“Savaşlar olmasaydı erkeklerde de kadınlar gibi yalnızca insan olurlardı, erkeklere atfedilen ölümden korkmama ve şövalye sadakati gibi belirli özelliklerin yalnızca savaş aracılığıyla yüceltilmesi değildir bunun tek nedeni; savaş, erkeklerin kökünü kazıyarak onları çok kıymetli kılmıştır.”
Monika Maron Alman Edebiyatı’nın hayattayken klasikleşmiş yazarlarından… 1941 yılında Berlin’de dünyaya gelmiş. Savaş sonrası, Sovyetler’in etkisindeki Doğu Almanya’da annesi ve içişleri bakanı olan üvey babasının yanında büyümüş. Hiperpolarize olmuş, her anlamda yıkıma uğramış bir bölgede yaşaması Monika Maron’u erken yaşlarda siyasi okumalar yapmaya itmiş. Siyasetçi bir babanın kızı olması da ona ideoloji kitaplarıyla tıka basa dolu bir kütüphane sunmuş.
Monika Maron, her şeyden evvel insanın varlık çemberi içindeki çaresizliğini anlatıyor. Üstelik bunu dişilik içgüdüsü, kadınlık sezgilerinden istifade ederek, oluşturduğu karakterlerin sinir uçlarıyla oynayarak, güçlü saptamalar vesilesiyle yapıyor. Yani; o büyük fakat kirli pencerenin ardındaki siyah- beyaz görüntüleri, bir kadının dalgın gözlerini ödünç alarak izliyoruz. Bu gözlerin içine kurşunlanmış binalarda beliren solgun yüzler, deşilmiş yollarda yatan kararmış bedenler düşüyor. Ayrıca savaşın dönüştürdüğü insanların ruh hallerine, kanın ve ateşin ortasında dahi küçük hesaplar yapmayı başarabilen küçük insanların izlerine dokunabiliyoruz.
Monika Maron’un yeniden tanımlamaya gayret ettiği var olma mücadelesi, daha çok insanın kör noktalarında biriken karanlıklar üzerinden akıyor. Barbarlık, şiddet, iktidar gibi kavramlar sadece dönemin atmosferini yansıtmakla kalmayıp arketiplerin felsefesine dönüşüyor. Sözgelimi zalim bir askerin içindeki kötücül dürtüyü sürüngenlerin saldırganlığına bağlayacak ölçekte, geniş bir alan açıyor. Özellikle aile; baba, anne, çocuk piramidi, Maron’un karakterlerinin üstünden en çok kafa yorduğu mesele. Karakterler, soyaçekime ve ebeveyn mantığına olumsuz bakıyorlar. Anne ve babaya benzeme ihtimali onları korkutuyor. Özellikle ‘baba’ mefhumu yazarın çoğu eserinde tam anlamıyla dehşet verici bir imge olarak ele alınmış. Babaları ikiye ayırıyor; evrim dengesi bozulmamış; yani otoriter, yasa yapıcı ve şiddete meylederek çocuk üstünde güç tesis eden babalar ve çocuklarıyla iyi ilişkiler kuran, şiddet karşıtı modern baba tipi… Anlatıcıya, bazen karakterin perspektifine göre erkeğin psikolojisi ve anatomisi onu birinci tip baba olmaya zorluyor. Monika Maron’un babadan ve muktedir erkekten kastı sadece ailedeki otoriteyi temsil eden kavram değil. Eleştirmekten geri durmadığı Hristiyanlığın ruhban sınıfı; papalar, pederler, pazpazlar da onun nazarında birinci tip babaların taklit ettikleri asıl babalar…
Maron, derinleştirdiği toplum-aile-birey kaosunu Avrupa’yı sarsan savaşlara benzetmek de mümkün.
Son olarak Monika Maron’un kitaplarındaki müthiş görselliğe de değinmek lazım. Ona pitoresk bir yazar diyebiliriz. Komünizmin tesirinde kapılarına kilit vurulan köhne kiliseleri, ölüler arasında oyun oynayan sümüklü çocukları, Doğu Avrupa ile Batı Avrupa’nın kaderini belirleyen soğuk silahları, yıkılan duvarların ardında kıvamını bir türlü bulamayan anarşik aşkları, korkudan kendini unutan Alman burjuvalarını, beklemekten cansız nesnelere dönüşen yaşlı kadınları katmanlı cümleler, orijinal metaforlar kullanarak tasvir etmeyi başarıyor.
“Aşk da dinazorlar gibidir, bütün dünya onların ölümünü düşünerek oyalanır.”
Arka Kapak