Bir kavram olarak “hüzün”e yakın terimler vardır: acı, keder, tasa, endişe, vb. gündelik dilde bu sözcükler, hüzün sözcüğü ile aynı şeyi ifade edecek şekilde kullanılabilirler. Ancak bir yaşam felsefesi terimi olarak hüzün kavramı, farklı içeriktedir. Sözlüklerde genellikle sakin ve sürekli, üzücü duygusal durum bilincin bir acıya, bir tatminsizliğe, ya da nedeni anlaşılamayan bir sıkıntıya bürünmesi şeklinde ve ya tasavvuf edebiyatında sevince ulaşılabilmek için gerekli, Allah tan ayrı kaldığı için gönülde derin acı bulma basamağı olarak açıklanırken, terimin anlamı daha çok elde edilmesi imkansız olandan ötürü “tasalanma” biçiminde vurgulanır.
Nurcan Çelik ”ayna halleri’nde döküp hüznümü/yakın gelebilirim. Ölüme/gitsem kendimi” diyerek varoluşsal gönül üzüntüsünü açığa vurur. Kendini bulması, varlığın bilincine varması için, yaşamın acımasız darbeleriyle yaralanacağını bilir, ”kör baltamla yonta yonta/buldum kendimi” diye yazar. ”Ey hayat bir daha gelirsem sana” dizesi, hayat ve hüznün nasıl bir diyalektik düğüm olduğunu haykırmadan anlatır. ”Ömür dediğin ne ki/köz küllenir bir gün dil susar”. Bu dizeler insan yüzünün bir ayrılmaz parçası olduğunu, ölümlü bir varlık olduğunu bilen tek canlı olan insanın en temel varoluşsal karakterinin hüzünle yoğrulduğunu söyler.
Toplumsal koşulların ezdiği insan ölüme, ömrün kısalığına razı olsa da, bir yudum mutluluğu tatmış olmamanın hüznünü, burukluğunu hep bir sitemle anacaktır. Nurcan Çelik”amor fati”başlıklı şiirinin bir bölümünde neleri saklar bilmeyiz. ”Duvar/dargınlığı kaç kişilik/herkesin yılanı boynuna/bu kent diyorum/bu hayat/kimleri ağlatarak seviyor/herkesin yarası koynuna” diyerek hüznünü en dokunulmaz varlığına ,en güzel acısının en özel yerine, yüreğine yerleştitir.
Hüznün bir başka kaynağı da”büyük insanlık”adına girişilen mücadelelerin çoğu zaman yenilgilerle sonuçlanması deyim yerindeyse”makus talih”in bir türlü önüne geçilememesinin yarattığı burukluktur. ”Işık yarası”adlı şiirinde Nurcan Çelik ”yenilgiler tarihi”nin onurlu sayfasını açar. ”Oydum gövdemi gittim /Maryan çukuruna/kendimi attım/taş bağlamadan bedenime/….yaşamı esmer/kıyısı uğursuz gölge/kaç Deniz Gezmiş/kaç deniz geçmiş/acısı asılı tarihe/geleceği ışık yarası”
Yeryüzünü bir kara ormana benzeten şair:”ben hayata nelerimi unuttum/hangi dağa varsam/kanlı deniz”diye yakınsa da, karanlığın bir kıvılcımlar yurdu olduğunu, insanın karanlıkta bile, yıldızların vatanı olduğunu, insanın karanlıkta bile bir yol bulabileceğini dile getirmekten alıkoyamaz kendini:”bu yeryüzü kara orman/ama karanlığı da var onun/görmek için yıldızları”
Nurcan Çelik her şeyden önce bir aşk varlığı olan insanın o kaçınılmaz varoluşsal yalnızlığıyla dokusunu ören hüznünü, hiç çekinmeden açtığı yarasını gösterirken şiirden çok, ”insanın” peşinde olduğunu gösteriyor. İnsanı insanileştiren, acı çektiren-aynı zamanda da ölümsüzleştiren-o sonsuz çırpınışımıza tanık olmaya çağırıyor bizi. İnsanı bilinmezin kaygısından ”göğün kederi”nden kurtaracak olan yine insan yüreğidir. İnsana dolmak, insanla dolmak diye özetleyebileceğimiz bir “üst-varoluş” her insanın mümkün ufkudur.