Faruk Duman, ilk romanı olan Piri’yi 2003’te yayımlar. Osmanlı paşası Yusuf, Aden Denizi’nde kadırgası ile yol alırken padişahın fermanı üzere Basra Beylerbeyi Kubat Paşa’nın donanması ile bir olacak ve bir cenge girecektir. Ferman vardır fakat “Hangi ferman bir hevese boyun eğdirebilir ki?” (sayfa 49)
“Söz sezilmek ister.” (sayfa 33)
Kitap dört bölümden oluşur:
Kavis, Oğlak, Kova, Balık
Yay burcu olarak Kavis kelimesini tercih eden yazar, astronomi ve astrolojiye de vakıf olduğunu göstermektedir.
İlk bölümün adının Kavis (yay) olmasının sebebini sayfa 71’deki şu satırlar daha da manalı kılıyor:
“Basra Beylerbeyi Kubat Paşa’yı düşündüm. Zira onun donanması benim kadırgam ile birlik olup cenge girecekti. Ama ben çizdiğim bir kavisle rotamı değiştirmiş ve ters yönde binlerce mil katetmiştim.”
EĞLEN
Roman bu sözle başlar. “Bir yoksul eğlencenin yükü sana nedir ki,” diye devam eder. Oysa bu yük çok ağırdır. Eğlencesi ölümü olur Yusuf’un.
Kitabın ilk sayfasında “Sonra tutup erguvan gözlü torunlarına anlatacaksın kendini. Sakalına tutunup eteklerine sarkmış o ayna kırıklarına.” der yazar. Masal dinlemenin, masal anlatmanın masal olduğu şu zamanlarda erguvan gözlü torunlar olarak bir Yusuf masalı okuduk. Eteklerindeki ayna kırıkları bizdik. Yusuf, o aynalarda kendini gördü. Hepimizin ruhuna tek tek baktı ve bir heves uğruna ölüme gidecek kıpırtılar aradı.
Hayat bir anımsama mıydı yoksa darağacına doğru giderken titreyip gözlerimizi açtığımız bir yanılsama mı?
Piri, tarihi bir roman değil. Masal, efsane karışımı, şiir tadında bir metin belki. Modern bir anlatı da denilebilir.
Yazar “öyle bir metin yazacağım ki türünün ne olduğunu bilmeyeceğiz” diye düşünmüş Piri’ye başlamadan önce. Daha ilk satırlarda bir efsunun içine girdiğini anlıyor insan. Her okurla yeniden yaratılır ya edebi eser, okur arttıkça Yusuf Paşa’nın kadırgasındaki yolcular da artıyor. Gagasında harfler taşıyan Zeyra kuşu gökten tek tek salınca harfleri her okurun nasibine de bir harf düşüyor. Ben avucumda “mim” harfini gördüğümde onunla başlayan ne çok kelime sevdiğimi düşünüyorum: münzevi, melankolik, müşkülpesent, melal, merdümgiriz…
Yusuf, topraktayken denizi, denizdeyken toprağı arzulayan bir ruh. Deniz bilinmezliğe, karanlığa çağırırken onu; toprak, “Köklerin burada, çocukluğun, ilk sevdiğin burada!” diye sesleniyor. Kimi zaman annesinin rüyalar âlemine ait hissettiren yüzü oluyor toprak, kimi zaman da “buraya” diye seslenen ilk aşk.
Denizin çağrısına ses vermesi ile başladı Yusuf’un hikâyesi.
“Oysa çocukluğumun puslu zamanlarında yani deniz benim için önünde durup saatlerce bakılası geniş, mavi bir düzlük idi.” (sayfa 17)
Sonra onun sesini duydu. Geniş, mavi düzlükte sararmış ekinler rüzgârın etkisiyle birbirinin üzerine devriliyordu. Rüzgârdı onları dans ettiren. Rüzgâr denize bir nefes oldu ve bu nefes Yusuf’un nefessiz kalacağı günün de habercisi oldu.
“Çocukluğumun puslu zamanlarından sıyrılıp da denizler enginine açıldığımda anladım ki, ben meğer gözlerimin önünde uzayıp giden denizi hayal edermişim. Kıyıda saatlerce oturup rüzgârın sesini dinler, kayalıklara çarpan dalgalara kulak kesilir, denizin tedirgin kuşlarına gönül indirirmişim.” (sayfa 19)
“Anlıyorum ki ne denizde ne de karada hayalsiz duracağım. Ne de yaralarını sarmış bir adam olup eş dost arasına karışacağım.” (sayfa 19)
Seyyid bir ürkek ruhmuş ve “Allah Yusuf’a çevresindeki ürkek ruhları sezme yeteneği vermiş.” (sayfa 21)
Yusuf ile Seyyid sözsüz anlaşmanın yolunu bulmuşlar. Zaten onca kalabalığın içinde Yusuf’un gözünün Seyyid’e takılması ve onun ürkek ruhunu görmesi boşuna değilmiş.
Yusuf; kolundan ağır bir yara alıp arada kendinden geçerek, arada kendine gelerek sayıklamalar ile gemide yol alırken hayal ile gerçeği de karıştırmaya başlar. Bir yanında Seyyid bir yanında Zülal… Yusuf sayıklamalar arasında Aden’de yol alan kadırgada yeni bir yolun da eşiğine adım atar. Başucunda Seyit ve Zülal…
Portekizlilerle yapılan bir savaşta Zülal’in cengâverliğini görmüş Seyyid gibi onu da yanına almıştır. “Birini rengârenk bir düzensiz savaşta birini rengârenk bir düzensiz limanda” bulmuştur.
Gemide Seferis adında bir de esir vardır. Yusuf’un kolunu iyi edebileceğini söyler ve eder de. Seferis bir büyücüdür ve yarayı büyü ile iyileştirdiğini söyler. Karanlıklar Denizi’nde Çıplak Kadınlar Adası’ndan geçerek bu yeteneği kazanmıştır. Büyü birçok ruhu kendine çeker, Yusuf da bu eşikten içeri atlar ve Seferis’e emir verir: “Beni hemen oraya götür!”
Yusuf haritacıdır demiştik ya, çizdikleri ile insanlara çizilmeyenleri, söylenmeyenleri de göstermek niyetindedir.
“Öyle ki haritama her kim ki bakacak olsa dile getirmekte türlü zorluklarla karşılaşacağı bir kuşkuyla huzursuz olacaktı. Huzur öyle alçak bir kelepçedir ki insanı sıradanlığa iter de bunu ona elde edilmesi güç bir mutlulukmuş gibi göstermesini bilir.” (sayfa 50)
Öyleyse bir ömür huzur arayışımız bizi sıradan bir insan mı yapacaktı? Ne kadar huzursuz olursak yazarın deyişiyle, huzur denen arsız kelepçeyi kırarsak o kadar biz mi olacaktık? Şairler ve yazarlar bu dünyanın huzursuzları mıydı?
Kitabın 56 sayfasında Yusuf’un, ustası Hayrettin’in yanında korsanlık yaparken tanıdığı bir İspanyol’dan bahsedilir. Miguel adındaki bu İspanyol’un gemisi Yusufların gemisi ile çatışırken Miguel esir düşmüştür. Çatışmada bir kolunu kaybetmiş ve gemide kürek mahkûmluğu yapmaktadır. Garip bir adamdır, herkes deli diye umursamaz onu. Şiddetli bir fırtınada gemide herkes aklını yitirmiş gibiyken dümen boş kalmıştır. O zamana kadar susan Miguel “Paşam, değirmene geçin!” diye bağırır. O fırtınada dümeni değirmen sanan Miguel, yıllar sonra yel değirmenlerine savaş açan kendi gibi bir deliyi tanıyor mudur acaba?
Yazar alenen söylemese de Miguel, dünya edebiyatında modern romanın ilk örneği kabul edilen Don Kişot’un yazarı Miguel de Cervantes’in ta kendisidir. Yel değirmenleri ile bir derdi olduğu ta o zamandan bellidir.
Çin Denizi’nde yol alırken geminin üstünde bir Zeyra kuşu da takiptedir. Yusuf rüyasında bu kuşun bir ulak olduğunu görür. Kuşun varlığı daha bir güç verir ona.
Önceki sayfalarda Zülal diye anlatılan kişi 62. sayfadan itibaren Azat olarak romanda yerini alır. Yusuf sayıklamaları sırasında Azad’ı Zülal olarak anlattığını söyler ve okuyucudan af diler. Zülal’den Azad’a geçişte de bir sır vardır ve sır olarak kalmaya devam eder.
- sayfada yer alan bazı satırlar beni çağrışım denizine sürükledi. “Ey sıla! Yüzümde bunca şeyi nasıl da bir çırpıda görürsün. Yüzümün ben böyle zamanlarda yeryüzünün haritası olduğunu düşünürüm.”
Bu satırlar Şükrü Erbaş’ın çok sevdiğim “Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları” şiirindeki şu dizeleri hatırlattı bana:
“Ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?”
Yüzünü bir haritaya benzeten Yusuf bir mercan adası yumuşaklığı içinde zamanla belirginleşen gagasından bahseder. Bir çengele benzettiği kusursuz gagası ve ucunda bir zincirin halkaları gibi birbirine geçmiş asılı harfler. Çağrışımlar peşimi bırakmıyor doğrusu. Bazıları da gizli kalmalı.
Seferis ömrünü denizlerde geçiren bir kimsesizdir. Yusuf’un yarasını iyileştirdikten sonra iyice yakınlaşır lar ve dost olurlar. Seferis bir muammadır aslında ve roman bitince bile muamma olarak kalır.
Yusuf, Seferis’e “Seni İstanbul’a götüreceğim.” der. Seferis’in verdiği cevap yazarın betimleme gücünün ve özgünlüğünün sayısız nişanelerinden biridir:
Söz de utanır bu benzetmeden ses de… Bu üslup karşısında susar ikisi de.Ben de bir müddet sustum ve kelimelerin tadına daha da varmak için defalarca okudum bu satırları.
Karanlık denizlere doğru yol alırken bir korsan gemisi ile savaşırlar. Yazar bu satırları ölüm kalım duygusu yaşatan betimlemelerle anlatır. Olayın vahametini anlayan Yusuf, bir donanma ile savaştıklarını düşünür. Çünkü kâfirleri kıra kıra bitiremezler. Bu kıyamet sahnesinden Oğlak burcuna girmeleri ile kurtulurlar. Oğlak onları Karanlıklar Denizi’ne, kâfirleri de öbür tarafa atmıştır.
Karanlık dört bir yanlarını kuşatınca artık seslerle görmeye başlarlar. Fakat yol gösterici Zeyra kuşunun bir çift ışıl ışıl gözü gecelerini aydınlatmaktadır.
“Gerçek ses duyulmaya ihtiyacı olmayandır.” der yazar. Seslenmeden ses vereni iyi duymak gerek. İşitip de duymadığımız binlerce ah, sitem, yardım çığlığı gelir aklıma bu satırlarla. Haddizatında göz de bir araçtır kulak da.
Yusuf vefat eden kardeşi Yunus’tan da bahseder. Çınar ağacına çıkıp saatlerce kaybolduğunu anlatır Yunus’un. Yaşasaydı yaman bir korsan olurdu herhalde, der. Korsan olamamıştır belki fakat bir deniz ya da bir balık olmuştur, Kim bilir?
Gemi Çıplak Kadınlar Adası’nın önünden geçerken Seferis, o yöne bakmamaları konusunda uyarır onları. Çünkü zulmü güzellikle örten bu adaya bakanlar acı çekerken keyif aldıklarını zannederlermiş ve bir daha sılaya dönemezlermiş. Aklıma harese denen dikenli otları yerken yavaş yavaş ölen develer geldi nedense.
Ve hırs ve ihtirasa esir düşüp yavaş yavaş ölen bizler…
Çıplak Kadınlar Adası’na bakmazlar fakat kadınların kahkahaları onları çağırmaktadır. Yusuf yüzlerce ses arasından bir sesi ayırt eder. Bu, ilk aşkının onu çağıran sesidir. Sılayı anımsar. Zihni “Buraya!” diyen sesin peşinden ilk aşkı ile yaşadığı anlara koşar, o anları anımsadıkça yanılgılarını da fark eder.
Bu olay Odysseia’nın Siren kayalıklarındaki macerasını da anımsatıyor. Sirenlerin büyüleyici sesine kapılmamak için kendini gemi direğine bağlatan ve ağzına sünger tıkayan Odysseia, tayfaların kulaklarını da balmumu ile tıkatmıştır. Kayalıklardan öyle kurtulabilmişlerdir.
Yusuf ise gözlerini çevirse de kulağını çevirememiş ve geçmişten gelen sesin büyüsünden kendini kurtaramamıştır.
“Anımsama insanı nasıl da gafil ağlıyor.” (sayfa 75)
Yusuf Karanlıklar Denizi’nde bir efsunun peşinde gezedursun Kubat Paşa, Yusuf’un emre itaat etmediğini Sultan’a duyurur. Paşa’nın yazdığı mektup bir güvercinin boynunda İstanbul’a sefer eyler.
Gökte güvercini görüp kanadına asılmayı “Gitme! Yusuf döner bu yoldan, ayılır bu efsundan.” demeyi aklımdan geçirmedim değil. Ben bunları düşünürken alaca güvercin çoktan İstanbul’a varmıştı. Sultan haberi alır almaz Kaptan Paşa’yı çağırtmış, divan etmeye koyulmuşlardı.
Romanın Kova bölümünde Yusuf, Seferis’i hikâyeler biriktiren bir kova olarak betimler. Bu kovadan çıkarıp çıkarıp anlattığı hikâyelerde olaylar birbirine karışır. Hangisi gerçek hangisi Seferis’in eklemeleri bunu Seferis’in kendisi bile bilemez. Bu hikâyeler arasında bir ahtapottan da bahseder. Bazen bir papatyaya bazen de bir deniz kaplumbağasına dönüşen oyunbaz ahtapot.
Mahlukat-ı Gariban Adası’na yaklaşırlar. Fakat bu yaklaşma felaketlere gebedir. Yol göstericileri olan Zeyra kuşu öldürülür. Aynı anda Seyyid de göğsüne saplanan elmas bir hançerle öldürülmüştür. Yusuf katili bulmak için sorgulamalara başlar fakat nafile bir çabadır bu. Gemiye uçan balıkların çarpması Mahlukat-ı Gariban Adası’na iyice yaklaştıklarını gösterir. Sorgulamalar sırasında gemide sarıklı bir yabancı görüldüğü ortaya çıkar. Elinde elmas bir hançer olan sarıklı, Yusuf’un rüyasına girer. Kovalamacada adam bir ahtapota dönüşüp denize karışır. Rüyasında gördüğü bu ahtapotu Seferis’in cümlelerinde de duyunca Yusuf iyiden iyiye şüphelenir. Seferis, öyle cümleler kurar ki kim ahtapot, kim deniz, kim katil, kim masum birbirine karışır.
Seferis’in su ile ilgili söyledikleri belki de romandaki olayların bir su gizemi içinde sarhoş dolaşan kelimeler olduğunu anlatmaktadır.
“Maddeler içinde bir şeylere hâkim tek maddedir su!”
“Kendine hâkim değil ama,” dedim.” “akıyor”
“ İyi ya,” dedi, “ yeryüzüne hâkim olmaya çalışıyor, akması bundan.”
“Yok oluyor,” dedim
“Hayır,” dedi Seferis gülümseyerek “kendine dönüyor!” (sayfa 108)
Gemide bunlar yaşanırken Sultan, Kaptan Paşa ile durumu istişare etmektedir. Yusuf’a olan halin affedilecek bir yanı var mıdır, araştırılmaktadır. Ve donanmayı başsız bırakmanın affedilir bir yanı olmayacağına karar verilir. Alaca güvercin bu sefer Kahire’ye Yusuf’un idam kararını götürmektedir. Bu ağır yükün altında ezilerek…
Yusuf’un haritası bitirilmeye mahkûm bir haritadır. Harita bitince Yusuf’un çizip işaret edeceği bir yer kalmayınca biz mahlûkat-ı gariban onun ölümünü seyrederiz haritanın kıvrımlarında. Yusuf’un haritaya benzettiği yüzünde onun yaşamını seyreden gözlerimiz, haritasının kıvrımlarında ölümünü seyretmektedir.
“Ey İskele, sılanda bekleyenlerin varı, unut beni. Her şeyi unut.” (sayfa 125)
Böyle biter roman.
Her şeyi unut, diyen Yusuf, gagasından dökülen harflerle gönül defterime şu cümlelerin yazıldığından haberdar mıdır?
“Unutmak bir çocuk avuntusudur ve biz artık o çocuklar değiliz!”
Nesrin Çoruh yazdı: Faruk Duman’ın İncir Tarihi’ni Okuma Notları