“Ayhan ben âşık oldum.
…
Kime?
…
Onur’la aramızda korkunç bir gerilim var.
…
Demek âşık oldun, diyor. Onur’a, şu bizim Onur’a… ama…
…
Ah zavallı karıcığım benim! Böyle bir şeyi kiminle bölüşebilirim ki, diyorum. Kim yardım edebilir bana senden başka, bilmiyorum. Sen benim en yakın dostumsun.
…
Korkma, bunu birlikte çözeriz. Yardım ederim sana.”
(Ölü Erkek Kuşlar, İnci ARAL)
Ölü Erkek Kuşlar, İnci Aral’ın ilk romanı. 1991’de ilk basımı yapılmış ve 1992’de Yunus Nadi Roman Ödülü almış. Çiçeği burnundayken aldığı ödül ve bugün hala çok okunuyor olmasından da yola çıkarak şu sonuca ulaşabiliriz: Ölü Erkek Kuşlar; yıllar sonra bile okunacak, üzerinde düşünülüp tartışılacak, kimilerince eleştirilip kimilerince övgülere boğulacak bir eser. istanbulun keşmekeş merkezlerinden olan Şişli semtimizde bayanları müşteri konusunda sorun ile uğraşmazlar. Çünkü içinde aşk var, tutku var, kadın var, erkek var, darbe var (hem sokakta hem de ruhlarda) … Ve hepsi alışılmışın dışında var. Ve bu varoluş postmodernist bir yaklaşımla ele alınınca biz Suna’nın çocukluğunda kaybolduğu dehlizlere çekiliyoruz. Roman bitince sayfalar boyu çırpındığınız kuyudan çıkışın olmadığını görüyorsunuz.
Ölü Erkek Kuşlar’ın ortaya çıkması aslında yazarımızın bir hikâyesine dayanıyor. Fırtına Kuşu adlı öyküsünü senaryoya dönüştüren yazar, öyküyü başka bir boyuta taşıyor. Fakat film çekilemeyince İnci Hanım bu senaryonun bir roman kapasitesinde olduğunu görüyor ve bugün bin türlü ruh devinimleri ile okuduğumuz Ölü Erkek Kuşlar çıkıyor ortaya.
“Ölü Erkek Kuşlar bir kadının birine tutkulu bir aşk, ötekine ise köklü bir sevgi ve evlilik bağı ile bağlandığı iki erkek arasındaki yakıcı gidiş gelişlerini anlatırken bu üç kişinin çocukluktan kadın ve erkek olmaya uzanan yolda öngörmeler, koşulanmalar ve kurallarla biçimlenişlerini irdeliyor. Kadın- erkek ilişkilerinin hem toplumsal tabu ve yargıların özündeki katılık ve şiddet hem de tarihsel bir dönemin baskı ortamında nasıl yorucu bir iletişimsizlik ve çözümsüzlüğe dönüştüğünü gösteriyor. Bu karmaşa içinde aşk çocuksu bir düş, evlilikse düzen sanılan bir düzensizliktir.”
Roman, “Düşköy Yazlık Sineması” bölümü ile başlıyor. Kahramanımız Suna, bir ilkyaz akşamı sinemanın önünde bekliyor. Gökte parlak bir dolunay var. Son 10 yılın en büyük aşk faciası birazdan gözler önüne serilecek. Bu faciayı izleyenlerin kimi Suna’yı kınayacak, kimi anlayacak, kimi de istihzalı bir kısa gülüşle yürüyüp gidecek.
İlk sayfalarda yer alan bazı cümleler kitabın anlatım tekniği hakkında da bize ipuçları veriyor:
“Geriye doğru çalışıyordu saatim bu sıralarda ve kimse onaramıyordu bu bozukluğu. Benim biyolojik zaman ayarımla uyum içinde olamıyor, apansız yıllar öncesinin saat 17’lerini, 3’lerini, 5’lerini göstermeye başlıyordu saatim.”
Suna, gösterim öncesi yaptığı konuşmada eseri ile ilgili gelebilecek eleştirileri tahmin etmekte ve şu sözlerle gelebilecek eleştirilere peşinen cevap vermektedir:
“Kimi dar görüşlü kişi ve kurumlar filmde özyaşamsal izleklerin yer almış hatta ağır basmış olduğu savını ileri sürebilirler. Sorarım size, bir sanat eseri yaratırken insanın kendi yaşamından yararlanması neden bu kadar küçümsenir? Başkalarını anlatmak beceri olur da kendi kendini anlatabilmek cesareti niye böylesine hor görülür?”
Bu cümleler az sonra izleyecek olduğumuz filmin bir cesaret abidesi olduğunu da gösteriyor. Çünkü başkalarını anlatmak değildir cesaret; bütün çıkmazlarınla, ruhunun en derinlerindeki çatlaklarla ve o çatlaklardan sızan benliğinle sen kendini ne kadar anlatabiliyorsun? İşte asıl cesaret budur!
“Bütün ışıklar sönüyor birden. Perde aydınlanıyor.”
Suna ilk eşinden ayrılıp İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da Ayhan ile tanışıyor ve evleniyorlar. 7 yıl süren evlilikleri son 3 yıl bir işkenceye dönüşüyor.
12 Eylül öncesi bir zamandayken Ayhan İstanbul’da ve Eskişehir’de bir üniversitede hoca. Haftada birkaç gün derslere gidiyor ve aynı zamanda Marksist bir dergide yazı kurulunda çalışıyor. Kitap boyu zaman atlamaları yaşıyoruz. Bu ileri ve geri sıçramalar ve kullanılan anlatım tekniği bazen bizi yorsa da romandaki cümlelerin güzelliği ile zaman sıçramaları arasında yorulan beynimizi dinlendiriyoruz.
12 Eylül sonrasına dönüyoruz. Suna, önceden çalıştığı Rekla isimli reklam şirketinden Ayhan’ın isteğiyle ayrılmış ve bir dergide sanat sayfasına yazılar hazırlama yolunda. Evliliğini kurtarabilmek için son çırpınışlarını yapıyor. Evde bir soğuk savaş sürüyor. Kazanan aynı zamanda kaybeden olacak. İlk başlarda toplumda alışılagelmiş evlilik anlayışından çok farklı süren bu birliktelik, evliliklerinin dördüncü yılında Onur’un hayatlarında kabulü zor bir rol almasıyla ilk depremi yaşıyor. Onur, Ayhan’ın üniversitede beraber çalıştığı ve bir insanın hayatı boyunca çok az bulduğu dostlardan, aynı zamanda ressam. Bir süre yurt dışında yaşamış sonra ülkesine dönüp üniversitede Ayhan’la birlikte hoca olarak çalışıyor. Dönemin siyasi ortamında baskılar, sindirmeler ve tehditler uçuşuyor ve Onur silahlı bir saldırı ile tehdidin soğuk ve kanlı yüzüyle de karşılaşınca üniversitedeki görevinden ayrılıyor. Rekla adlı şirkette çalışmaya başlıyor. Onur evli ve iki çocuğu var. Eşi, annesinin ona vasiyeti aslında ve ne yaşarsa yaşasın, boynunda bir zincirle eşine yani Güler’e bağlı. Zincirin üstünde annesinin el izleri de var çünkü.
Ayhan’ın arkadaşı olması münasebetiyle Onur ile tanışan Suna, aralarındaki çekimle şaşkına dönüyor. Her ikisinin de inkâr etmeye çalıştığı bu ilgi bir müddet görmezden gelinse de gün gün güçlendiği için ikisi de karşı koyamayacakları bir kara delikte çırpınıyorlar. Suna bütün kurulu düzenlere karşı. Mutlu olmadığı yerde onu durduracak hiçbir kuvvet yok hatta ardında bıraktığı küçük bir çocuk bile ilk eşinden ayrılmasına engel olamamış. Onur Suna’nın bu kafese kapatılamayışına hayran, Ayhan Suna’nın tezatlıklarındaki çekime kapılmış. Onun bir eş, bir dost olarak yanında olması Ayhan’ın yaşam sebebi olmuş. Suna ise her ikisine de âşık ve kendine düşman.
Onur yüzünden Ayhan’la kavgaları bitmiyor. Yine böyle bir kavga sonrası Suna, küçük bir apartman dairesine taşınıyor. Yalnız, karmaşık ve çok mutsuz.
Ölü Erkek Kuşlar, bir aşk üçgeninde sıkışıp köşeler arasında savrulan kişilerin romanı değil aslında. Romanı salt bu şekilde değerlendirmek sığ sularda debelenmek olur. Romanda evlilik kurumu eleştirisi, aşk ve sevgi arasında boğuşanlar, siyasi çalkantıların savurduğu insanlar var. Suna’nın Ayhan’ın ve Onur’un yaşadıkları, insanların uzaktan izleyip kendilerine sıçramayacaklarını sandıkları bir yangın aslında.
“Turuncu Kollu Koltuklar” bölümünde Suna’nın ilk evliliğine uzanıyoruz. “Adam” diye adlandırdığı, erkek- insan olamamış dediği ilk eşi ile evliliğe giden birlikteliklerinin anlatıldığı bu bölümde Suna aynı zamanda bilinçsizce alınan evlilik kararlarını, evlilik kurumunu da eleştiriyor. “Bu toplumda birliktelikler ölene dek o insanın sahibi olmak biçiminde algılanıyor.” sözleri ile toplumdaki yaygın evlilik anlayışını gözler önüne seriyor. Ayhan’la evliliklerinin ömür boyu zorunluluk yaratacak bir ilişki olmaması konusunda birbirlerine söz veriyorlar. Onlar evlilikleri iki yarımın birbirini tamamlaması değil; iki bütünün bir araya gelip çoğalması, zenginleşmesi olarak kabul ediyorlar. Adamla evliliği Su’nun memnun olduğu, Na’nın ise boğazını sıkan bir kementten kurtulmak için çırpındığı günler oluyor. Ve Na, o kementten kurtuluyor.
Roman bölümler halinde ilerlerken biz Suna’nın küçük yaşta annesiz ve babasız kalışını, annesinin ölümü üzerine tam ortadan ikiye bölündüğü anı öğreniyoruz. Yaşadığı travma o zamana kadar bir bedende uzlaşarak yaşayan Su ve Na’yı kesin çizgilerle ayırıyor. Kimsesiz kalan Suna, dayısı ve yengesi ile yaşamaya başlıyor. İnci Aral’ın söyleşilerini izlediğimizde romanın otobiyografik göz kırpışlarına da şahit oluyoruz. O günler Suna’nın hayatında öylesine derin uçurumlar yaratmış ki yıllar sonra bile yengesinin kınayıcı ve azarlayıcı bakışlarını ve sesini üzerinden atamıyor.
Ayhan’la evlilikleri Ayhan’ın hazırladığı “birlikteliğin koşulları metni” doğrultusunda devam ediyor. Bir evde yaşayan iki pansiyoner gibiler. Bu metni kabul etme konusunda Su şaşkın ve güvensiz kalırken Na, bu durumun bütün kurulu bozuk düzenlere karşı olan yanına iyi geldiğini düşünüyor. Ayhan’ın her iki tarafa da özgürlük beyannamesi olması niyetiyle hazırladığı bu sözleşme, Suna için bambaşka bir yolculuk oluyor. Önceden Ayhan olmadan yaşayamayacağını düşünen Suna, aylar süren bu pansiyonerlik görünümündeki evlilikle Ayhan’sız da yaşanabileceğini, onun sığınılacak bir liman olarak hep yanında kalmasını istediğini düşünmesi ile aşk boyutundan dostluk boyutuna evriliyor. Fakat bu aylar boyunca Suna’nın değişimi Ayhan da ters yönde seyrediyor. Aşk bu sefer Ayhan’ı esir alıyor ve Suna’sız nefes alamayacağı günler geliyor.
Suna, Onur’a olan aşkını Ayhan’a itiraf etmesi ile tek başına çırpındığı cenderenin içine Ayhan’ı da sokuyor. Ve Ayhan durumu kabullenip karısının bir hastalığa yakalandığını ve ona yardım ederek iyileştirebileceğini düşünüyor. Tam üç yıl süren bu hastalık, iyileşeceğine şiddetini daha da artıran bir kanser ağrısı gibi her ikisini de esir alıyor.
Devam eden bölümlerde Onur’un çocukluğuna ve bugünkü Onur’u inşa eden taşların kimler tarafından ve ne şekilde yerleştirildiklerine şahit oluyoruz.
Suna, Onur’un atölye olarak kullandığı ve onların kaçamak saatlerinin tanığı apartman dairesinde saatlerce onu beklerken içinde bulunduğu çıkmazın sınırlarında savruluyor. Savruldukça da kendini iyice kaybediyor. Ve evine, o mezar soğukluğundaki apartman dairesine dönmeden önce Ayhan’ı arayıp ona dönmek istediğini söylüyor.
Saatlerce beklediği o apartman dairesinden Onur’un gelmeyişi ile birlikte ölü bedenini, ölü ruhunu ve Onur’un çizdiği ölü kuşların hayalini de yanına alarak dönüyor. Ayhan’dan uzak geçen soğuk günlerde onun sıcaklığına ve limanına sığınmak istemesiyle Ayhan için de Suna için de yeni bir çalkantı ve yeni bir buhran dönemi başlıyor.
Suna’nın Onur’la ilgili hayal kırıklığı günlerce devam ederken Ayhan, sınırları yıkıp içinde yıllardır tuttuğu öfkeyi boşaltıyor. Ve şiddetin gizli bir canavar gibi fırsat kolladığına, eşlerin bir cinnet halinde birbirlerini nasıl hırpaladığına şahit oluyoruz. Öfke, kıskançlık, tahammül sınırlarının kalkması ve şiddet… Demek ki modern dediğimiz, özgürlükçü bildiğimiz insanlar da şiddetten nasibini alıyor. Ve ayrılık.
Suna mezarına dönüyor. Zaten yıllardır kendini soyut bir mezarda hissedip ölüm yolları gözlemekte…
Ayhan pişman… hem de çok pişman… Siyasi davalar yüzünden hakkında açılmış dosyalar da cabası. Ayhan yurtdışına kaçıyor. Suna ile böyle olmasaydı belki kalır mücadele ederdi fakat artık o gücü kendinde bulamıyor.
Suna ile vedalaşıyor. Ve bu veda ile aralarındaki bağın aşktan da, tutkudan da güçlü olduğunu görüyoruz. Onların kopmayacağını, bir gün ellerinin yine kenetleneceğini düşünüyoruz.
Roman şu satırlarla bitiyor:
“İğde ve gül kokularının birbirine karışarak içlere baygınlık verdiği ilkyaz akşamı Düşköy Yazlık Sineması’nın önünde bekliyorum. Ellerim ceplerimde; neyi, kimi beklediğimi bilmeden bekliyorum. Belki de kimseyi beklemiyorum da bana öyle geliyor.
…
Düş gücümün yarattığı bu görüntülerin hiçbiri gerçek değil. Gerçek olamayacak kadar saçma hepsi çünkü. Yalnızca düşlerde yaşanabilecek olaylar tümü. …
Düşköy Yazlık Sineması’nın bahçesinde oturmuş, ay ışığı ile aydınlanmış perdeye bakıyorum. Kimseyi beklemiyorum.”
KE dergisinde yer almıştır.