Bazı yazarların yazmaya başlamakla ilgili fiyakalı hikâyeleri vardır. Kimisi elektriklerin kesik olduğu bir gece ilk romanını odasının duvarlarına kanıyla yazmıştır, kimisi doğduktan sonra anne sütü emmeyip üçüncü gün hokka ve divit istemiştir. Bütün bunlar sanırım metin yazarlığını ve “yaratıcı” yazarlığı kibarca aradan çıkarmak için söyleniyor. Bunlara ben de inanmıyorum, bence de yazmak kut gibi bir şeydir, insana “verilir”. Ama bende fiyakalı bir hikâye yok. İlk gençliğin acemi ve toy şiirleriyle öykülerini saymazsak benim yazmaya başlamam basit bir gıpta hikâyesi. Üniversitenin ilk yıllarındaydık. Yaşım 18-19. Öykü yazıyorum arada. Bir gün dünyayı fethetmeyi falan düşünüyorum geceleri. Gıcık bir arkadaşım vardı. (Severim kendisini tabii. İki gözüm, kızmıyorsun, değil mi?) Bir roman yazmış. Bir roman yazmış! Kısa bir roman ama adamın adını Google’a yazınca, filan beldede trafik kazasında ölen talihsiz bir vatandaş değil, benim adımı yazınca olduğu gibi Endonezyalı çirkin bir herif değil, kendisi ve romanı çıkıyor. Söyleşi falan da yapmışlar onunla. “Bu gerizekâlı roman yazdıysa ben de yazarım.” dedim. O akşam oturup ilk romanım Kitabü’l Acayip’i yazmaya başladım. (Not: Arkadaşım gerizekâlı değilmiş. Bugün sanatın birkaç dalıyla birden uğraşan yetenekli bir sanatçı.)
Timaş Yayınları’nda İhsan Sönmez vardı; tanıyan herkesin sevdiği, dehşet birikimli, yerinde duramayan bir editördü. Çok beğendi Kitabü’l Acayip’i. Hemen yayım takvimine aldı. Ertesi sene ikinci romanım Panoptik Bela’yı yayımlayan da yine odur.
Panoptik Bela’nın iyi bir roman olduğunu düşünüyorum. Abdülhamit Osmanlı’sında geçer, baş karakter Yıldırım Agâh, tarihin bu noktasında kaçınılmaz olduğu üzere Sherlock Holmes’ten mülhem, dahi bir hafiyedir. Sıra dışı bir adamdır, başına da ancak benim gibi birinin romanında olabilecek sıra dışı şeyler gelir. Yine anakronizm kullandıysam da Panoptik Bela, Kitabü’l Acayip’ten daha derli toplu, daha lineer bir kitap. Görünüşte polisiye ama bana kalırsa postmodern bir polisiye, bilim kurgu, fantastik harmanıdır. Beni bu kitap için de İhsan Oktay Anar’a benzemekle eleştirdiler ama bunu eleştirenlerin göz zayıflığına veriyorum açıkçası. Dilin yapıntı olması ve alaycılık dışında İhsan Oktay Anar’ın romanlarıyla hiç alakası olmadığını düşünüyorum Panoptik Bela’nın.
Yayımlanmış son romanım Serçelerin Ölümü, önceki iki kitabımı okuyan okurlarımı epey şaşırtmış. Çünkü kelime tercihleri, tema, yaklaşım vesaire keskin bir biçimde değişik Serçelerin Ölümü’nde, önceki kitaplara nazaran. Bunun sebebi benim değişmiş olmam. Kabul etmeliyim ki edebiyata erken başladım: Henüz çocuk denecek yaşta. Başıma gelenler o zamanlar henüz gelmemişti, olanlar o zamanlar henüz olmamıştı. Bambaşka bir adamdım. Sonra değiştim, dolayısıyla gözümü diktiğim tema, meramım ve ifadem de değişti. Memnunum geldiğim noktadan.
Çok güzel tepkiler aldı Serçelerin Ölümü. Hatta Pendik Edebiyat Festivali’nde yılın romanı seçildi. Elbette gurur verici, beni motive eden bir taltif bu. Ama ben kitabımı ödülden önce kimlerin beğendiğini de biliyorum. Asıl ödül o ustaların beğenmesiydi.
Serçelerin Ölümü için okur kanadından gelen yorumlar da gönül ve gurur okşayıcı. Hepsi var olsunlar. Fakat şunu belirtmek istiyorum. (Bu bir sorun değil ama) Benim katmanlar şeklinde kurduğum, içine cep hikâyeler ve arkası sürprizli başka kapılar gizlediğim bu metni hemen herkes ilk katmanından okumuş. İçindeki Wittgenstein’ı kimse görmedi mesela. Ya da en azından gördüğünü söyleyen kimse olmadı. Canımız sağ olsun, en nihayetinde tek bir kişi için yazıyoruz: Kafamızın içini görebilecek kadar biz olan ama aynı zamanda biz olmayan İdeal Okurumuz. O okur; yazarın metne gizlediği her şeyi keşfeder, bununla da kalmaz, yazarın farkında olmadıklarını da bulup çıkarır, belki icat bile eder, hatta dayatır. Tekil olarak her birimiz birleşerek o İdeal Okuru yaratıyoruz. (Neredesin ey Jung, kolektif hafızamızla okuyoruz burada!)