Okan Yılmaz: Merhaba Jale Hanım. Öncelikle söyleşi teklifimi reddetmediğiniz için teşekkür ederim. Fırtına Takvimi’ni konuşmak beni heyecanlandırıyor açıkçası. Hazırlık sürecinizi merak ediyorum öncelikle. “Aslında öykücüyüm,” diyorsunuz, öykü ile daha sıkı bağlarınız var. Öyküyü romana geçişte bir “basamak” gibi kullananlara karşılık inatçı bir külliyatınız olduğunu söylemek de mümkün. Ama neden roman yazmak istediğinizi merak ediyorum.
Jale Sancak: Doğrusunu isterseniz roman yazmak hiç aklımda yokken karşılaştığım iki gazete haberi, beni Fırtına Takvimi’ne götürdü. Elbette söylemeyi hedeflediğim meseleler nedeniyle o küçücük iki haberden hareketle, Sait Faik’in dediği gibi gerisini ben uydurdum. Birer öykü olarak da yazılabilirlerdi birbirlerinden bağımsız, ne var ki nedenleri yaratanları bütünüyle gösteremeyecek, onların hikâyelerinden vazgeçmek zorunda kalacaktım bu durumda. Eksilttiğimde kahramanlar bir arada yolculuk yapamayacaklar, söz yarım kalacaktı.
O.Y.: Öykü ile roman arasındaki dinamik farkları size ne kazandırdı? Fırtına Takvimi’ni yazarken teorik anlamda öykü disiplininden yararlandığınız noktaları öğrenebilir miyim?
J.S.: Öyküde çoğunlukla romana göre daha fazla boşluk bırakarak, eksilterek, sadece engel ve çatışmayı gösterecek en can alıcı, en gerekli olay ya da durumlara yer veririz. Yazdığım iki romanda da, metni bu biçimde oluşturmayı yeğledim, başka bir deyişle öykü tekniğini kullandım. Özü söylemek, daha dinamik bir metin oluşturmak istedim.
J.S.: Şiddet çeşitlemesidir Fırtına Takvimi. Devletin şiddeti, aile içi şiddet, toplumsal şiddet, insanın kendisine yönelttiği şiddet… Daha da çoğaltılabilir. Yeryüzündeki, özellikle de bu coğrafyada bitip tükenmeyen devasa şiddet. Fırtına ve ölüm ise şiddeti onlarla gösterme imkânı sağladılar. İç açıcı bir roman olmadı sonunda tabi. Hatta tam istediğim gibi rahatsız edici bir metin oldu. Kazanmak ve kaybetmek meselesine gelince söyleyebileceğim tek şey var, yazdıklarım hiçbir zaman hakiki edebiyat okuru dışındaki okurla buluşmadı. Böylece kaybettiğim bir şey de yok.
O.Y.: Halil, nobranlığı ve buyurganlığıyla dikkat çekiyor, ama bir o kadar da yumuşak kalpli aslında. Halil’in yaratım süreci nasıldı?
J.S.: Halil, işte bu bir kupürden oluşan gazete haberlerinden birini baş kişisi. Gerçek hikâyesi neydi hiç bilmiyorum. Ona bir hayat, bir hikâye biçtim ben. Sizin deyişinizle nobranlığı, buyurganlığı da başına gelenlerin açtığı yaralardan geliyor, kişilik özelliklerinden değil. Halil, kurmaca da olsa, tek boyutlu bir karakter olmasın, gerçek bir insan gibi iyi, kötü, güzel yanları, zaafları, çelişkileri, kendine özgü düşünceleri, huyları, dünyaya bakışı, yaşadığı hayatın koşullarına ve olup bitenlere göre tepkileri olsun istedim, yazma sürecinde de, araştırma inceleme vb. yapmadan buna çalıştım her zamanki gibi.
O.Y.: Geçmişe yönelik anlatılarda Halil’in öfkesinin kaynağını anlıyoruz. Kendi olmasına izin verilmemiş biri. Dışlanmış bir kavmi var ve o kavim de Halil’i dışlıyor. Tezer Özlü’ye referansla sormam gerekecek: Halil’i Halil’den çalan toplum muydu?
J.S.: Halil evet, zulmedilen bir mezhepten, kıyıma da tanıklık etmiş biri, sonrasında işsiz, üstelik içeriden ve dışarıdan dışlanmış bir adam… Hal böyle olunca şunu söyleyebilirim, dünya düzeni, devlet politikaları, geri bıraktırılmış bir toplum, toplumsal zihniyet, kimileyin de geleneklerin katılığı, yarattığı körleşme… Hepsi bunların.
O.Y.: Kevser çilesi, hayata bakışı, her şeye rağmen şükredişiyle tipik bir Anadolu kadını gibi. Okurken şunu düşündüm: Kevser Süreyya gibi davransaydı, eşini terk etseydi neler olurdu?
J.S.: Başka bir roman olurdu elbette. Yön değiştirirdi. Kevser’i şükreden bir kadın gibi düşünmedim hiç, öyle bir karakter yaratmak istemedim. Kevser zaman zaman öfkelense ya da kırgınlık duysa bile, onca sıkıntıya, zorluğa rağmen Halil’e sevgi duyuyor, onu anlamaya, ona destek olmaya çalışıyor, hatta dirençli bir kadın, direniyor da, umarım bunu böyle yansıtabilmişimdir, çünkü Halil kimliği nedeniyle yaşıyor bazı sorunları. Toplumsal açmazlar nedeniyle. Kimi de kendisi için değil, ailesi için iyi olsun, güzel olsun diye alıyor -kötü sonuçlar doğursa bile- bazı kararları. Karısına, çocuklarına zulmetmek, ezmek gibi arzusu yok. Sadece hastalandığı için uzaklaşıyor onlardan. Halil romanın kötü karakteri değil, tam tersine.
O.Y.: Söylemeden duramayacağım. Ben okurken en çok Süreyya’yı sevdim, bence en dört başı mamur karakter o. Derste de defalarca söyledim bunu. Kitap yayımlandıktan sonra Süreyya için neler hissettiniz? Siz sevdiniz mi Süreyya’yı?
J.S.: Başlangıçta, yazmaya başlamadan önce Süreyya’yı böyle düşünmemiştim, sevmediğim bir karakterdi, ön yargılıydım ona karşı, lâkin yazarken değişti, ön yargıdan sıyrıldım, sonrasında da romandaki hale dönüştü. Bu yazan için de bir yolculuktur, bu yolculukta yazar da bazı şeyleri keşfeder, kavrar. Yanı sıra anlatmak istediği meselelere yenileri de eklenebilir, işte o zaman da güzergâh değiştirmesi gerekebilir.
O.Y.: Romanın bir diğer önemli merkezi, sevişmenin ödül/ceza mekanizmasına dönüştürülmesi. Yücel ve Leylâ üzerinden ise bir başka ikilemi “sevişmenin karşısında toplum”u görüyoruz. Yazım sürecinde bu aklınızda vardı, diye düşünüyorum. Ama sizi tetikleyen noktayı merak ediyorum açıkçası.
J.S.: Söz ettiğim gazete haberlerinden biri de sevdiği kızla evlenen, evlendiği gece de cinsel başarısızlık yaşayan genç bir adamın intiharı. Gerdek gecesinin sabahında sokakta ölüsü bulunuyor. Yücel karakteri de böyle doğdu. Erk, erkeklik, cinsel iktidarsızlık ve toplum meselesi. Buradaki yüceltme, aşağılama, baskı, şiddet halleri.
O.Y.: Leylâ’nın üstgerçekçi anlatımı, Süreyya’nın bilinç ve bilinçsizlik arasında gidip gelen cümleleri bence romanın üslûbu açısından zirve noktasını zorlayan bölümler. Dil işçiliği hakkında neler söylersiniz?
J.S.: Sanat yapıtı haline gelmesini, etki yaratmasını hedefliyor, estetik düzeyi önemsiyorsak mutlaka gerekli. Var olmak için tek gereci, yoğurmak için malzemesi ve dünyası dil olan edebiyatın gereksindiği en önemli edim.
O.Y.: Son olarak: Varlık’ta “Yeni Öyküler Arasında”yı yönetiyorsunuz, uzun süredir yazma ve eleştirel okuma atölyelerini yürütüyorsunuz. Yolun başında olanları okumak, yol göstermek size ne hissettiriyor? Edebiyatımızın geleceğinden ümitli misiniz?
J.S.: Edebiyatla ilgili her şeyi severek yapıyorum. Birlikte bir yazma veya okuma yolculuğuna çıkmak, yol arkadaşlığı, paylaşım, çabayı, isteği, verilen emeği görmek hem güzel, hem de çok değerli. Umutluyum elbette. Ürettiğine saygı duymayanlarla birlikte, birçok genç yazar, şair var çok iyi şiirler, öyküler yazan. Ne ki genç yazarlar için şunu da söylemeden geçemeyeceğim, edebiyat aceleye gelmez malum, genç oldukları için de geç kalmak gibi bir sorunları yok.