüyor. İshak güven vermiyor çünkü. Karda yere sağlam basan ayakları hayat yürüyüşünde çok da sağlam basacağa benzemiyor. Salinger’i anlattığı dersten sonra şikâyet edileceğine dair kapıldığı evham; İshak Hoca’yı paniğe sürükleyip akşamını, yürüyüşünü ve düşüncelerini alt üst ediyor. Eve gitmeye çalışırken ruhunun barikatlarına çarpan İshak’ın kendiyle savaşına şahit oluyoruz.
Otobüs durağında bekleme sırasında karşılaştığı iki öğrenciyle “Dostoyevski mi Tolstoy mu?” sorusunun tartışıldığı bir muhabbetin ortasına düşüyor. Yüzyıllık bir bıkkınlıkla dahil olduğu sohbette bu vesile ile edebiyat tarihindeki meşhur geyiğe biz de göz atıyoruz. Otobüse binmekten vazgeçiyor karda yürüyüş ile birlikte zihinde yürüyüş de harekete geçiyor. Bu arada yol üzerinde arabasına binip kısa bir müddet yolculuk yaptığı mühendisle Nabokov’un Lolita’sı üzerinde yaptığı minik sohbeti de es geçmemek gerek.
“Oo Sezai Karakoç’tan Çağ ve İlham?”
“Sen ne kadar gerici, lümpen, faşist bir insansın lan!”
“Bilemedim şimdi. Fikirlerine her zaman saygı duyuyorum kardeşim. İslamcı olmanda benim için bir sakınca yok yani. Yanlış anlama.”
“Anca Karakoç’u İslamcılıkla eş tutacak kadar okumuşsun işte sen de. Yarı aydın mı diyelim ne diyelim. İnce Memed okusan sınıf çatışması der geçersin. Okumamışsındır da okumuş halin daha beter. N’apalım seni de böyle kabul ediyoruz.”
“Ben de diyorum bu adam neden bu kadar İran sineması seviyor! Ha doğru bak, hiç yazar önermezken Sadık Hidayet’i, Necip Mahfuz’u burnuma burnuma sokmandan anlamalıydım.”
Okuduğu kitaba göre yaftalanan insanlar geliyor aklıma. Elinde taşıdığın kitaba göre kimlik biçilen dönemler geride kaldı demek isterdim. Ama maalesef hala aynı.
Romanın ilerleyen bölümlerinde bir yıllığına Litvanya’ya giden İshak üzerinden değişim programı ile ülkeden ayrılan öğrencilerin yurt dışındaki hayatlarına uğruyoruz. Avrupa’da ülkesini özleyen, ülkesindeyken kaçmak için fırsat kollayan gençlik. Eve dönemeyip savrulan nice cevherin kaybolduğu bir ülkeyiz sonuçta.
Bu yürüyüş sadece İshak Hoca’ya has değildir. Hepimizin “karlı bir gece vakti bir dostu uyandıramadığımız” yürüyüşlerimiz olmuştur. Kimlik sorgulamalarımız, intihar senaryoları yazmalarımız, ayağımızın altında gıcırdayan karların botlarımızın içinde çoraplarımızı ıslattığı leş hayatlarımız…
İshak Hoca’nın soğuk bir Ankara gecesindeki evhamları onun peşini bırakmayacak. Geri dönüşlerle anlattıkları bizi Monique’ya, Tuğba’ya, Asya’ya, Ofelya’ya götürecek. Barış Bıçakçı’ya ait olduğuna inandığımız bir evin önünde “büyük çaresizliğimiz” ile baş başa kalacağız. Kimilerimiz ülkeden kaçmak için can atıp “eve dönen adam” olmaktan başka çare bulamayacağız. Kimilerimiz de bütün kaçışların önce kendinden kaçmakla başladığını çözemeyecek ya da kendinden kaçamadığı her an yaşadığı yere lanet ederek ömrünü tüketecek.
Gerçek; yazdığımız bir senaryoysa eğer, bu filmin kötü adamı ben miyim şimdi?