Çağla Çinili ile ilk öykü kitabı Kendimi Doğurmadan Hemen Önce odağında gerçekleştirdiğim söyleşi insanın varoluşuna ilişkin büyüme, hayatı tanıma, genç bir kadın olma, meslek edinme, sevebilmenin ve sevilmenin belirsiz yollarında ilerlerken kendini bulma öyküleri çerçevesinde gerçekleşti. Öyküler boyunca adım adım ilerleyen, üzerine çok çalışıldığı belli bir ilk kitap olan Kendimi Doğurmadan Hemen Önce kendini doğurduktan hemen sonraki anı tüm detayları ile niteleyerek eşik atlama anı öyküleri ile çıkıyor karşımıza.
Çağla Çinili söyleşisi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Edebiyat pek de “eylem” sıfatıyla yan yana getirilmez. Daha çok “düşünce edimiyle” bağ kurulmak istenir. Veya edebiyat adına illa bir eylemden bahsedilecek olursa bu “yazmak” “yazar olmak” meselesine tekabül eder, bununla bağdaştırılır. Fakat senin Ecinniler Kültür ve Edebiyat Dergisi’nin kurucularından biri olman, avukatlık mesleğini seçmen, bir öykü üzerinde yıllarca çalışma sabrın benim zihnimde “sadece edebiyatı sevmen” üzerinden yankı bulmadı. Edebiyat sevgin üzerinden “eylem” içinde olmanla da çağrışım yarattı. Bu yüzden daha çok edebiyat ile olan bağını bu tarafıyla konuşmak isterim.
Çağla Çinili Eylem insanı olarak nitelemişsiniz beni. Bu sanıyorum alabileceğim en güzel iltifatlardan biri çünkü olmaya gayret ettiğim şey de bu. Dünya üzerinde her gün, şikayet edebileceğimiz milyonlarca şey oluyor. Sadece oturup şikayet etmeye kalksam (ki zaman zaman bunu yaptığım da oluyor) günü yalnızca “öldürmüş/tüketmiş” şekilde akşamı etmiş olurum. Beğenmediğim, beni mutsuz ve rahatsız eden, yetersiz gördüğüm şeyleri değiştirebilmek adına dünyaya ve kendime alternatif sunmam gerekir diye düşündüm hep. Çok cesur, çok akıllı ya da çok yetenekli biri olduğumu sanmıyorum. Yalnızca çok inançlıyım. Yazar, avukat, feminist gibi sıfatlarımdan vareste olarak yalnızca kadın olarak dahi kendi halinde yaşamak için mücadele etmem gereken çokça alan var. Yazmak ve okumak benim mücadele araçlarım oldu. Şikayetime sebep olan şeylere okuyarak ve yazarak direndim. Bolca okuyup yazan bir avukat olmaya çalışıyorum. Diğer yandan dergicilik yaparak edebiyatın mutfağına girmek de hayatımda aldığım en iyi karar oldu. Dünya üzerinde bana ayrılmış olan sürenin sonuna gelmeden evvel bir şeyleri iyi yönde değiştirme arzusu taşıyorum. Eylem içinde olmak bana bunu başarma şansı veriyor.
Aynur Kulak: Kendimi Doğurmadan Hemen Önce, ilk kitabın. İçinde 10 öykü bulunan bir kitap ile karşı karşıyayız. Nasıl bir yolculuktu, bu 10 öyküye ulaşma yolculuğu? Biraz daha açacak olursam; geriye dönüp baktığında doğumdan hemen önceki o ana varana kadar en çok neyi biriktirmişsin mesela, en çok dikkatini çeken şeyler, merakını cezbedenler, seni yazma dürtüsüne götüren sebepler neler olmuş diye sorsam, ne dersin? Yeniden var olma ya da bir tür yenilenme içine girme, yolculuğu bu yönde yapma, yenilenme rotasını tercih etme mevzu bahis tüm öykülerinde sanki. Tüm bunları göz önünde bulundurursak kitabı eline alıp, sırtını arkaya yasladığında ilk kitabının yolculuğu sana ilk etapta neler düşündürdü, ne hissettin?
Çağla Çinili: Durup kendimi dinlemeye fırsat vermediğim, durmadan okuduğum, yazdığım, dans ettiğim, çalıştığım, yeni insanlar tanıdığım ama asla kendime dönmeye cesaret edemediğim yıllar geçirdim. Ne kadar çok bilgi ve başarı ile donanırsam o kadar mutlu olacağımı zannediyordum. Toplum standartları ile sınırlandırılmış bir geleceğin kabus gibi üstüme çöktüğünü hissetmeye başladığımda, ömrümü bu şekilde geçirmeye devam edemeyeceğimi anladığım noktaya geldim. O noktada “gerçekten yaşamaya” cesaret etme kararı aldım çünkü başka seçeneğim yoktu. Hayatımı külliyen değiştirdim. Bu değişikliklerden biri de yazıp yazıp çekmeceme attığım öykü ve şiirlerimi dergilere yollamak oldu. İlk öyküm “Prensesler Gelinlik Giyer” Varlık’ta çıkınca bunu devam etmem için bir işaret fişeği olarak kabul ettim. Dört güzel sene içinde Kendimi Doğurmadan Hemen Önce dosyası tamamlandı.
Öykülerin hepsi aynı rengin farklı tonları gibi geldiği için onları dosya haline getirme kararı aldım aslında. Hepsini farklı zamanlarda, farklı süreler dahilinde tamamladım. Buna rağmen dosya içinde yazılmış ilk öyküden son öyküye kadar kalemi elime almamı sağlayan temel güdü “özgürlük arayışı” oldu. Özgürlüğümüzden başka kaybedecek “gerçek” hiçbir şeyimiz olmadığı farkındalığı… Aşk, aile, para, kariyer ve daha birçok şey özgür olmadığımızda tüm anlamını yitiriyor. Bu farkındalıktan yola çıkarak birbirlerinden çok farklı hayatlara sahip kadınların kendi içlerinde yaşadığı kırılmaları anlatma fikri beni son derece tatmin etti. Zira kitaptaki öyküleri kaleme aldığım dönem önceki soruda değindiğimiz üzere kendimle ve hayat koşullarımla yazarak mücadele etmeye başladım. Hayatımın kalanını nasıl yaşamak istemediğimi sorguladığım kritik süreçte yazarak yolumu buldum. Karakterlerim de benimle birlikte bu sorgulamaya girişti ve artık onlar için de “özgürlük” hayati bir mesele. Tam da bu sebeple kitabı ilk kez elime alıp arkama yaslandığımda tarifi oldukça zor bir tatmin duygusu yaşadım, “her şey olması gerektiği gibi oldu…” dedim.
Aynur Kulak: Kitabı bitirdikten sonra tüm öyküler bütünlüklü olarak bana şöyle bir şey hissettirdi: Yaşadıklarımıza istinaden bazı dönemlerde daha fazla hissederiz; bir şeyler olacaktır. Daha hiçbir şey olmamışken, hemen öncesinde hissederiz bunu. O ana gelmek yıllar alır ama o an sanki olacak olan şeyin çok güçlü bir yerden bize yaklaştığı hissiyatı da yaratır. Korku verici bir durumdur bu, gerçekleşeceğini hissedeceğimiz şeyin olmasını istemeyiz bu yüzden. Buna rağmen her şey olup bittiğinde, korku verici bulduğumuz o durumlar için “iyi ki olmuş” deriz, “iyi ki kendimi doğurmuşum…” Kitabın ilk öyküsü de dahil olmak üzere (“Kitabın ilk öyküsü de dahil olmak üzere” diyorum çünkü çocuk ağzıyla yazılarak, şimdiki zamanı nitelediği için) -ve en çok da ilk öykü itibariyle aslında- tüm korkularımıza rağmen, “iyi ki kendimi doğurmuşum” hissiyatının kitap bittiğinde içimizde yeşermeye başlamasını konuşalım mı, ne dersin?
Çağla Çinili: Her an bir şeyler oluyor. Öykü yazmanın hazzı burada benim için, hayat akıp giderken gözüme takılan küçücük ama çok önemli olaylar, büyük değişimlerin çarkını döndürmeye başlıyor. Yenilenme yolculuğu, kendini var etme yolculuğu yani benim deyimimle “kendini doğurma” yolculuğu zor ve korku vericidir zira değişim, konfor alanının dışına çıkmayı gerektirir. Bildiğimiz kıyametleri bilmediğimiz olasılıklara tercih etme yaradılışına sahip yaratıklarız ne yazık ki. Öyküleri kaleme alırken bizleri hangi olasılıkların konfor alanlarımızın dışına itebileceği üzerinde durdum. Toplum standartlarına göre “yediği önünde yemediği arkasında” duran zengin, sağlıklı ve evli bir kadının içini kemiren mutsuzluğun sebebi ne olabilir? “Hayat olana güzel” dediğimiz insanlar hakikaten mutlu mudur? Bu kadının hayatında eksikliğini çektiği şey adını bile koymaya korktuğu “özgürlük” olabilir mi? Peki aşk duygusunun yoğunluğuna rağmen aşkımıza karşılık bulamadığımız bir noktada ilişkilerin patalojik bağımlılıklar çerçevesinde kök salmasını engelleyerek özgürlüğümüzü kurtarabilir miyiz? Düzenli fakat üç kuruş maaşın tatlı rahatlığı mobbing altında çalışmaya değiyor mu?” gibi soru(n)ları irdeledim öykülerimde. Korkularımıza rağmen cevaplar aramak bizi cesur kılar. Dönüşmek zorundayız. Daldaki meyve bile bin çeşit yolculuğu tamamlayarak olgunlaşırken bizler öylece yaşayarak ömür geçiremeyiz.
Aynur Kulak: Kitap “Gündüzdüşü” üçlemesiyle başlıyor. “Gündüzdüşü-I”de bir kız çocuğunun “Maskaracağım” diye hitap ettiği, şimdiki zamanın içinden yazılan bir günlük sayfası ile karşı karşıyayız. Büyüme hikayesinin günlüğünü tutarken bazı sayfaları yakmaktan imtina etmeyen bir kız çocuğu var karşımızda. Yanlış yazdığı kelimelerin, cümlelerin üstünü çize çize kendini en doğru şekilde ifade etmeye çalışan, bunun yollarını ararken yazım hataları, kusurlu bir gramerle karşımıza çıkmaktan da imtina etmeyen bir kız çocuğu… Günlüğüne “Maskaracığım” diye hitap eden kız çocuğu “Gündüzdüşü-II”de biraz daha büyümüş bir şekilde karşımıza çıkıp, büyüyememekten ve uyuyamamaktan mustarip olan kız çocuğu, “Gündüzdüşü-III”te büyümüş olarak uyanacak ve perdeleri iki eliyle yarıp, pencere kanatlarını sonuna kadar açacak. “Gündüzdüşü” üçlemesi özelinde şunu sormak istiyorum: Kadınların yaşamında hiçbir düş veya hiçbir hayal veya gerçekleşmesini istediğimiz hiçbir şey bir düş, bir hayal, bir istek olarak kalmıyor, öyle değil mi? Gerçekleşiyor. Bu uğurda defterin bazı sayfaları yakılabilir, uyunmayabilir, matematik sınavından geçer not alınmayabilir veya yolculuğumuz bizi sevmeyenlerle kesişebilir.
Çağla Çinili: “Gündüzdüşü”nün küçük kızını çok seviyorum. Tüm öyküleri birbirine perçinleme fikri de ondan çıktı, “Gündüzdüşü-I”i bitirdikten sonra tüm karakterlerime ilham verecek kadar renkli ve güçlü olduğunu düşündüm. İlk kitaba bu kadar deneysel başlamak biraz riskliydi belki ama o küçük kız bunu göze almama değerdi. Yani ona “Sence dosyayı bu haliyle bir yerlere yollasam nasıl olur, insanlar tuhaf mı bulur?” diye sorsam okuduğu kitaptan başını kaldırıp muhtemelen “Daha önce böyle başlayan bir ilk kitaba rastladın mı?” diye sorardı, ben de “Hayır” diye cevap verirdim ve o da “O zaman sen yap! En azından denemiş olursun!” diye şakırdı. Kitaptaki diğer tüm karakterlerle karşılaşsa eminim hepsine söyleyecek iki çift lafı olurdu 🙂 Saydığınız engeller onun için güzel bir masalın aşılması gereken zorlukları. Kendini gerçekleştirme inadı diyorum ben buna. Öyküleri birbirine perçinleyen odaklarda biri de buydu zaten, karşılarına çıkan engellerin çeşitliliğine rağmen karakterlerin yaşamaya inat ediyor oluşu… Hata yapmadan kendimiz için doğru olanın ne olduğunu bilemiyoruz. Kaldı ki hayallerimize tek tek ulaşsak bile bu bizi mutlu etmeyebiliyor. Demek ki göz ardı ettiğimiz bir değişken var. O değişken hayatlarımızda asıl neyi/neleri istemediğimizi bulabilmek. Bu değişkeni denklemden çıkarınca sonuç ne çıkarsa çıksın mutluluk verici (ya da en azından tatmin edici) olacaktır. Diğer yandan asıl kazancın aslında hayallerimiz değil, hayallerimizi gerçekleştirirken başımızdan geçen maceralar olduğunu düşünüyorum. Yaşamak yolda olmaktır, yaşadığımızı kendimize açtığımız yolda yürürken anlayabiliriz. Çocukken bir yerde “Güneşi hedefle, hedefine ulaşamazsan bile yıldızların arasında olursun” diye bir cümle okumuştum. Şu an bile çevremdekiler “Çağla yine başladın hayal kurarken abartmaya” dediğinde “Ben güneşi hedefliyorum, yıldızlar zaten cebimde olacak” cevabını veriyorum.
Aynur Kulak: “Kan”, “İşgalden Artakalanlara Dair Dile Getirilmeyen Birtakım Şeyler” ve “Mutlu Sonla Biten Hikayeler Vardır” üslup olarak, tematik olarak, olayları ve karakterleri ile bütünlüklü, birbirini tamamlayan öyküler olarak karşımıza çıkıyor. Bu üç öyküde kadın karakterlerin birbirine el vermesi; “Kan” öyküsündeki Ada’nın, “İşgalden Artakalanlara Dair Dile Getirilmeyen Birtakım Şeyler” öyküsünde erkek karakterin ağzından yanlış isim olarak telaffuzu, “Mutlu Sonla Biten Hikayeler Vardır” öyküsünde, “Sessizlik aralarında üçüncü bir kişi.” cümlesiyle Ada karakterinin varlığını yeniden hissetmemiz ya da artık üç öykü sonunda ayakları yere basan, neyi okumak istediğini, neyi anladığını, ne isteyip, istemediğini çok iyi bilerek hareket ettiğini gördüğümüz bir kadın varlıkları mevzu bahis. Evet, bu anlamda, en çok da kadınların birbirine el veriyor olmasıyla mutlu sonla bitiyor bu yolculuk, bazı hikayeler fakat, bir yandan da, mutlu sonla biten hikayeler vardır demene rağmen derdinin tam olarak mutlu sonlar yaratmak olmadığını da düşünüyorum bu üç öyküye dönüp yeniden şöyle bir baktığımda desem…?(!) İnsan olmayı, insan benliğini, zihnini ve duygularını niteleyen başka bir arayış; kendini doğurmadan hemen önceki ana bu “başka türlü bir arayış” getiriyor insanı desem, ne dersin?
Çağla Çinili: Dosya planlamasının son evresinde her karakterin bir sonraki öyküde yaşamaya ve gelişime devam ettiğini hissettirme amacım vardı. Bu tıpkı senin de söylediğin gibi bir çeşit arayış; kişinin kim olduğuna dair bir arayış, üstelik ancak başka insanların hayatlarına değe karışa devam ettirebileceğimiz bir arayış. Hiçbirimiz içsel arayışlarımızda yalnız değiliz, tıpkı kanaviçenin arkasındaki iplikler gibi birbirimize görünmez bağlarla bağlıyız. Birimizin dokunduğu, diğerlerinin hayatına değerek bizim hayatımıza karışırken birbirimizden apayrı hayatlar sürdüğümüzü nasıl iddia edebiliriz ki? Ada bu arayışa kendini adamaya karar vermiş, çok güçlü ve biraz da korkutucu bir karakter oldu. Onu kaleme alırken çok öfkeliydim. “Ada olsam, Ada’nın şartlarında çalışsam, yaşasam ne hissederdim” diye düşündüğümde bileklerimde fiziksel olarak da hissettiğim, yıkıcı türden öfke ile doluyordum. İnsan bunca öfke ile ne yapabilirdi? Alışveriş? Spor? Kavga? Yemek? Seks? Ben öfkeyle baş etmeye çalışanların bu duygularının, onları ya da hayatlarını mahvetmeyecek forma evrilmesine dair bir öykü yazmak istedim ve Ada’nın iyileşme azmiyle boğuşurken yaşadığı öfkeyi anlattım. Bu yüzden Ada’nın varlığını yalnızca ismi ile değil, içsel mücadelesi ile de diğer öykülere taşıyarak okuman benim için çok anlamlı.
Aynur Kulak: “Tespih Böceği” enine boyuna, tüm ayrıntılarıyla konuşulması gereken bir öykü olarak karşımıza çıkıyor. Günlüğünün bazı sayfalarını yakmakta imtina etmeyen, yazdığı tüm satırların üstünü boydan boya çizmekten imtina etmeyen, seni seviyorum demekten imtina etmeyen, karşıdaki duymazdan gelirse veya geçiştirmek isterse bir daha “Seni Seviyorum dedim” demekten imtina etmeyen; kız çocuğu, genç kız ve kadın, genç bir kadın avukat olarak karşımızda işte. Bu öyküde kadın karakterin sevgilisine söylediği “Biliyor musun, Kafka’yı aslında babası doğurmuş.” sözüne karşılık “Biliyor musun öyküdeki kadın karakter tüm erk normlara karşı gelerek babasını öldürüyor” desem, ne dersin? Aslında öyküler boyunca bizi takip eden, hiçbir şekilde göremediğimiz “baba” varlığı (yokluğu mu demeliyim!) deri döküntüsü, saç dipleri kaşıntısı, egzamanın tüm belirtileri şeklinde somut olarak karşımızda işte. Tespih Böceği öyküsü kendini doğurmadan hemen önceki anın artık atlatıldığı, kendini doğurduktan hemen sonraki anı tüm detayları ile niteleyerek kitabın eşik atlama anı öyküsüdür; öyküyü bu kapsamda konuşmak isterim desem, ne dersin?
Çağla Çinili: Tespih Böceği, üzerinde en uzun çalıştığım öyküdür. Ortalama üç, üç buçuk senede tamamlandı. Öyküyü tamamlayan son cümle de “Kafka’yı aslında babası doğurmuş” oldu. Bu cümleyi yazdığımda öykünün bittiğine ikna oldum. Elbette benim kalemimden çıkanların varlığı, okuyucunun algısıyla son halini alacaktır. Tespitiniz üzerine düşündüğümde “Tespih Böceği”nin dediğiniz gibi belki de dosyadaki diğer tüm öykülerde mırıldanılan meseleyi avaz avaz söylüyor olmasıyla bir adım öne çıktığını söyleyebilirim.
Öyküde (yahut dosya genelinde) “baba” kavramını çok çeşitli olarak ele aldığımı sonradan fark ettim. Fark ettim diyorum çünkü bu kesinlikle bilinçli bir çaba değildi, bilinçli olarak ele almaya çalıştığım şey “özgürlüğün kazanımı” oldu. Bu konuyu öykülerimde işlerken sürekli olarak bir baba/ata/erk kavramı çıktı karşıma. Biyolojik baba, devlet baba, para babası patron, bilinçdışındaki baba figürünü karşılayan yahut baba travmasını tetikleyen koca, sevgili, flört… Öykülerdeki bazı karakterlerin babaları fiziken yoksa bile aslında son derece “varlar”. O kadar varlar ki karakterlerin günlük hayatlarındaki ufacık alışkanlıklarını nasıl yontacaklarında bile rol oynuyorlar. Burada olmayan babaların sembolik boyutta dahi olsa öldürülmesiyle özgürlüğün kazanılabileceğinden bahsetmiyorum aslında. İstesek de öldüremeyiz şahsi geçmişimize ya da kolektif bilinçdışına işlemiş “baba” figürlerini. Erk olanın bize biçtiği roldeki varlığın sona erdirilerek (yani o formumuzu öldürerek) yeniden doğmanın mümkün olacağını vurgulamak istemiştim. Ona rağmen ve ona karşı var olabilmek için önce onun şekillendirdiği bir “biz” olduğunu kabul etmekle başlıyor çünkü.
Aynur Kulak: “Gökyüzü gibi bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor.” Edip Cansever. Gökyüzü hiçbir yere gitmeyerek hep orada varlığını bize hissettirmesi gibi, olumsuzluklar içerse de çocukluğumuzdan aldığımız gücü de hiçbir şeyden alamıyoruz. Kendimi Doğurmadan Hemen Önce bir ilk kitap olmasına rağmen çocuklukta yaşadıklarımızın, yetişkinliğimize verdiği desteği, kattığı gücü tüm büyüme hikayesi, çatışmaları, isyanı ile sunuyor bize. Böyle olmasaydı eğer, yani kitap çocukluğu kapsamaksızın tam anlamıyla yetişkinlik üzerinden yazılsaydı kendini doğurabilip, tam anlamıyla yetişkinlik eşiğini geçebilir miydi? “Tektaş, Tamtur ve Rota” öyküsü yazılır mıydı? Kadına dair, kadın olmaya dair tüm duygular bu öyküde olduğu gibi çok güçlü bir yerden dile gelir miydi?
Çağla Çinili: Kadınlık ve kadınlığa dair anlattığım duyguları güçlü bulman beni çok mutlu etti, teşekkür ederim. Bugüne kadar bu konulara dair çok değerli öykücüden birçok dahiyane üslup ve yaklaşıma örnek teşkil eden kurmacalar okudum. Virginia Woolf, Shirley Jackson, Ursula Le Guin, Tomris Uyar, Leyla Erbil beni her bakımdan çok etkiledi. Bu yüzden onlar ya da onlar gibi yazanlar, yeterince iyi bir fikir ve iyi bir üslupla kendini doğurma kavramını harika şekilde okuyucuya geçirebilirdi, bu ihtimal hep olacak. Kendi adıma konuşmam gerekirse Kendimi Doğurmadan Hemen Önce yolculuğuna çocukluktan başlamasaydım bunun noksan kalacağını düşündüğüm için dosyayı “Gündüzdüşü” üçlemesi ile açıp “Prensesler Gelinlik Giyer” ile kapattım. Yetişkin yazını içinde çocuklara ve çocukluğa yeterince yer verilmemesi bana her zaman tuhaf gelmiştir zira bugünümüzü yazdığımız kalemin mürekkebini geçmişte ediniyoruz. Kendimi Doğurmadan Hemen Önce evreninde yaşayan tüm karakterlerin hikayelerini, başkalarının hikayelerinde devam ederek genişleyen bir düzlemde inşa ettim. Yalnızca “Tektaş, Tamtur ve Rota”nın karakteri değil, diğer tüm karakterler heybelerinde taşıdıkları çocukluk anılarına tutunarak kırılım yaşıyor. Bir başka yazar için aksi elbet mümkün olabilir ama benim için “çocukluk” kurmaca dünyamın dümenidir. Özellikle yetişkinler dünyasında çocukluğun anlaşılması, çocuğun kendi diliyle kendi derdiyle yetişkin edebiyatında var olması… Geçmiş ve gelecek ilişkisini yazmak bana tarifsiz keyif veriyor.
Aynur Kulak: Öykülerdeki kurguyu, özellikle “Gündüzdüşü” üçlemesindeki hem kendi içinde hem de birbiriyle olan kurgusunu konuşmak isterim. Son derece sade bir çizgide kalarak ama güçlü de kılarak bir kurgu çizgisi belirlemişsin metnin içinde ve öyküler arasında. Ve dil yapısı itibariyle de üstünü çizmekten, bozmaktan, yeniden yapmaktan, yeniden yazmaktan imtina etmeksizin yaşayan dili ortaya olduğu gibi koymaktan çekinmemişsin. Bu anlamda hem kurgu hem dil yapısı birbirini bütünlüyor diyebilirim. Sen neler söylemek istersin?
Çağla Çinili: Dil ile kurguyu birbirinden asla ama asla ayıramam. Yazı işçiliğini ciddiye alıyorum bu yüzden sermayem ve malzemem tamamen dil ve kelimelere itina gösteririm. Yaşayan dili öyküye aktarmayı oldukça önemsiyorum. Dilin imkanlarını sınamayı, sınırlara gitmeyi ve denenmemiş bir şeyleri denemeyi, denenmişleri de denenmemiş bir yol ile denemeyi seviyorum. Hata yaparak doğru olanı öğreniyorsak, yaptıklarımız ya da düşündüklerimizden pişman oluyorsak, bazı şeyleri saklamayı tercih ediyorsak bu eğilimlerimizi öykü tekniği ile de yazıya da aktarabileceğimizi düşündüm ve üstü karalanan cümleleri denemeye başladım. Denemek benim için öyküye inanma biçimleri geliştirmek çünkü. Öyküyü yazmaya değer bulmam için önce ona inanmam gerek. Kahramanımın kim olduğunu bulduktan sonra hem üslubun hem konunun hem de deneyeceğim muhtemel fikirlerin onun karakterine uyup uymayacağını düşünüyorum. Ağzı kalabalık, kafası dağınık, güven sorunu yaşayan bir kahramanı anlatıyorsam onun dünyasına girebilmemiz için okuyanı da o ruh haline büründürecek, öyküye olan dikkati dağıtmadan, öyküde anlatılan dikkat dağınıklığının stresini okuyucuya yaşatacak taslağı oturtmak benim için çok önemli. Bu yüzden tüm öyküler bittikten sonra hepsini birbirinin üstüne örmekte hiç zorlanmadım.
Aynur Kulak: Tüm dünyanın kapandığı bir pandemi dönemi geçirdik. Çağdaş edebiyat içerisinde yerini almış genç bir yazar olarak dünya nasıl değişimlere gebe sence? Özellikle edebiyat için düşünürsek, nasıl kitaplar okuruz bundan sonrasında? Tabii bu çerçevede masanın üzerindeki kitapları ve baş ucu kitaplarını da merak ediyorum.
Çağla Çinili: Öncelikle artık daha çok kitap okuyacağımızı düşünüyorum, ki bu bizimki gibi okuma oranı son derece düşük bir ülke için önemli kazanım. Pandeminin başında ilk sayısını çıkarttığımız Ecinniler’i pandemi boyunca büyütmeye çabaladık şu an 10. sayısı raflarda. Satışlarımızın da hem pandemi şartlarında hem de iki yaşına yol alan bir dergiye göre hiç de fena olduğunu söyleyemeyeceğim. Diğer yandan pandemi döneminde ben de durmadan okudum, yazdım. Ağırlıklı olarak kadın yazını, psikoloji kitapları, fantastik ve bilimkurgu kitaplarına yöneldiğimi söyleyebilirim. Tüm kitaplarım başucu kitabım olabilir aslında, salon yerine dev bir kütüphaneyle yaşıyorum ve tüm yaşam alanım orası. Aklıma sürekli bazı şeyler geliyor, ben de sürekli olarak kitap karıştırıyorum. Buna rağmen elime en sık Jung, Poe ve Ursula Le Guin kitaplarını aldığımı söyleyebilirim. Canım sıkıldığında, ilhama ihtiyaç duyduğumda ya da sırf temizlik yapmamak için geçerli bir meşguliyet bahanesi olarak onlardan rastgele sayfalar okurum.
2020 itibarıyla ekolojik felaketlere dair bir jargon ve buna bağlı ekolojik yazın geliştirdiğimiz gibi feminist ve kuir yazının da hiç olmadığı kadar güçlü şekilde yer bulduğunu görüyorum. “Özellikle şu alanda” diyemeyeceğim çünkü hem yabancı dilden çeviriler, hem kurmacalar, hem şiirler hem de kuramsal – akademik bağlamda çok şahane, kaliteli kitaplar okudum bu sene.
Diğer yandan son iki senedir yaşadıklarımızı düşündüğümde tüm gerçeklik algımızın ters yüz edildiğini kabul etmemiz gerekir. Edebiyat bizden kopuk değil, edebiyattaki gerçekçilik anlayışımız da buna bağlı olarak değişti. Distopya, bilim kurgu ve fantastik öğelerin ön plana çıkarıldığı eserler bundan böyle daha çok okunacaktır diye tahmin ediyorum (ki buna ziyadesiyle sevindiğimi itiraf etmem gerek)